Kürt Sorununun Edebiyatla İmtihanı
Türkiye’nin diğer yapısal sorunları gibi Kürt sorunu da edebiyatın damarından süzülürken kendini bazen roman ve hikâye bazen de şiir ve deneme formunda görünür kılar. Bu görünme hali, dün kendini Ahmedê Xanîlerden Melayê Cizîrîlere kadar yaşatmaya çalışırken, günümüzde ise Mehmet Uzunlardan Kadri Yıldırımlara, dergi formatında ise dün kendini Celadet Ali Bedirhanların Hawar dergisinden günümüzde Nûbihar isimli dergiyle hem daim hem de kaim kılmaktadır.
Görüşmecim taze soğan getirmiş.
Ahmet ARİF
Kürt sorununda çözüm adresi ve muhataplık tartışmaları uzun bir aradan sonra tekrar siyaset sahnesindeki yerini almışa benziyor. Türkiye’nin yapısal sorunlarından biri olan Kürt sorunu, dün olduğu gibi yarın da tartışılacaktır. Sorun, siyasal arenada 2015 yılında “buzdolabında donmuş” halde bırakılmış olsa da edebiyat dünyasında kendine hala yer bulduğunu hatta siyaset arenasından daha çok bu alanda kendini hissettirdiğini söylemek abartı olmaz. Güvenlikçi politikaların dominant olduğu dönemlerde insanlar; söze, edebiyata, şiire, müziğe, kitaba, bilime ve yazım dünyasına daha çok zaman ayırırlar. Bu dönemlerde yazarların -ister cezaevinde olsunlar ister cezaevi dışında- edebiyat sahasında çokça metinler kaleme aldıklarını gözlemliyoruz. Bu kimi zaman öykü formatında kimi zaman şiir kimi zaman da roman formatında kendini gösteriyor.
Ahmet Kaya Penceresiz Kaldım Anne şarkısıyla Duvarlar Konuşmuyor Anne diye müzikseverlere seslenmiş olsa da Türkiye’de -yolu cezaevinden geçse de geçmese de- nice ismin duvarları konuşturduğu söylenebilir. Sadece duvarlar değil, ranza, koğuş, tel örgüler, işkenceler gibi cezaevi terminolojisiyle ilgili onlarca kavram, metafor, simge ve imge; edebiyatın roman, öykü, şiir, deneme, hatırat hatta piyes türüne konu olmuş ve bu türlerde deyim yerindeyse Kürt sorunu bağlamında bir edebiyat külliyatı ve/ya cezaevi külliyatı oluşmuştur. Edebiyat hayatın her alanına dair duygu ve düşüncelerin edebi bir dille dışavurumu olduğu şeklindeki en basit tanımlamayı baz alacak olursak söyleyebileceğimiz şey; hastane, okul, fabrika, üniversite, sokak, ev, pazar, köy, şehir gibi hayatın temas ettiği mekanlar nasıl edebiyatın konusu oluveriyorsa, hayatın cezaevine uğramayacağı veya bu alandan kopuk olduğunu ileri sürmek de ne rasyonaliteye ne de ontolojiye uygun kaçar. Hele hele Kürt sorunu gibi tutuklama, gözaltı, yargılama, mahkeme, cezaevi gibi durumların çokça yaşanmış olduğu gerçekliği karşısında.
Bu gerçeği Bediüzzaman’ın Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yusufiye olur ya da Mehmed Uzun’un Cezaevleri toplumsal üniversitelerdir sözü en iyi anlatan cümlelerden olsa gerek. Buradan hareketle Modern edebiyat, Postmodern edebiyat, Köy edebiyatı, Şehir edebiyatı gibi tamlamalar kadar, Cezaevi edebiyatı da literatürde kendine yer bulmuştur denilebilir.
Kürtler, Kürt sorunu ve bunun etkilediği hayatın diğer departmanlarına dair edebi ürünlerin daha çok 2010 yılından sonra arttığını görmekteyiz. Kürtçe ile yazılan eserler kadar, Türkçe ile yazılan eserlerin giderayak arttığı edebiyat sahasında, bu eserlerden müteşekkil mini bir derleme yapmaya çalıştık. Bunu yaparken de detaylı bir içerik analizinden çok, yayınlanmış eserlerin kısa bir tanıtımı üzerinden, edebiyatın Kürt sorununu ne kadar işlediğini ya da bir nevi imtihanını ortaya koymak istiyoruz. Konuyu bu şeklide ele alma tercihiyle; Kürt Sorunu veya Kürtlerin, cezaevi edebiyatı türüne giren; roman, öykü, şiir, hatırat, mektup ve piyes başlıkları üzerinden bir edebi fotoğraf çekmek niyetindeyiz.
Romanlar
Edebiyatın roman türüne ilişkin ele alacağımız ilk eser, 2015 yılında Selim Temo tarafından Sen ismiyle çevirilerek İthaki yayınları tarafından raflardaki yerini almış olan, öncesinde ise Dengê Komal Yayınları tarafından yayınlanan TU isimli Mehmet Uzun’un Kürtçe romanı. Roman, genç bir kürdün yazdığı Kürtçe bir şiir dolayısıyla tutuklanıp, Diyarbakır Askeri Cezaevinde gördüğü yoğun işkence seanslarını ve ardından kaldığı hücrede bir böcekle olan uzun konuşmaları üzerine kuruludur. Görüldüğü gibi edebiyat dünyasına dair ilk kitabı ele alırken bile, Kürt sorunu ekseninde; işkence, anadil Kürtçe, tutuklama, askeri cezaevi gibi gibi soğuk gerçeklikler gelip suretimize yapışıveriyor.
1970 sonrası dönemin anlatıldığı romanın girişi uzun bir Diyarbekir anlatımı ile başlar ki burada Mehmed Uzun’un şehre olan tutkusunu farketmemek elde değil. Romanın iki bölümden oluştuğu söylenebilir. Romanın başkahramanının cezaevi öncesi acı ve yalnızlık içinde geçen cezaevi dışındaki hayatı ile cezaevinde işkenceyle başlayıp, bir tür sözlü Kürt tarihiyle hasbihalleştiği kêz xatun, (hamam böceği) üzerinden konuşmalarının yer aldığı, direniş ve umudu işlediği cezaevi hayatı. Romanda yazarın kendi kişisel hayatından kimi parçalar görmemiz otobiyografik yönünü gösterse de, işkence sonrası böcek ile başlayan konuşmasında stranlar, ninniler, masallar, destanlar ile sözlü Kürt tarihiyle okuru buluşturması, bir tür kişisel öykü ile tarihsel öyküleri mezcederek adeta dünü ve bugünü romanına giydirdiği rahatlıkla söylenebilir. Romanın başkahramanın böcek ile olan konuşmasında (muhtemelen Kafka’nın Değişim isimli eserindeki böcek metaforuna gönderme yapmıştır Mehmet Uzun), ninesinin kendisine anlattığı Stran, masal, ninni ve destanlardan her bahsettiğinde şu tekerleme ile başlar ve romanda bu tekerleme kendine sıklıkla yer bulur.
Kêzê kêzê kêz xatûnê
Bi şimika reqreqûnê
Bi şahîra gûl avdûnê
Tu bi ku derê diçî
Değineceğimiz ikinci roman ise, 2016 Kasım ayından beri Sincan cezaevinde kalan İdris Baluken’in 2018 yılında Dipnot yayınlarından çıkan Üç Kırık Dal adlı romanıdır. Roman, üç üniversiteli genç olan Deniz, Alican ve Cengiz’in Diyarbakır’da üniversiteye başlayışlarını, beraber kaldıkları öğrenci evi yaşamından kesitleri, hayallerini, aşklarını, umutlarını ve politik yönlerini işler.
Deniz’in bir deniz kazasında babasını kaybetmesi sonrası Ankara’dan gelip, Dicle Üniversitesinde Tıp Fakültesini okuyuşunu, Alican’ın haksız yere hapsedilen babasının öcünü almak için Hukuk Fakültesini, Cengiz’in ise yakılan köyler ile faili meçhullerin peşine düşmek için okuduğu Gazetecilik bölümüyle bir tür hayalleri anlatılırken, aşk da yer alır romanın sayfalarında. Edebi dil ve kurgudan uzak kaldığı eleştirilerine rağmen, romanın ana mesajı Diyarbakır’da bir miting esnasında yaşanan korkunç patlamayla verilen öfke, özlem, barış, kardeşlik mesajlarının olduğu görülmektedir. Bu patlamada ambulans doktoru olarak görev alan Deniz patlama esnasında hayatını kaybeder, Cengiz ise mitingi izlemek için gazetesi adına olayı yaşarken, ölüme ve acıya şahid olur. Bu tanıklıklar, bir nevi İdris Baluken’in Haziran 2015 seçimleri öncesinde yaşadığı Diyarbakır’daki miting patlamasına göndermeler içerir.
Öyküler
Edirne F Tipi cezaevinde yatan Selahattin Demirtaş’ın 2017 yılında Dipnot yayınları tarafından neşredilen Seher adlı öykü kitabı, töre cinayetleri temasını konu edinen bir eser olarak cezaevinde yazılmıştır. Evin en büyük kızı olan Seher isimli karakterin, aynı işyerinde annesinin de bilgisiyle görüştüğü Hayri tarafından bir nevi kandırılarak, cinsel istismara maruz kalması ve ardından ailenin bu vakıa karşısında Seher’i aile içi bir cinayetle öldürmesini kimi zaman acıklı kimi zaman da mizahi bir dille ele aldığı görülmektedir. Aile meclisinin toplanıp, Seher’in ölüm fermanını verişinin ve bu ölümde daha az ceza alsın diye ailenin en küçüğü Engin tarafından bir ormanda öldürülüşünün seyrinin anlatıldığı hikâye, dramatik ve acıklı bir şekilde işlenmektedir. Öykünün en dramatik sahnesi, Seher’in ormana ölüme götürülürken, iki kız kardeşi ile annesinden ayrılma sahnesi olsa gerek. Kitabı kadınlara değil, erkeklere mesaj olsun diye yazdığını dile getiren Demirtaş’ın bu öykü kitabı, edebi yönden uzak bulunsa da, konusu itibariyle bir toplumsal yaraya dikkat çekiyor oluşu açısından kayda değerdir.
Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde yazdığı ikinci öykü kitabı olan Devran 2019 yılında İletişim Yayınları tarafından neşredildi. On dört küçük öyküden oluşan bu eserin ekseninde öykünün kurmaca tekniği üzerinden gündelik hayatta sıklıkla karşılaştığımız yoksulluk ve çaresizliğin halleri hem gözümüze hem de ruhumuza vurulmaktadır. Vuruyor ama dili oturmamış olsa da, üslubu ironi ile bezeli bir o kadar da dram yüklü oluşu dikkat çekicidir. Kitapta geçen “Yoksul insanların duygu dünyaları zengin, yürekleri bonkör” cümlesi de aslında öykülerde geçen dertli, yaralı, yoksul, çaresiz ama temiz kalpli insanları özetliyor adeta. Kimi zaman işkenceyle öldürülen Devran, kimi zaman mevsimlik işçi Ferit, kimi zaman dindar gazinocu Yusuf’un çelişkileri kimi zaman da yoksulluğun vurduğu çaresizlikten ötürü odun alamadığı için bebeği donarak ölen Esma’nın gerçekçi öyküleri insanı bir hayli acıtıyor kitabın sayfalarında gezinirken. Acıtan bu dram yüklü hikâyelerin kimilerinde ise Aşk Boğar İnsanı ve Taş Ocağı öykülerinde olduğu gibi, kimi hikâyeler ruhsuz ve soğuk bir şekilde adeta alalece yazılmış hissini de vermiyor değil bu arada. Öykü tekniği açısından vasat ama hikâyelerin teması açısından hayatın içinden sadır olmuş sahici, içten ve içimizden hikâyeler olan Devran adlı eser, bizi duyarlı ve insan kalmaya çağıran bol mesaj yüklü bir eser olarak raflardaki yerini alan bir öykü kitabı.
Öykü başlığı altında bir de öykü derlemesinden bahsetmek yerinde olacaktır. Metis kitap tarafından yayınlanan, editörlüğünü Aytekin Yılmaz ile Müge İplikçi’nin yaptığı Hapishaneden Öyküler adlı eser ise, 1994-2004 yılları arasında hapishanelerde yazılan öykülerden oluşan derleme bir eser. Toplam 20 hapishaneden, 18 yazarın gönderdiği 100 öyküden seçilerek oluşmuş bu kitap, Mardin’den Edirne F Tipi hapishanesine kadar geniş bir coğrafyadan gelen öykülerin toplamından ibaret. Eserin oluşumunda; Uluslararası PEN Genel Merkezi ve Uluslararası Hapisteki Yazarlarla Dayanışma Komitesi’nin yanısıra, Avrupa Kültür Fonu ile Avrupa Birliği Komisyonu İnsan Hakları Mikro Programının finansal destek verdiğini kitabın önsözünden hemencecik öğreniyoruz. Kitapta onsekiz öykü olup, öykülerin ana teması mahpusların mekân algıları, anıları, kendilerinin içsel dünyalarına dönük yolculuk ile dışarıdaki hayata dair duyulan özlem, hüzün ve umutlardan oluşmaktadır. Bu eserin önemli yönlerinden biri de, öykü yazarlarının estetik kaygı gözeterek yazmaları kadar, dönemin sosyo-politik ve kültürel havasına dönük örtük ve direkt değinileri de taşıyor olmalarıdır.
Şiirler
Edebiyatımızda şiir kitabı birçok yayınevi tarafından yayınlanmış ve Türkiye’de en çok baskısı yapılan kitap olarak bilinen Diyarbakırlı şair Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim isimli şiir kitabı 1968 yılında yayınlanmıştır. Ahmet Arif’in İstanbul Harbiye Askeri hapishanesinde iken kaleme aldığı birkaç şiiri, Hasretinden Prangalar Eskittim kitabının içinde yer alır.
1950 ile 1952-1953 yıllarında tutuklanıp hapishaneye düşen şairde, belirgin bir lirizm damarı, politik dozajı yüksek bir haykırış ile keskin bir gözlemcilik neredeyse tüm şiirlerinde baskındır. Ahmet Arif’in şiirlerine sinmiş olan acı, bellek, lirizm ve direniş aslında Kürtlerin de bir tür yaşamlarının adeta özeti gibidir. Hapishanede iken yazdığı İçerde isimli şiirinde Ahmet Arif, ülkeye gelmesini özlediği baharı, umudu ve ödediği bedelleri cezaevindeki nesnelere seslenerek dile getirmektedir.
İÇERDE
Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin…
Ele alacağımız ikinci şiir kitabı ise, Türkiye’nin ilk başörtülü kadın belediye başkanı olarak 2016 yılından beri Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuklu olan Erciş Belediyesi eski Başkanı Diba Keskin’in, cezaevinde iken kaleme aldığı ve tümü Kürtçe ile yazılmış Bênder isimli şiir kitabı Sitav Yayınları tarafından 2019 yılında yayımlandı. Bênder, Kürtçe’de harman, harman yeri anlamına gelmektedir.
Şiirlerin avami bir Kürtçe ile yazılmış olmasından dolayı rahatlıkla anlaşılır olan bu eserde Keskin’in, sözlü Kürt Edebiyatı’ndan da beslendiğini rahatlıkla söylemek mümkün. Şiirlerinde ağırlıklı olarak; mahpushane yaşamını, annelik duygularını, mücadele arkadaşlarıyla olan dayanışmalarını, insan sevgisini, Kürtlere yönelik baskıları ele aldığı görülmekte olup, edebi dil ve teknik açısından ise kitap vasat olduğu izlenimi vermektedir. Diba Keskin’in aldığı on üç yıllık cezaya rağmen şiirlerinde hayattan kopmamış, umutlu bir kadın portresi çiziyor oluşu ise oldukça dikkat çekicidir. Diba Keskin’in şiirinden bir dörtlük:
Di bin barana sterkan de
şil ü pil bü rih ü can
keskesora xapinok kevana xwe avet
ser dile rehwan.
Yayınladığı on beş kitabının içinden dört şiir kitabı ve kurduğu Belkî Yayınevi ile önemli eserler vermiş olan eğitimci Rênas Jiyan’ın, 2013 yılında yayınlanan Mexzena Xwînê isimli şiir kitabının ilginç bir öyküsü var. Jiyan kitabının önsözünde bunu şu şekilde anlatır: “Bu kitap, kendini küllerinden diriltti. Tutuklanmamla birlikte o da tutuklandı. Ben bırakıldım bir süre sonra ama o tutsak kaldı, daha doğrusu tahrip edildi ve kaybedildi. Şimdi artık onu tamamladım. Fakat onu tamamladım mı yoksa hapislikten, hapishanenin arşivinden mi kaçırdım, bilmiyorum.” Bu şiir kitabına cezaevi öncesi başlamış, tutukluluğunun sona ermesinden sonra da şiirlerini yazmayı sürdürmüş ve ardından da yayınlatmış bir şair Rênas Jiyan. Bu şiir kitabı dışında; Janya (şiir), Dîn û Şîn (şiir), Diêşiya (şiir), Berfwerîn (şiir), Çirûskîzm, Stranên Sor Niviştên Mor (roman) eserleri olan Rênas Jiyan’ın, Mexzena Xwînê isimli şiir kitabından bir kesit sunalım;
tu kuxika cixareya min a ewilî yî
tu rondik vexwarina ewil a giriyê min î evînî yî
tu lîse ya emre min î
/(li paş hewşa mektebê heke tu werî bin wan daran
bi soz!
bi dengê xwe yê nuh qalind bûye
ez ê azan bidim navê te
lîse,
mekteba min çavên te) /…
Mektup
Cezaevi edebiyatı bağlamında yazılan mektup türünde ise tek bir eserle iktifa edeceğiz. Zira bu yazın türünde çokça eserlerin olduğunu söylemek pek mümkün değil. Bu eser; Orhan Miroğlu’nun 1980-1987 yılları arasında kaldığı Diyarbakır Cezaevi’nde iken yazdığı 150 civarındaki mektubundan oluşan Ölümden Kalıma, Diyarbakır Cezaevi’nden Mektuplar isimli hatırat-mektuplar kitabı olup, mezkûr eser 2010 yılında Everest yayınları tarafından yayınlanmıştır. Orhan Miroğlu’nun annesine, babasına ve avukatına yazmış olduğu bu mektuplarda dikkat çeken en önemli unsurun; işkenceye, çürümeye ve insan onurunun ayaklar altına alınmasına karşın yazmayı bir direnme biçimi olarak telakki eden yaklaşıma sahip olduğunu bu eserinde belirtmiş olmasıdır. Diyarbakır’da öğretmenlik yaptığı lisede başlayan gözaltı sürecini ve ardından Diyarbakır Cezaevinde gördüğü korkunç işkenceler karşısında bu eseri yazmayı kendine görev addettiğini dile getirdiği bu mektuplarında Miroğlu, belirgin bir şekilde özlem duygusunu ve insan sevgisini işlemektedir. Ailesine ve Diyarbakır’a olan özlemini dokunaklı bir şekilde anlatan Miroğlu, mektuplarını Türkçe bilmeyen annesi tarafından evine gelen herkese okuttuğuna da değinir kitabında. Ailesini dışarda sahipsiz bırakmış olmanın ezikliği ve mahcubiyetini dile getirdiği bu mektuplarda Miroğlu, davalarıyla yeterince ilgilenmediği için avukatına sitemde de bulunur.
Bir Dergi ve Bir Piyes
Kürt sorununun edebiyat ve cezaevi ile ilgili boyutuna ilişkin araştırmalar yaparken, mahpuslara yönelik üç ayda bir çıkan Mahsus Mahal isimli edebiyat dergisinin varlığından haberdar oldum. Kendi alanında ve türünde bir ilk olan bu derginin varlığından edebiyatseverleri de haberdar etmek iyi olur. Kendisi de 9,5 yıl cezaevlerinde yatmış olan derginin genel yayın yönetmeni Aytekin Yılmaz tarafından çıkarılan Mahsus Mahal dergisi, ilk sayısını 2007 yılının Ocak yayında yayınlar. Dergi çıkış amacını “Soğuk duvarların ötesindeki kalemleri dışarıdaki hayatla buluşturabilmek, kalemlere beyaz bir sayfa olmak, içerdeki edebiyatla dışarı arasında sözcüklerden bir köprü inşa etmek” diye özetlemekte. Çok önemli bir işleve sahip olan bu derginin çıkışında büyük emeği olan Aytekin Yılmaz roman ve inceleme kitapları da olan bir yazar. En son Abdullah Öcalan’ı işlediği Son Diktatör kitabını da yakın zamanda neşretmiş bir isim. Bilebildiğimiz kadarıyla yedi mahpushane kitabı yayınlamış olan Yılmaz’ın Mahsus Mahal Derneği adlı bir sivil toplum kuruluşu üzerinden de mahpuslara yönelik kültürel ve sosyal çalışmalar gerçekleştirdiğini bu derginin sayfalarından öğreniyoruz. Dergide, cezaevlerinde kalan mahpuslar kadar, cezaevlerinde bir süre kalmış sonradan da cezaevinden çıkmış olan kimi yazarların şiir, öykü, deneme ve çizimleriyle katkıda bulunduğu derginin en önemli yönlerinden biri de mahsus mahal kitaplığı adıyla cezaevi kitaplığı oluşturmuş olmalarıdır. Bir de 2009 yılından itibaren mahsus mahal adını verdikleri ödüller ile cezaevlerindeki yaşamı bir tür dışarıya duyurmaya, dışarıyla buluşturmaya çalışan, mahpusların yazma yönünü de teşvik etmelerini sağlayan bir ödül (Haldun Taner Ödülleri, Yaşar Nabi Nayır Ödülleri, TYB Ödülleri vb. gibi) organize ediyor oluşlarıdır.
Cezaevi edebiyatı bağlamında ele alacağımız son edebi eser ise bir piyes ya da oyundur. Musa Anter’in 1959 yılında Harbiye Askeri Cezaevi’ndeki 38 nolu hücresinde Türkçe ve Kürtçe kaleme aldığı Kara Yara/Birîna Reş isimli oyun/piyes metni Avesta yayınları tarafından neşredilmiştir. Eseri Türkçe ve Kürtçe kaleme almış olan Musa Anter, kitabı şu cümle ile ifade eder: “Aziz okurlarım, bu eseri 1959’da İstanbul Harbiye’sinde 38 Nolu hücrede tutuklu iken yazdım.”
Bu oyun metninin en önemli özelliği, Türkiye Kürtleri tarafından cezaevinde yazılmış ilk oyun metni olmasıdır. Kürt sorununun, sosyo-ekonomik veçhesine dönük meseleleri işlemektedir. Metnin, Musa Anter’in kendi hayat hikâyesinden izler taşıyor olması da piyesi farklı kılan bir başka özellik. Anter; eseri kaleme alırken Hilvan, Lice, Hazro, Dicle, Çüngüş, Çınar ve Bismil’i gezdiği esnada çocukların yüzlerinde gördüğü yara berenin ardına düşmesiyle bir gerçeklikle karşılaşır. Oyunda işlenen bu gerçeklik, İlkbahar’da haşeratlara karşı kullanmak için bölgenin ağalarına dağıtılan zehirli buğdayların, yine bu toprak ağalarından ucuza satın alan yoksul köylülerin ekmek yapımında kullanmaları ile ortaya çıkan bir hastalık olmasıdır. Çokça bilinmeyen ya da popüler olmayan Kara Yara/Birîna Reş insanın içini acıtan bir gerçekliği oyun formunda işlerken dönemin fakirliğine ve cehaletine değindiği gibi ağaların zulümlerine de parmak basıyor.
Edebiyat, hayatın her alanına dönük söz söyleme cüreti ve gücüyle insan ruhunda olduğu gibi gündelik hayatta da kimi zaman coşkulu ve hüzünlü kimi zamanda acı ve sevinçleri dolaşıma sokadursun, kendini yüzyıllardır bir şekilde varkılmaya çalışmış bir alan. Tıpkı felsefe, siyaset, ekonomi, sanat ve din gibi. Bu alanlardan biri olan siyaseti, Türkiye’de deforme etmiş yapısal sorunlardan biri olan Kürt sorununun edebiyat kulvarında kendine yer bulmaması ne realiteyle ne de etikle doğası gereği bağdaşmaz. “Kürt sorunu yoktur” söyleminin irrasyonel ve pragmatik tarafına bir çok alanda “vardır ve devam ediyor” emareleri sunulsa da, edebiyat bu sorunun hem form hem de tematik olarak işlendiği mümbit alanlardan biri olarak karşımızda bir anıt gibi durmakta. Ne bu sorundan kaçınılır ne de bu sorun edebiyatın damarından geçmez, denilemez haddi zatında. Türkiye’nin diğer yapısal sorunları gibi Kürt sorunu da, edebiyatın damarından süzülürken kendini bazen form olarak roman ve hikâye bazen de şiir ve deneme tadında görünür kılar. Bu görünme hali, dün kendini Ahmedê Xanîlerden Melayê Cizîrîlere kadar yaşatmaya çalışırken, günümüzde ise Mehmet Uzunlardan Kadri Yıldırımlara, dergi formatında ise dün kendini Celadet Ali Bedirhanların Hawar dergisinden günümüzde Nûbihar isimli dergiyle hem daim hem de kaim kılmaktadır.