“Kürt Kelimesinden Kaçıp ‘Halklar’ Kelimesinin Gölgesine Sığınıyorlar”
100 yılı aşkın bir süre boyunca büyük bedeller ödemiş, büyük acı ve travmalara maruz kalmış milyonlarca insanın nihayet legal planda elde edebildiği birtakım mevzileri, siyasi alanda kendi başlarına bırakılsalar birkaç yüz taraftarı zor bulabilen birilerine ikram etmek, yedirmek gibi bir lüks yaşatılıyor. Kürt sosyolojisine yaslanarak elde ettikleri kazancı farklı sosyolojilere ve siyasi gruplara harcayarak, adeta bir mirasyedi veya rantiye gibi yaşamayı hayat tarzı olarak benimsemiş bir siyasi yapı var.
Mülakat: Cihat Arpacık
Seçimlere Yeşil Sol Parti (YSP) çatısı altında katılan Halkların Demokratik Partisi (HDP) yüzde 8,8 oranında oy aldı. Bu, 2018’deki seçimlerde HDP’nin aldığı oydan yaklaşık yüzde 3 daha az bir orana tekabül ediyor. Çok sayıda HDP seçmeninin bu seçimlerde desteğini “kerhen” verdiği de sahada konuşuluyor. HDP’nin “Türkiyelileşme” siyaseti kapsamında attığı adımların, yaptığı ittifakların ve söyleminin başta HDP tabanında tepkiyle karşılandığı konuşuluyor. Bu durum da şu soruyu akıllara getiriyor: Kürtleri temsil iddiasındaki politikacılar kendi sosyolojisinden kopuyor mu? Yazar Ümit Fırat, sözü dinlenen bir Kürt aydın. 1960’lı yıllardan bu yana siyasetin içinde. Halkın Emek Partisi, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Kürt Aydın İnisiyatifi ve Yeni Demokrasi Hareketi’nde Fırat’ın da izi var. Onun kapısını çaldık ve Kürt siyasetinin serencamını ondan dinledik.
KÜRT SOSYOLOJİSİNE YASLANARAK ELDE ETTİKLERİ KAZANCI FARKLI SOSYOLOJİLERE HARCAYARAK MİRASYEDİ GİBİ YAŞAYAN BİR SİYASİ YAPI VAR
Kürt sosyolojisine yaslanan, bu sosyolojinin sorunlarını temsil iddiasında bir parti olan HDP/YSP’nin en önemli hedeflerinden biri sosyolojik genişlemeydi. Bu partinin öncülleri isminde genellikle “Halk” ifadesini kullanırdı. Son süreçte bu ifadenin “Halklar” kelimesiyle değiştiğini gördük. YSP’nin parti meclisleri arasında “Emek”, “Kadın”, “Gençlik” ve “LGBTİ” meclisleri var ancak “Kürt Meclisi” yok. Bu “genişlemeyi” nasıl okumalıyız?
Benim çocukluk ve gençlik yıllarımda henüz doğru dürüst bir kapitalizmden söz edemeyeceğimiz ve feodal ilişkilerin baskın olduğu bir dönemde iki tip Kürt zengini vardı. Bunların bir kısmı daha çok kuzey illerini kapsayan şehirlerde hayvan ticareti yapan Kürtler ile güney şehirlerde sahip oldukları büyük topraklarda çiftçilik yapan toprak ağası Kürtlerdi. 1960’lı yılların ortasında Keban Barajı inşasıyla birlikte başlayan arazi istimlakları sonucu üçüncü bir kategori olarak bir de istimlak paralarıyla zengin olan Kürtler ortaya çıkmıştı. Bunların bir kısmı bulundukları şehir veya kasabalarda benzin-servis istasyonları kurar, şimdiki beyaz eşya ticaretine tekabül eden mağazalar açarak kazançlarını yeni iş ortamları yaratarak yatırıma dönüştürür, kimisi de büyük şehirlerdeki eğlence hayatına duhul etmek suretiyle yoksul Kürt köylülerini köle gibi çalıştırarak elde ettikleri kazançlarını pavyonlarda tüketirlerdi. O dönemi analiz eden bazı sosyal bilimciler, bunlar için, ünlü bir dansözün isminden mülhem olarak, “İnci Birol’a yatırım yapanlar” derdi. Ben bu benzetmeyi ilk kez 1970’li yıllarında Hacettepe Üniversitesi’nde görev yaparken DDKO’da bize bir konferans vermesi için davet ettiğimiz Oya Baydar’dan duymuştum. Eski Türk filmlerinde “Hacıağa” olarak anılan ve ortalığa para saçan birileri gazinolarda dansözlük yapan bir kadına sevdalanır ve bütün kazançlarını oralarda kaybederlerdi. İnci Birol o dönemde Ayşe Nana, Özcan Tekgül gibi 1950’li yıllarda bazı Türk filmlerinde de rol alan ve epeyce hayranı olan çok ünlü bir dansözdü.
Yaptığım bu benzetme birilerinin hoşuna gitmeyebilirse de ben HDP ve öncesinde kurulup kapanan ya da kapatılan partilerde benzer bir davranış bulurum. 100 yılı aşkın bir süre boyunca büyük bedeller ödemiş, büyük acı ve travmalara maruz kalmış milyonlarca insanın nihayet legal planda elde edebildiği birtakım mevzileri, siyasi alanda kendi başlarına bırakılsalar birkaç yüz taraftarı zor bulabilen birilerine ikram etmek, yedirmek gibi bir lüks yaşatılıyor. Kürt sosyolojisine yaslanarak elde ettikleri kazancı farklı sosyolojilere ve siyasi gruplara harcayarak, adeta bir mirasyedi veya rantiye gibi yaşamayı hayat tarzı olarak benimsemiş bir siyasi yapı var.
İlk kez HDP ile başlatılan, son 10 yıldır da devam eden Halk yerine Halklar kelimesinin kullanımı elbette biraz zorlama gibi duruyor, tabii bunun arka planında bir tepki olduğunu da düşünmek lazım. Gerek resmî ideoloji ve gerekse başta Anayasa olmak üzere, diğer yasalar ve idari uygulamalar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünü Türk saydığı için, modası geçmiş bir kavram da olsa, devletin dayatmasına veya “Türkiye Türklerindir” ifadesine bir itiraz, bir tepki olarak kullanıldığını düşünüyorum. Dünyanın neredeyse tümüne yakın devletinde birden çok etnik kökene sahip toplumlar yaşıyor ve oralarda böyle bir kavram kullanıldığını duymadım. Örneğin, İran Halkları, Irak Halkları, Suriye Halkları, Çin Halkları, İspanya Halkları, ABD Halkları vb.… Ne var ki, milyonlarca insan bu partiye birer Kürt olarak destek verirken, parti yöneticileri veya partiye yön veren güçler, Kürt kimliğinden kaçarak uydurdukları “Halklar” kelimesinin gölgesine veya legalitesine sığınıyor.
Yani HDP, Kürt kimliğinden kaçıyor mu?
Türkiye’de öyle bir paranoya egemen ki Kemal Kılıçdaroğlu CHP’nin başına getirildikten sonra herkes onun Kürt ve Alevi olduğunu biliyordu ama kendisi ancak 13 yıl sonra Alevi olduğunu söyleyebildi. 12 yıl kadar önce katıldığım bir TV programında moderatör arkadaş Kılıçdaroğlu’nun Kürt ve Alevi olup olmadığını bana sorduğunda, “Biz öyle diyoruz, ama kendisi soyunu Akşehir’de Nasreddin Hoca’ya dayandırmaya çalışıyor” cevabını vermiştim. Yıllardır HDP için Kürt partisi diyen arkadaşlarıma da, “İftira ediyorsunuz, onlar kendilerinin öyle ifade edilmesini istemiyor ve devamlı olarak bu sıfatla anılmayı tekzip ediyor” uyarısında bulunurum.
Kurulmuş olan tematik meclislerin parti tabanında da temsil ettikleri bir kitleleri varsa ve gerçekten de aldıkları tavsiye kararları veya dokümanları parti yönetimi için bir anlam taşıyorsa, buna söylenecek bir sözüm yok ve demokratik bir yönetim için iyi birer model de oluşturabilirler. Kürt Meclisi kavramını bu saydığınız meclislerden farklı bir kategoride değerlendirdiğim için bunun olmamasını sorgulamıyorum. Bu tür meclisler oluşturulmaya başlanırsa, rahmetli Süleyman Demirel’in verdiği bir rakama göre 28 etnik grup veya toplum için meclisler oluşturmak lazım gelir.
TÜRKİYELİLEŞME KAVRAMINA ÖTEDEN BERİ KARŞI ÇIKMIŞIMDIR
HDP’nin “Türkiyelileşme” siyasetinin yansımaları bunlar aslında. Bu hedef gerçekçi mi ve başarı sağlanabildi mi?
Türkiyelileşme kavramına öteden beri karşı çıkmışımdır. Bunu genel olarak Türkiye’yi yöneten egemenlerin Kürtlere bir aşağılama, diz çöktürme veya itaat ettirme talebi olarak görüp değerlendirir ve karşı çıkarım. Benim büyük dedelerim ve ninelerim Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’nı kazanmasından önce de aynı topraklarda yaşamaktaydılar. Yaşadıkları toprakların özbeöz yerlisi veya otokton bir halkıydılar. Benim birilerine bu ülkeye ait olduğumu inandırmak gibi bir sıkıntım veya derdim yok. Bir insan veya topluluk, binlerce yıldır üzerinde doğup büyüdüğü topraklara yabancılaşmış olsa veya Yahudiler gibi 2000 yıl uzak kaldıktan sonra anayurtlarına yerleşmeye kalksa ve İsraillileşmeye yönlendirilmeye çalışılsa, belki bunun bir anlamı olabilirdi. Ama çok şükür ki bazı kısa dönemli ve kısmi toplu sürgünler dışında Kürtler hep kendi topraklarında yaşadılar ve göç yoluyla bir ülkeye yerleşme ihtiyacı duymadılar.
Kürt siyasetinin sosyolojisini kaybetmeye yüz tuttuğu eleştirilerine katılır mısınız? Katılıyorsanız bunun nedenleri nedir?
Kürt siyaseti derken HDP veya yerine kurulacak partiyi kastediyorsanız, elbette ciddi bir kayıptan söz edilebilir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde HDP o güne kadar alabildiği en yüksek oyu alarak tavan yapmıştı. Bunda asıl neden o günün siyasi konjonktürüydü ve insanlar Kürt meselesinde silahsız/savaşsız bir çözüme doğru gidiliyor inancına kapılarak bu işte kilit bir rol üstlenmiş gibi gördükleri HDP’ye büyük destek verdiler ve HDP oyların yüzde 13,12’sine tekabül eden 6.058.489 oy alarak, parlamentoya 80 temsilci gönderdi. Ancak seçimlerden hemen önce başlayıp birkaç ay sonra da hendek savaşlarına dönüşen gelişmeler sonucu HDP’nin iradesizliği karşısında bu desteklerini geri çekmeye başladılar ve 5 ay sonraki 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yüzde 10,76 ile 5.148.085 oyla parlamentoda 80’den 59 temsilciye gerilediler. Son 14 Mayıs 2023 seçimlerinde ise 8,82 oy yüzdesiyle ve artan seçmen sayısına rağmen 4.803.922 oyla parlamentoya 61 temsilci gönderebildiler. Burada partinin ana gövdesini oluşturan Kürt kitlesinin eski heyecanını ve desteğini sürdüremediği, parti örgütünün kitlelerle eski yakın ilişkilerini koruyamadığı hususlarının yanı sıra Kürt toplumunda artık bir çözümsüzlük duygusunun geliştiğini, seçim barajının düşürülmesi nedeniyle “HDP Meclise” gibi bir gailesinin olmadığını, giderek de partiye olan aidiyet duygusunu kaybettiğini sıralayabiliriz. Tabii partinin olmazsa olmaz kitlesi olan Kürt üye, seçmen ve taraftarlarının parti yönetiminde ve politikalarında Kürtler olarak etkin olamadıkları, aday belirlemelerindeki isabetsizlik vb. gibi bir durum da çok önemli bir gerileme nedenidir.
Yerel seçimlerde takınılacak tutum tabanda yeni bir heyecan yaratabilir mi yoksa o tren zaten kaçtı mı?
Yerel seçimlerde de bir düşüş olacağını sanıyorum ama yine de Kürt illeri ve ilçelerinde büyük ölçüde belediye başkanlığı kazanacaklarını düşünüyorum. Hatta tıpkı İmamoğlu örneğinde olduğu gibi, HDP’li olmayan pek çok insan kayyumlara tepki olarak da olsa, HDP adaylarına oy verir. Bence işin en heyecanlı yanı, sonuçları aşağı yukarı belli olan seçimlerden ziyade sonrasında yaşanacak. Devlet yeniden kayyum atayacak mı, artık mevcut durumu kabullenecek mi? Bence HDP tabanından ziyade Tayyip Erdoğan rejiminin bu konuda ne tür bir politika izleyeceği daha çok merak konusu.
“SENİ BAŞKAN YAPTIRMAYACAĞIZ” ÇIKIŞI HESAPSIZ VE MANASIZDI, DİYALOĞUN ÖNÜNÜ KESMEK İÇİN ÖNEMLİ BİR BAHANE OLDU
Türkiye’de siyasette bir “tıkanmışlık” görüntüsü var. Bunda HDP’nin Temmuz 2015 ve sonrasındaki “hendek siyasetini” benimsemesinin ve Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışının payı olduğu söylenir. Siz bu görüşe katılıyor musunuz? HDP o süreçle ilgili bir özeleştiri vermeli mi?
Siyaset sadece Türkiye’de değil bütün dünyada da bir tıkanmışlık yaşıyor. ABD’de Trump denen bir haydut tekrar şanslı bir aday olarak ortada, rakibi ise 85 yaşındaki Joe Biden. Siyasetin beşiği sayılan Fransa’da sadece bir Nazi partisi ayakta. Diğer Avrupa ülkeleri de siyasi tıkanmışlıklarla karşı karşıya. Tayyip Erdoğan’ın hâlâ Türkiye’de en güçlü siyasi lider olması ve seçim kazanması da bir siyasi tıkanmışlık sonucu değil mi? Bu bakımdan Türkiye siyaseti de uluslararası konjonktürden bağımsız değildir ve bu hususta yalnız sayılmaz. “Seni başkan yaptırmayacağız!” çıkışı çok hesapsız ve manasız bir çıkıştı. O günkü koşullarda Tayyip Erdoğan’a tepki duyan, husumet besleyen çevrelerde epey sempati buldu ve alkış topladı, lakin hâlihazırda çok iyi gitmese de yürüyen bir diyaloğun da önünü kesmek için önemli bir bahane oldu. Özeleştiri meselesine gelince, tabii ki, başta Selahattin Demirtaş olmak üzere bir özeleştiri vermeli ama ne yazık ki o işin mimarı sayılan Abdullah Öcalan’ın sözcülüğünü yürüten bir arkadaşlarına parti olarak hâlâ çok önemli görevler verilmekte ve partideki radikal sol kanat, o çıkışın çok doğru ve yerinde bir çıkış olduğunu savunmakta. Tabii CHP’liler de çok doğru buluyorlar.
DEVLET POLİTİKASI KÜRT MESELESİNİ BİR SİLAHLI MÜCADELE VE TERÖR SORUNU OLARAK GÖRMEYİ VE GÖSTERMEYİ TERCİH ETTİ
HDP/YSP ya da yeni adıyla DHP dışında da Kürt partileri var. Bütün iç veya dış eleştirilere rağmen o partilerin Kürt anaakıma tutunamadığını görüyoruz. Bunun nedeni nedir?
İşin kolayına kaçmak gibi görünse de Türkiye’de siyasete ve hukuka büyük bir zarar vermiş olan 12 Eylül rejiminin günahı çok büyük. 12 Eylül öncesi yarı legal planda da olsa pek çok Kürt siyasi yapısı üye ve yöneticileri ya hapse atılıp Diyarbekir 5 No’lu Askeri Hapishanesi’nde ağır işkencelere maruz kaldılar ya da Batı Avrupa ülkelerine kaçmak zorunda kaldılar. Buna rağmen Newroz vb. çeşitli etkinliklerde bir araya gelen Kürt aydınları ve Ekim 1989’da yapılan Paris Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilen Kürt parlamenterler Kürt siyasi dünyasındaki varlıklarını korudular ve 1990 yılında bir grup sendikacı ve aydının da destekleyip içerisinde yer aldığı Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurmayı başardılar.
1980 öncesi çeşitli grup veya örgütlerde siyaset yapan pek çok Kürt, HEP’in kuruluşunda aktif olarak yer almış ve desteklemişti. Ancak kurulduktan bir süre sonra başlangıçta HEP’e karşı mesafeli duran PKK taraftar ve sempatizanları da partiye katıldılar. Parti çalışmalarında oldukça aktif konumlara sahip oldular ve diğer Kürt gruplarının parti içerisindeki taraftarlarını veya tabanlarını da arkalarındaki silahlı hareketten de güç alarak kendi saflarına çekmeyi ve artık Kürt siyasi dünyasında oldukça rahat hareket edebildikleri legal bir etki alanına hâkim olmayı başardılar. Bu gelişmelerde devlet politikası da oldukça etkili oldu ve legal veya meşru zeminlerde politika yapmak isteyen Kürt politikacılara karşı son derece sert tedbirler alarak, Kürt meselesini bir silahlı mücadele ve terör sorunu olarak görmeyi ve göstermeyi tercih etti. Akşam gazetesi yazarı Aslı Aydıntaşbaş, 20 Ekim 2009’da “29’uncu isyan bitiyor” başlığıyla bir yazı yazmıştı. O yazıda yıllar önce bir yetkiliye “Devletin, Şerafettin Elçi gibi, Ümit Fırat gibi, Abdülmelik Fırat gibi bağımsız ve hatta PKK karşıtı Kürtlere karşı neden çok sert olduğunu” sorduğunu belirtmiş ve aldığı cevabı yazısında şöyle aktarmıştı:
“Türkiye hiçbir zaman Kürtlerin meşru bir hareket tarafından temsil edilmesini istemedi. Onun daha tehlikeli olduğu düşünüldü. Yıllardır MGK’da ılımlı bir Kürt hareketinin, PKK ve silahlı terörden daha tehlikeli olacağı varsayımı vardı.
İşte şimdi değişen paradigma bu. Devlet artık Kürt hareketinin silahlı, dolayısıyla ‘meşruiyet özürlü’ olması gibi bir tercih içinde değil. Türkiye artık siyasi bir Kürt hareketinden korkmuyor. Tam tersine silahların susması ve PKK’nın tasfiye sürecinin DTP (Demokratik Toplum Partisi) çatısı altında meşru siyaset zeminini güçlendireceğinin farkında. Tarihin de akışı bu yönde. Ama artık Ankara bundan çekinmiyor.”