Küresel Siyasette “Önce Ben” Dönemi Başladı
Yeni güçlerin yükselişi ve eskilerin zayıflaması kaçınılmaz olarak çatışma doğurur. Fakat Doğu-Batı karşılaşmasını geleceğe yansıtmakta acele etmeyeceğim. Benim sorum 20. yüzyılın ikinci yarısında anladığımız anlamda “Batı’nın” gelecek on yıllarda var olmaya devam edip etmeyeceği.
Bazı çevrelerde, özellikle de Batı’da, Sovyetler Birliği’nin yıkılıp Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra nihai zaferini ilan eden uluslararası düzenin yıkılışına dair artan panik ve korku var. Aynı yıkım başka çevrelerde ise kutlama ve sevince neden oluyor.
Sadece entelektüel bir çaba olarak değil, aynı zamanda küresel sistemin işleyişini doğru analiz etmek için de neyin yıkıldığını, küresel siyasette bugün neyi tecrübe ettiğimizi anlamak durumundayız.
Perspektif olarak, küresel siyasetin tecrübe etmekte olduğu süreci anlamlandırmaya katkı sağlamak üzere Russia in Global Affairs Genel Yayın Yönetmeni Fyodor Lukyanov’la yapmış olduğumuz mülakatı paylaşıyoruz.
İyi okumalar.
PERSPEKTİF: “Uluslararası düzenin çöküşünü” ilan etmek uluslararası ilişkiler tartışmalarında yaygın bir hüküm hâline geldi. Size göre uluslararası sistemde çöken nedir? Çökmekte olan liberal uluslararası düzen ise neden çöküyor? Bu düzeni nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu düzen Batılı olan ve olmayan dünyalar için ne ifade ediyordu?
Çökmekte olan şey, uluslararası sistemin belli bir düzene göre kurulabileceği ve kurulması gerektiği, yani koordineli ve rasyonel bir şekilde düzenlenebileceği kanaati. Bu yüzden yaygın duygu, kaygı değil neredeyse panik. İki yıkıcı savaşın tamamen şoke ettiği uluslararası siyasi kamuoyu 20. yüzyılın ikinci yarısında insanlık tarihinde benzeri görülmemiş anlaşmalara imza attı ve bu hepimizi şımarttı. Bunlar doğal olarak uluslararası ilişkilere içkin olan düşmanlık ve rekabeti durdurmaya yönelik değil, en tehlikeli olayları asgari düzeye çekip büyük güçlere hedeflerine ulaşmada bir araç olarak savaşı kullanmama fırsatı verecek kurumlar kurmaya yönelikti.
Bu durum Batı’nın Soğuk Savaş’taki başarısının bir ürünü değil, büyük güçler arasında 2. Dünya Savaşı’ndaki zaferlerin ardından imzalanan oldukça kaba anlaşmaların bir sonucuydu. O dönemde bir “düzen” kuruldu. Soğuk Savaş sonrası gerçekleşen ise “yeni bir liberal düzenin” kurulması değil, eski modeli dünya siyasetinde bir siyasi gruplaşmanın ezici baskınlığının yarattığı olağandışı hâle uyarlama girişimiydi. Eski sistemin yarısı çöktü, kalan yarısı ise başlangıçta dengeyi koruyup rakiplerin saldırganlığını dizginlemek için kurulmuş kurumları, belli bir siyasi kültürün kavram ve ilkelerini tüm dünyaya yayma aracına dönüştürmeye karar verdi. Bu girişim tahmin edildiği gibi başarısız oldu. Ve 20. yüzyılın büyük kazanımı olan uluslararası yönetişim kurumları sisteminin tamamını tehlikeye soktu.
P: İnsanlar bundan niye rahatsız?
Çünkü tarihlerinin çoğunda “dünya düzeni” uluslararası ilişkilerin bir normu olmamıştı. Bu ilişkiler hep anarşik ve en iyi ihtimalle kendi kendini düzenleyen, güçlerin denge ve algısının devletlere kendi kararlarını verdirdiği bir doğaya sahipti. Kurallar ve kurumlar, 1945 sonrası erişilen düzenli yönetişim seviyesini bir kenara bırakırsak, oldukça yeni olgular. Her neyse, 20. yüzyılın ikinci yarısı ile 21. yüzyılın başları daha önce var olan çalkantılı ve kaotik uluslararası siyasetin birer istisnasıydı. Esas soru burada gündeme geliyor: Bu düzenli model gelecekte uygulanabilir mi, yoksa uluslararası sistem eski hâline mi döndü?
P: Bu düzenin yıkılışı karşısında yas mı tutmalıyız, yoksa sevinç mi duymalıyız?
Kesinlikle yas tutmalıyız. Eski sistem, elbette askeri çatışmaları tamamen yok etmedi ama ölümcül dünya savaşının yaşanmayacağını garanti eden 75 yıllık küresel barışı sağladı. Kurumların yıkılması, gelişmeleri çok daha az tahmin edilebilir ve daha riskli yapıyor. Ancak yine de bu liberal düzenin değil, 2. Dünya Savaşı sonrası düzenin krizi.
P: Küresel siyasette girmekte olduğumuz veya çoktan deneyimlemeye başladığımız bu dönemin/zamanın genel özellikleri neler?
Birçok olumsuz tanım bulabiliriz ama nötr olmaya çalışalım. Genel slogan Donald Trump dönemindeki Amerikan sloganına atfen “Önce Ben” olacak. Her ülke sadece kendisine dayanmaya çalışacak veya buna zorlanacak. Tek taraflı politika bugün popüler bir kavram ama uluslararası gelişmeyi tanımlayıp incelemede ne kadar yardımcı olduğu açık değil. Tek taraflılık Soğuk Savaş sonrası ABD örneğinde olduğu gibi büyük bir gücün hegemonya kurma çabası olduğunda önem arz eder. O an artık sonra erdi. Bugün artık her bir ülke nasıl hayatta kalacağı kararını gittikçe daha yalnız bir şekilde vermeye çalışıyor.
P: Jeopolitik ilişkilerde güç siyasetinin, büyük güç rekabetlerinin ve nüfuz alanlarının yükselişine dair sözler ne kadar gerçek? Bu eğilimler neyi temsil ediyor?
Uluslararası sistemdeki köklü değişiklikler sonucu gücün yeniden dağılımı gerilim ve hatta büyük ülkeler arasında büyük çatışmalar yaşanmadan gerçekleşmez. Bu yeniden dağılımın arkasında farklı faktörler var. Nüfuz alanları var ve devam edecek ama içerikleri değişecek. Başkalarının topraklarını doğrudan ve sıkı kontrol altında tutmak maliyetli ve gereksiz; 21. yüzyılın büyük müdahaleleri bunu gösterdi. Hiçbir büyük ülke komşu topraklardan gelen siyasi, askeri, ekonomik tehditleri hoş görmeyecek, bunları gidermek için elinden geleni yapacak. Ancak bu, komşuları tam bağımlılığa zorlama anlamına gelmeyecek.
P: Çin ve Rusya gibi küresel güçlerin yükselişi bunlarla Batı arasında çatışmanın kaçınılmazlığı anlamına mı geliyor?
Yeni güçlerin yükselişi ve eskilerin zayıflaması kaçınılmaz olarak çatışma doğurur. Fakat Doğu-Batı karşılaşmasını geleceğe yansıtmakta acele etmeyeceğim. Benim sorum 20. yüzyılın ikinci yarısında anladığımız anlamda “Batı’nın” gelecek on yıllarda var olmaya devam edip etmeyeceği.
P: İç siyasette milliyetçilik ve popülizmin yükselişi neye işaret ve neyi temsil ediyor?
Bu köklü değişimleri 19. ve 20. yüzyıllardan miras kalan bütün düşünsel çerçevenin artık uyuşmadığı toplumlarda görüyoruz. Geleneksel partiler her yerde zemin kaybediyor; insanlar bu yapıların kendi ihtiyaç ve korkularına hitap etmediğini düşünüyor. Bu sırada insanlar gelen değişimlerden o kadar korkuyor ki, anlama ve koruma arayışına giriyorlar. Güvenlik hissi verebilen ulusalcı güçler ve güçlü liderlerin basit mesajları en bariz sığınaklar.
P: Uluslararası ilişkilerde bir geçiş dönemine mi girdik, yoksa yeni bir norm mu tecrübe ediyoruz?
Kesinlikle geçiş dönemindeyiz. Hiçbir şey henüz oturmuş değil. Ancak yeni norm da daha önce alıştığımız tarzda değil, daha çok bu geçiş gibi olacak.
P: Rusya güncel küresel siyasetin doğasını nasıl görüyor?
İkinci Dünya Savaşı sonrası modelin aşınıp yıpranması olarak görüyor. Bu süreç Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin/Batı’nın siyasi ve ahlaki üstünlük kurma çabasıyla başladı. Rusya durumun gelecek yıllarda daha da kaotik olacağını, görünürde istikrarlı güç odaklarının bulunmadığını, uzun vadeli planlama ve stratejilerin kullanışlı olmadığını varsayıyor. Rus politikası açılan fırsatların pragmatik kullanımına dayanıyor. Büyük tasarımlar yok, sadece çeşitlendirilmiş araçların kullanımı var. Rusya 20. yüzyılın sonunda benzeri görülmemiş, büyük uluslararası aktörlerin çoğunun sahip olmadığı hayatta kalma becerileri yaratan bir siyasi kriz yaşadı. Bunun neticesinde hem devlet yıkımın eşiğine geldi hem de büyük bir statü kaybı yaşadı.
P: Rusya ne tür bir uluslararası düzenin kendi çıkarlarını koruyacağını ve dünyaya daha iyi hizmet edeceğini düşünüyor?
Rusya’nın zihninde gelecek için net bir uluslararası uzlaşı resmi olduğuna inanmıyorum. Resmî formül çok kutuplu dünya ama bu da içeriği belli olmayan bir metafordan ibaret. İdealde Rusya eşit önemde aktörler olan en etkili oyuncuların oluşturacağı bir tür uluslararası ittifaka bayılacaktır ama bu da gerçekçi görünmüyor.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.