Küreselleşme, Gelişmekte Olan Ülkeler ve “Teorinin Aşınması”
Eskinin gelişmiş ülke endüstrilerinin “ek uzantısı” olma konumundaki az gelişmiş ülkelerin yanında, bizzat gelişmenin ve inovasyonun kaynağı olarak gelişmekte olan ülkeler kategorisi ortaya çıkıyor. Bu durum, ülkelerin ve bölgeler arasındaki (ekonomik) farklılıkların yerine göre kapanmaya, teknolojik eşitsizliklerin aşınmaya başlamasının dayandığı zemini oluşturuyor.
Perspektif’te bir süre önce küreselleşme ve bu olgunun taşıyıcıları olan Küresel Üretim Zincirleri (GVC’ler) ile bunların gelişmekte olan ülkelerin ekonomik performansına olan etkileri vs. üzerine ampirik ağırlıklı bir araştırma dizisini kaleme almıştık. Bununla birebir alakalı olduğu için gelişme üzerine teorileri burada uzun boylu literatüre girmeden özetleyerek, bunları reel pratikle sınayarak, kıyaslayarak ve güncele ilişkin sonuçlar çıkararak konuyu sonuçlandırmak istiyoruz.
Ekonomik gelişmeye ilişkin görüşler, teoriler en az iktisat tarihi kadar eski; klasik ekonomi politiğe, 19’uncu yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. I. Endüstriyel Devrim ile birlikte oluşan İngiltere’nin üstünlüğü, özellikle Avrupa ve ABD’deki toplumların önüne iki türlü alternatif koydu: Ya bu ülkenin üstünlüğünü kabul edip ona ekonomik olarak tabi olacaklar ya da İngiltere’den bağımsız, kendi gücüyle sürdürülebilir bir gelişme yoluna girip aradaki farkı kapatmaya çalışacaklardı. Dolayısıyla soru, “korumacılık mı” yoksa “serbest ticaret mi” idi.
Bu bağlamda klasik teori, korumacılara, merkantilistlere karşı, var olan eşitsiz gelişme koşullarında dahi serbest ticaretin daha az gelişmiş ülkeler için de faydalı olacağını savundu. Bunun teorisini, A. Smith’e dayanarak “kıyaslamalı üstünlük” kuramı ile D. Ricardo yaptı. Buna göre, her ülkenin her şeyi değil, başkasının üretmediği ya da daha pahalıya ürettiği ama kendisinin ürettiği ya da daha ucuza üretebileceği ürünlerde uzmanlaşıp avantaj elde edebileceği, böylelikle oluşan işbölümünün serbest rekabet zemininde tüm ülkeler için faydalı olacağı ileri sürüldü.
Bu klasik gelişme teorisi, geçmişteki koşullarda karşıtlarını bulmakta gecikmedi. Özellikle Almanya’da Friedrich List, serbest ticaretin sadece ülkelerin eşit koşullara sahip olmaları durumunda herkes için istenen verimi getireceğini, var olan eşitsiz gelişme koşullarında bunun sadece İngiltere’nin üstün konumunu korumasına hizmet edeceği gerekçesi ile Ricardo’nun teorisine karşı durdu. O dönemde de Almanya, List’in “korumacı” (bir nevi merkantilist) tavsiyeleri doğrultusunda İngiltere ile göreceli ekonomik eşitlik sağlanana kadar gümrük duvarlarını bir müddet için yükseltti. Ancak bu tür tartışmalar 19’uncu yüzyılda endüstri ülkeleri ya da endüstrileşmeye aday (Batılı) ülkeler ile sınırlı kaldı.
Modernleşme Teorisi
I. Dünya Savaşı’ndan sonra, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında 50-60’lı yıllar itibarıyla, eski sömürgeciliğin sona ermesi ile merkez-periferi ikilemi görünür hale gelmeye başladı. Dönemin “sistemler mücadelesi” zemininde, özellikle kapitalist sistem çevresinde yer alan gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkelerin neden gelişmiş Batılı ülkeler gibi olamadığı sorusu, gelişme teorileri çerçevesinde tartışmanın merkezine oturdu. Bu soruya genellikle gelişmiş ülke orjinli klasik kimi bilim insanlarının verdiği cevap ya da ürettikleri çözüm önerileri genel olarak “modernleşme teorisi” adı altında toplandı. Hâkim politik çevrelerde de kabul gören bu teori özetle, az gelişmişliğin ya da gelişememenin nedenlerinin ilgili ülkelerin (içsel olarak) toplumsal genetiğinde var olduğunu, gelenek ve görenekleri ile sıkı bağlantı içinde olduğunu vaaz ederek, bu ülkelerin gelişmelerinde, modernleşme süreçlerini başarı ile tamamladıkları için Batılı merkez ülkeleri model almalarını salık veriyor (du).
Bu dönemde gelişme-gelişememe sorunlarının da keskinleşmesi zemininde modernleşme teorilerine eleştirel tepkiyle, önce Latin Amerika’da kimi alternatif gelişme teorileri ortaya çıktı. Buna göre, dünyanın kabaca gelişmiş ülkeler (merkez) ve gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler (periferi) olarak ikiye bölündüğü kapitalist koşullarda, ikinci kategoride yer alan ülkelerin, farklı ekonomik gelişme seviyelerinin temel olduğu uluslararası işbölümünde (yani kapitalizmin eşitsiz gelişmesi nedeniyle) “eşitsiz değişim”den dolayı gelişme şanslarının olmayacağı ileri sürüldü.
Bağımlılık Teorisi
Bağımlılık (dependence) teorisi olarak adlandıran, bir yanıyla W.I. Lenin ve R. Luxemburg’un emperyalizm teorilerinden de esinlenen, diğer yanıyla I. Wallerstein’ın “dünya sistemi” teorileri ile akraba olan bu düşünce, P. Baran gibi Marksist ekonomistlerin yanı sıra aralarında A. G. Frank, Samir Amin, Arturo Escobar ve D. Senghaas vb. bilim insanlarının da bulunduğu kişiler tarafından farklı şekillerde savunulageldi. Kime dayanırsa dayansın, söz konusu teorinin farklı versiyonlarının kökeni aslında K. Marks’a kadar uzanıyor. Gelişme üzerine Marks’ın bilimsel performansının farklı zamanlarında ortaya çıkan üç değişik yaklaşımı var:
- Tarihselci-felsefi yaklaşım (tarihsel materyalizm)
- Modernleşmeci yaklaşım (Manifesto’da dile getirildiği gibi üretici güçleri geliştiren kapitalizme biçilen devrimci rol: Marks’ın Hindistan ve Çin üzerine yazdığı makalelerde de kendini belli eden bu düşünceye göre sömürgeci ülkelerin sermaye tarafından dünya ekonomik sürecine bağlanması ile modernleşmesi ve toplumsal ilişkilerin görece eşitlenmesi söz konusudur.)
- Daha sonra Marks, Das Kapital’de “eşitsiz değişim” konusundaki tespitleri ile konuya ilişkin önceki pozisyonlarını revize ederek bağımlılık teorisine öncel olan ve kapitalist gelişmeyi bloke eden dış dinamikleri temel aldı. Burada Marks, kapitalist üretim tarzının sömürgeler açısından dezavantajlı bir uluslararası işbölümüne neden olabileceğini ileri sürerek “Makine işletmesinin merkezlerine uygun, yerkürenin bir bölümünü tercihen bir üretim alanı, diğer bir bölümünü tarımsal alan haline dönüştüren bir uluslararası işbölümü yaratılıyor”¹ tespitini yaptı. Burada vurgulanan -mesela Asya Tipi Üretim Tarzı gibi- gelişmeyi engelleyen içsel nedenler, iç dinamikler değil, (bağımlılık teorisyenlerin yaptığı gibi) dışsal nedenler, yani dış dinamiklerdir.
Bu bağlamda, Lenin, Hobson ve Luxemburg tarafından geliştirilen emperyalizm tahlilleri, ağırlıklı olarak gelişmiş ülkelere hammadde transferi, tekellerin oluşması, pazar sorunu etrafında ulus-devlet rekabetlerini ele alıyor, ama gelişmiş-az gelişmiş ülkeler diyalektiğini, aradaki bağımlılık ilişkilerini açıklamada yetersiz kalıyordu. Emperyalizmin ilk döneminde ağırlıklı olarak kredi şeklinde vuku bulan sermaye ihracının II. Dünya Savaşı’ndan sonra önceleri daha çok doğrudan yatırımlar haline gelmesi, eski sömürgeciliğin yıkılması vs. gibi yeni trendler P. Baran gibi Batılı Marksist iktisatçılar tarafından (az) gelişme konusunun yeniden ve etraflıca ele alınmasını beraberinde getirdi. P. Baran, Political Economy of Growth (1957) adlı eserinde emperyalizmin periferiye olan sistematik etkilerini ele aldı. Buradaki çıkış noktası, yabancı sermaye ve az gelişmiş ülkelerin burjuvazisi arasındaki sıkı ilişkilere dair Lenin’in gözlemleri idi. Baran’a göre az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik gelişmeler, buradaki yerli işbirlikçi burjuvazinin ve yabancı sermayenin ilgili ülkelerin ekonomik gelişmesi ile alakadar olmadıklarından dolayı dumura uğratılıyordu:
“Az gelişmiş ülkelerin ekonomik gelişmesi, gelişmiş ülke devletlerinin hâkim çıkarlarına yüksek derecede zararlıdır. Gelişmiş kapitalist Batı için dünyadaki tüm geri kalmış bölgeler, sanayileşmiş ülkelere hammadde sağlayan, onların endüstrilerine yüksek kârlar ve yatırım imkânları sağlayan, vazgeçilmez arka bahçelerdir. Bu nedenle ABD’deki (ve diğer yerlerdeki) hâkim sınıflar, hammadde sağlayan ülkelerin endüstrileşmesine ve sömürge ve yarı sömürge ülkelerde bağımsız bir imalat sanayiinin oluşmasına şiddetle karşı dururlar.” ²
Bu nedenle Baran için, dünya ekonomisinde böylesi bağımlılık ilişkileri içinde bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen bir gelişme mümkün değildir; az gelişme ve gelişme dünya çapındaki sermaye birikimi sürecinin bir sonucu, bir madalyonun iki ayrı yüzüdür. Baran’ın bu tespitleri, Marks’ın ilk belirlemelerin yanında bağımlılık teorisinin dayandığı önemli bir kaynak oldu.
Benzeri pozisyonlara dayanarak A. Gunder Frank, 60’lı yıllarda özellikle uluslararası ticaretin bağımlı ekonomilerin deformasyonu konusundaki rolünü vurgulayarak, bu gibi ülkelerin kapitalist dünya ekonomisi içinde kalarak gelişme imkânlarının olmadığını ileri sürdü. Benzer şekilde I. Wallerstein, 70’li yıllarda kapitalizmin merkez ülkeleri ve periferi arasındaki ‘eşitsiz değişmeyi’, yani (eşitsiz) alışverişi (ticareti) vurgulayarak, böylelikle oluşan aşırı sömürünün periferideki az gelişmişliğin ana nedeni olduğunu dile getirdi. (Burada ‘eşitsiz değişme’ ile kastedilen komplementer ticarettir, yani periferiden merkeze giden “ucuz” hammaddeye karşılık buralardan işlenmiş “pahalı” metaların değişimidir.)
Wallerstein’ın teorisine göre az gelişmiş bir ülke için çeşitlendirme temelli ihracata yönelik endüstrileşme, çıkış yolu olmayıp tek çözüm olarak eşitsiz değişimin getirdiği tuzaktan kurtulmak, yani mümkün olduğunca (kapitalist) dünya pazarından koparak ithalatı ikame etmek ve ücretleri yükseltmek yolu ile üretimi artırmaktı. Samir Amin de aynı minvalde düşüncelerini oluşturdu. Özetle periferilerdeki yetersiz-bağımlı gelişme, bağımlılık teorisyenleri için “kapitalist metropoller tarafından domine edilen toplumsal sistemin, ekonomik sistemin tarihsel olarak ortaya çıkan bir parçasıdır. Metropollerin, merkezlerin bu gelişmesi ve üçüncü dünya ülkelerinin az gelişmişliğinin tarihi, uluslararası sistem tarafından sağlanan tamamlayıcı süreçlerdir.”³
Hangi varyantı olursa olsun, bağımlılık teorilerinin ortaklaştığı temel nokta, kapitalist sistemin çevresinde konumlanmış az gelişmiş ülkelerin uluslararası işbölümündeki pozisyonunun, içsel nedenlerin, yani kapitalist ve pre-kapitalist ilişkilerin varlığı ve söz konusu toplumlarda bu temelde vuku bulan sınıf çatışmaları ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan üretici güçlerin gelişmesi seviyesinin bir sonucu olması değil; tam tersine, bu içsel ilişkilerin az gelişmiş ülkelerin Batılı merkez tarafından hâkim olunan uluslararası işbölümüne eklemlenmesinden, bu ülkelerin kapitalizmin gelişmiş merkez ülkelerine ekonomik olarak bağımlı olmasından, yani dışsal nedenlerden ileri geldiğidir.
Sömürgeciliğin bir mirası olarak, az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere bağımlılığından dolayı ortaya çıkan bu statükodan çıkış, yani bağımsız ve “engelsiz” gelişme için klasik “burjuva” ekonomistleri öncelikle tüketim ürünleri endüstrisinin inşası hedefli “ithal ikameci” bir politika önerirken, Latin Amerika’daki kimi Marksist teorisyenler ülkelerin önce “milli burjuvazi” öncülüğünde geliştirilecek bir kapitalizmden sonra sosyalizme geçerek tümüyle bağımsızlığa kavuşmayı çözüm olarak görüyorlardı. Benzer şekilde ülkemizde çözüm (yerine göre BAAS tipi bir geçişle) “sol” tarafından dönemin Sovyetler Birliği’ne dayanarak “kapitalist olmayan yoldan” bağımsızlığa, sosyalizme ulaşmak olarak görüldü.⁴
Modernleşme ya da bağımlılık teorilerinin dayandığı ortak zemin, geçmişten gelen az gelişmişliğin “eşitsiz gelişme” nedeniyle daha da pekişmesidir. Teorinin iç dinamiklere önem veren birinci versiyonu, çözüm olarak gelişmiş ülkelere bakıp onları taklit ederek gelişmeyi önerirken; gelişme sorununda dış dinamikleri daha fazla önemseyen ikinci versiyonu ise, dünya sürecinden şu ya da bu şekilde kopup bağımsız gelişmeyi salık veriyordu. Bu hali ile bu tür klasik gelişme teorilerinin -ve bunların yeni versiyonlarının- en büyük eksikliği, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ekonomik refah, uluslararası ilişkilerde Bretton Woods para sisteminin çökmesi ve bunun ardı sıra ortaya çıkan (uluslararası) borçlanma sorunu, 1973 krizinden sonra oluşan durgunluk ve buralardan itibaren “Uzakdoğu Kaplanları” ile gözle görülür olmaya başlayan “gelişmekte olan ülkeler” kategorisi vb. olguları dikkate almamaları, teorilerinde bu gerçeği atlamaları, özetle gelişmelere dar ideolojik gözlükler arkasından bakmaları oldu. Bu körlük onları yeni gelişmeler arkasında yatan gerçekleri, bunların ilgili bölgelerdeki üretici güçlerin ekonomik gelişimlerine olan etkilerini görmelerini engelledi.
Küreselleşme Süreci
90’lı yıllar itibarıyla uluslararasılaşmanın yeni bir aşaması olarak, somut olarak görünür olmaya başlayan küreselleşme sürecinin başlangıcı aslında 70’li yıllardan da gerilere gidiyor. Çünkü buralara gelmek de öyle gökten zembille inmek şeklinde olmuş olamaz: Bu anlamda yeni olanın eski içinde oluşmasının başlangıcı II. Dünya Savaşı’ndan sonra 50’li yıllara kadar uzanıyor. Bu sürecin temelinde ise sermayenin bir ‘survivor’ (hayatta kalma) refleksi olarak kendini yeniden (genişleterek) yaratma olgusu, bu bağlamda önceleri neşet ettiği yerlerde, Batı’da, üretici güçleri geliştirme olgusu yatıyor. Yani (klasik Marksist) teorinin “kapitalizmin bir müddet sonra üretici güçlerin gelişmesine engel olduğu” iddiasıyla devrim zorunluluğuna gerekçe yaptığı olgunun göreceleşmesidir bütün olay. Burada yeni olan diğer bir şey, sermayenin bu eğiliminin, şartlar oluştuğunda ekonomik olarak daha az gelişmiş bölgelere akarak oralarda kendini tekrar realize etmesi, daha doğru bir deyimle realize etmek zorunda kalmasıdır. Gelişmekte olan ülkeleri ekonomik açıdan gelişmiş merkez ülkelere yaklaştıran diyalektik, rasyonel bir biçimde başka türlü açıklanamaz. Sürecin (bilim insanları tarafından da) görülmeyen tarafı bizce işte bu filizlenme dönemi oldu. Çünkü bilinçlere çıkarılacak maddi gelişme, o dönemlerde henüz o derece olgunlaşmamıştı.
Çalışmamızın, özellikle önceki ampirik araştırma ağırlıklı bölümlerinde gördüğümüz ve buradan çıkardığımız sonuçlar, hayatın her iki teoriyi de deyim yerinde ise “yerle bir ettiğini”, emperyalizm teorilerinin pratikte iflas ettiğini gösteriyor. Bu durum, her iki kontra pozisyonun içinden yeni teori versiyonlarının doğmasını beraberinde getirdi. Günümüz itibarıyla modernleşme teorisi “neoliberal” ve “kurumsalcılık” olarak ikiye bölünürken, eleştirel gelişme teorisi başlığı altında bağımlılık teorisinin yanında -deyim yerinde ise- onun mutasyona uğramış aktüel versiyonu olarak “dünya sistemi teorisi” (I. Wallerstein) ortaya çıktı. Tüm bunları aşağıdaki tablodaki gibi özetlemek mümkün:
Teori özetle bu. Şimdi tekrar pratiğin gösterdiklerine dönelim:
Tek başına bir Çin deneyimi ve ondan önce “Uzakdoğu Kaplanları”nın tecrübeleri, gelişmenin, bunun daha önceleri vuku bulduğu bölgeleri neredeyse birebir taklit etme yoluyla olmayacağını, 60’lı yılların korumacı ithal ikameci politikalarının tek başına çözüm olamayacağını gösterdi. Çin’deki gelişmenin başlangıcı (daha sonra kapitalist işletme sisteminin yerleşmesine rağmen) kapitalizme özgü kurum ve kuralların olmadığı şartlarda start aldı.
Bunlarla birlikte klasik “uluslararası işbölümü” üzerine teoriler göreceli hale geldi, geliyor; üretici güçlerin gelişmesinin önündeki engellerin bizzat kapitalizm tarafından temizlenmesi ve “eşitsiz gelişme yasasının” aşınması ile artık geçerliliğini yitiriyor. Uluslararası işbölümü yeniden şekilleniyor.
20’nci yüzyılın az gelişmiş ülkeler-gelişmiş ülkeler (tek taraflı bağımlılık) diyalektiğinde belirleyici olan “komplementer işbölümünün” yerini, 21’inci yüzyılın bölgeler arası entegrasyon temelinde (çok taraflı bağımlılık) “intra-endüstriyel işbölümü” alıyor. GVC’lerin ortaya çıkardığı bir gerçek olarak metalarda “uluslararası katma değerlerin” payı, artık belirleyici olma trendleri gösteriyor. Eskinin gelişmiş ülke endüstrilerinin “ek uzantısı” olma konumundaki az gelişmiş ülkelerin yanında, bizzat gelişmenin ve inovasyonun kaynağı olarak gelişmekte olan ülkeler kategorisi ortaya çıkıyor. Bu durum, ülkelerin ve bölgeler arasındaki (ekonomik) farklılıkların yerine göre kapanmaya, teknolojik eşitsizliklerin aşınmaya başlamasının dayandığı zemini oluşturuyor. Bu olguya ilişkin pratikten verilecek bir dizi (istatistiksel) örnek var, ama biz konuyu aşağıdaki sembolik tablo ile bağlayalım.
Başlangıçta, inovasyon gücü açısından ABD ile Çin arasındaki fark, Birleşik Devletler lehine yaklaşık 14 puanla oldukça konforlu görünürken, bunun giderek küçülerek son olarak (2022) 6,5 puana indiği görülüyor. Her iki ülke arasındaki fark, yaratılan GSYİH açısından da giderek kapanma eğiliminde. Uzmanlar, Çin’in yakın gelecekte ABD’yi dünyanın en büyük ekonomisi olma konusunda da geçeceğini belirtiyorlar. Ülke, ABD’yi (enflasyondan arındırılmış) satın alma gücü konusunda şimdiden geçmiş durumda.
Bu bölümün başında bağımlılık teorilerinin dayandığı zemini açıklamak konusunda Marks’ın birtakım tespitlerinden örnek vermiş, gelişme konusunda onun üç değişik eğiliminden söz etmiştik. Bunlarda biri, daha doğrusu Marks’ın ilk yıllarda bu konuda aldığı pozisyon modernleşmeci-ilerlemeci yaklaşım idi. Buna göre, kapitalizmin yeryüzünde hızlıca yayılması ile sermaye tarafından dünya ölçüsünde üretim ve yaşam koşullarının “eşitleneceğini”, burjuvazi ve kapitalin hızla “kendi suretinde bir dünya” yaratacağı tahmininde bulunuyordu.⁵ Kabul, bugünün dünyasının değişik ülkelerini, değişik şartları, bölgesel (ekonomik) farklılıkları, göreceli “eşitsizlikleri” içinde barındırıyor; her şey her açıdan Marks’ın tespit ettiği gibi birebir aynı, “eşitlenmiş” değil! Ama eğilimsel olarak, günümüze ilişkin (farklılıkları da hesaba katarak) böylesi bir gelişmeden söz etmek mümkün değil mi? Görünüşe göre… En azından şimdilik!…
__
¹K. Marx, Das Kapital, MEW 23, s. 475
²Baran, Paul A.: Politische Ökonomie des wirtschaftlichen Wachstums, Neuwied/Berlin 1971, s. 66
³D. Senghaas, Peripherer Kapitalismus. Analysen über Abhängigkeit und Unterentwicklung, S. 18
⁴Ülkemizde 60’lı yıllarda popüler olan Milli Demokratik Devrim (MDD) anlayışını da söz konusu bağımlılık teorileri bağlamında görebiliriz. Daha yakın bilgiler için bkz.: M. R. Aktolga, Hatıralar, s. 42’den itibaren.
⁵K. Marks, MEW 4. Band, s. 466