“Kurtlu Bulgur” mu, Zihniyet Devrimi mi?
Türkiye sosyolojisi açısından baktığımızda tüm etnik kökenleriyle muhafazakar kesimler siyasi-toplumsal ilkeler düzleminde bir zihniyet dönüşümü yaşamadıkça; o ilkelerle dini şiarların özünü çağa güncellemedikçe, köklü bir demokratik gelişim, şeffaflıkla, denetimle, öngörülebilirlikle, güvenilirlikle harmanlanmış bir sosyo-politik iklim oluşamayacaktır. Muhafazakar-dindar kesimler geciktikçe, Türkiye gecikecektir.
Hangi soruna el atarsak atalım, hangi veriler ve detaylar üzerinde yoğunlaşırsak yoğunlaşalım, aslında yapısal olarak da zihniyetsel olarak da yetersizliklerimizi ve köklü zaaflarımızı konuşmuş oluyoruz. Daha da ileri götürürsek, sorgulamadığımız, sorgulamaktan çekindiğimiz günahlarımızı da bunlara ilave edebiliriz.
İdeolojik ve kimliksel yaklaşımlarımızla örttüğümüzü zannettiğimiz; yaşadığımız adacıklarda, oluşturduğumuz fanus iklimlerinde görünmez kılındığını düşündüğümüz bir konformizm bu. Asıl korkumuz bu konformizmi terketme ihtimalinden kaynaklanıyor. Bu ihtimal üzerine hiç düşünmeyenler, rahatlıkla “öteki”ler üzerinden kendi “haklılığını” pekiştiriyor. Akıllı olanlarımız bunun çözüm olmadığının farkında. Ama oyunu sürdürmek, adacıkların korunaklı iklimler olduğunu varsaydırmak ve bilinmez bir gelecekte, nasıl bir gelecek oluşacağı üzerinde de düşünme zahmetine katlanmadan “günü kurtarmayı” marifet bilen bir zihniyet bu. İdeolojisinin hiçbir önemi yok. Tıpkı milliyetçiliklerde olduğu gibi birbirini besleyen ama sürekli zarar hanesine yazan bir sarmal bu.
Bu konular üzerinde yıllardır yazıp çizmekle birlikte, gerek aynı konularda yıllardır kafa yoran Ahmet Taşgetiren’in Karar gazetesindeki “Evdeki Bulgur” yazısı; gerekse Hatem Ete’nin “Erdoğan’ın Cumhur İttifakı Çıkmazı” adlı analizi, özellikle Ankara Ekspresi’nde, seri halde yapmış olduğumuz analizleri hatırlamaya bizi tekrardan sevketti.
İslami kesimin önde gelen ve iktidara desteğini herşeye rağmen sürdüren hocalarından birinin attığı “Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmayalım” uyarı mesajına atfen Taşgetiren yazısında “Evdeki bulgura razı olalım? Yooo olmayalım, o bulgur kurtlandı çünkü, böceklendi, mayası değişti… En azından bunu söyleyelim. Ki bulgurun kurtlardan, böceklerden temizlenmesi mümkünse, mayasının düzelmesi mümkünse o yapılsın.
Sorayım hocalarımıza: Evdeki bulgurun böcekli halinden sizlere yemek yapılsa onu yer miydiniz?”
Mesajı atanın Hayrettin Karaman olduğunu bilahare öğrendik. Hemen dikkat çekecektir ki, Taşgetiren ile Karaman meseleyi aynı düzlemden konu etmemekteler.
Nitekim Karaman’ın tam mesajı şu:
“Bu iktidardan pek çok beklentiniz gerçekleşti, camiayı hayretle izliyorum, bak demedi demeyin, sonra Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olursunuz, iktidara zarar verecekse haksızlık ve yanlışlardan şikayetle doğruları söylemek caizdir diyemem.”
Taşgetiren kendisine, onun anlayacağını düşündüğü zaviyeden İslami kavramlar ve kadim tarih üzerinden cevap verirken; Karaman ise Taşgetiren gibilere mealen “eleştiri yapayım derken kimlerle birlikte olduğunuza ve kimlerin elini güçlendirdiğinize bir bakın” demeye çalışmaktadır.
Yani Taşgetiren’in “ilkesel düzlem”den verdiğini düşündüğü cevap, aslında Karaman’ın uyarısının içinde gizlidir. O da kendince “ilkesel” bir uyarıda bulunmaktadır. Nitekim “birileri” kazandığında herşeyi kaybetme durumu hasıl olacaktır. O vasatta, bugün konuştuğunuz ilkeleri de konuşamayacaksınız; geçmişte yaşananlar tekerrür edecek; maddi kazanımlar da alabora olacak.
Muhafazakar-dindar sosyolojinin Erdoğan’a ve AK Parti’ye desteğini sürdüren kesimlerine göre Taşgetiren gibiler CHP başta olmak üzere, laik muhalefetin ekmeğine yağ süren bir platformdan konuşmaktadır. Bu aynı zamanda, onların rövanşist tutumlarını gözardı etmek anlamına gelmektedir. Resmi ideolojiye bağlı kesimlerin dünkü düşmanlıklarını tekrar etmeyeceklerinin hiçbir garantisi yoktur. Bugün seçmene şirin gözükmeye çalışan tavırlarına bakıp onların “yepyeni bir yarın” inşa edeceklerine inanmak saflıktır. Tehlike büyüktür, safları olabildiğince sıklaştırmak gerekmektedir. Evet AK Parti’nin hataları vardır. O hatalar çoğalmıştır. Ama bu durum yapılan iyi işleri gölgelememelidir. Bu hatalardan da dönülecekse bunun yine Erdoğan öncülüğünde başarılması gerekmektedir!
Dikkat edilirse burada “ilkeler mi kimlik mi?” sorusunu geriye iten; kimliksel kazanımlarla oluşan ‘Habitat’ın kaybıyla ilkelerin de savunulmasının anlamsızlaşacağı, yükünü taşımaktan ürkülen bir geleceğe atıf ve “haklı korkular”a yaslanarak, kaybetme tedirginliğinin had safhada yaşandığı bir psiko-sosyal durum söz konusudur.
Muhafazakar sosyolojinin bu tutuma yönelmesinde “haklılık” hissini pekiştiren arka planı ve laik sosyolojinin bu konularda hiç nedamet getirmeyen kimlikçiliğini tartıştığımız yazılardan birinde, kutuplaştırma ve korku siyasetinin AK partiyle başlamadığına değinmiştik:
“İktidarların kibri, kutuplaştırıcı tutumu, yozlaşma ve hataları yüzünden, muhafazakar sosyoloji üzerinde sörf yapan siyasi söylemlerin yükselişte olduğu bir dönemden geçmekteyiz. İktidarın ömrünü uzatmakla itham edilen bu sosyolojinin “beka” söylemleri üzerinden de muktedirler tarafından manipüle edildiği doğru ama on sekiz yıldan da öncesine dayanan bu sosyo-politik iletişim tam da ülke gerçekleri üzerinde hayat bulmuş bir politik kültüre tekabül etmiyor mu?
‘Tek Parti’ döneminden başlayıp kafasını kaldıramadığı fetret dönemlerine, çevre-merkez ilişkilerinden süzülüp, 1970’lerden itibaren sahaya daha bir somut ve arayış içinde inen bir sosyolojiden bahsediyoruz.
Darbelerin tümü bu sosyolojinin arzu edilen “makbul vatandaş” formatına sokulamadığı için yapılmadı mı? Resmi ideoloji denen demokles kılıcı sürekli bu kesimin ensesinde boza pişirme aracı kılınmadı mı? Türkiye’nin demokratikleşme serüveni aynı zamanda mezkur kesimin sistem içerisinde daha görünür olma, hak, hukuk talebini yükseltme, kimliğini kabul edilir kılma mücadelesini içrek değil midir? Ve son on sekiz yıl. Bunun yarısından da fazlası bu kesimin verdiği destek sayesinde iktidar olanlarla birlikte vesayete karşı, çözüm süreçleri ve açılımların yanında, anayasanın pek çok maddesinin değiştiği, kırılma anlarında oligarşik yapıların aleyhine bir toplumsallıkla görünür olan bu kesim değil miydi?
“Kutuplaştırma siyaseti” iktidarın gündemine girmezden çok evvel kendilerini bu ülkenin gerçek sahipleri olarak görenlerin “cumhuriyet mitingleri”, parti kapatma davaları, e-muhtıralarla yaratageldikleri korku ikliminde “göbeğini kaşıyan adam”a karşı oluşturulan illegal, gayrı meşru zeminlerde o sosyolojinin temsilcilerini korkutup iktidarı “gerçek sahipleri”(!)ne teslim etme operasyonları değil miydi? Çabuk unutuyoruz! Bu oligarşinin 2000’lerde yaptıklarının mazide kaldığı söylenebilir mi? Ondan kısa süre evvel 28 Şubat ve Tek Parti döneminde de nice siyasi mühendislik denemelerine, mağduriyetlere maruz kalmamışlar mıydı?
Savunageldikleri partiler yeterli oy alamasalar da, devlet üzerinden sürekli muktedir oldukları hissiyatıyla yaşam sürdürmeye alışmış kesimler mezkur sosyoloji ile bir empati arayışına hiç girdi mi? Geçmişe dair bu konuda hiç nedamet getirmeyi denedi mi?
…
Eğer muhafazakar sosyolojinin bir bölümü bugün, iktidarın tüm hatalarını tolere edici, hatta meşru görücü bir muhayyile zeminine doğru savrulma istidadı gösteriyorsa, bunu öncelikle yüz yıl öncesinden başlayan bir olağanüstü hal rejiminin yarattığı korku ikliminde aramak gerek. Onu, otoriterleşme, totaliterleşme tezlerine meze kılmazdan evvel toplum kompartımanlarında yaratılan travmaların tarihi izlerinin sürülmesi gerekmez mi?
…
İktidarı halen ayakta tutmaya çalışan kesimlere gerçekleri görmesini sağlayacak bir selim akıl ve vicdan ülke atmosferinde var mı ki, muhafazakar sosyolojiden daha fazlası beklenmekte?
Farklı toplum kesimlerine bakıldığında böylesi bir örneklik, ilkeler artı merhamet, artı anlayış ve hoşgörü, empati, nedamet, özeleştiri, muhasebe, kimlikçi siyasetlerden ayrışmış bir rol model olma durumu bu ülkenin hangi kesiminde mevcut?
Birileri “gelin canlar bir olalım” dedi de bizlerin mi haberi olmadı?”
“Gerçeklerle Yüzleşemeyen Laikler ve Muhafazakarlar” başlıklı analizimizde muhafazakar kesimin kendisine dönük hissettiği “beka” tehdidinin, haksızlıkları görmeyi engellemede, iktidara olan bağlılığından daha güçlü sacayaklara dayandığına değinmiştik:
“Kimliksel yaralar böylesine derin olduğu için, toplumsal güvenlik hissi kanamaya devam ediyor. İnsanların “beka” dendiğinde anladıkları da bu oluyor. Haksızlığa uğrayan bir akademisyene, kapatılan bir üniversiteye, hukuk dışı ölçülerle mahkum edilmiş kendisine uzak bir cemaat mensubuna, ancak 28 Şubat’ta dindarların başına gelenleri izleyen bir laik vatandaş gibi bakıyor. Kendi güvenliğini ekonominin gidişinden de, hukuk ve adalet sorunlarından da önde görüyor. “Tehdit”in çok büyük olduğu varsayımı bu güvenliği öncelemesine sebebiyet verirken, geçmişte kendisine haksızlık yapmış (hatta geçmişini çalmış) kesimlerin kibrinin devam ettiğini gördükçe de pozisyonunu haklı çıkarmak için zorlanmıyor. Bir hakimin verdiği kararı sorgulayabilmesinin önünde nice engeller var ama Kılıçdaroğlu’nun “iktidara hala destek veren öğretmenler öğretmen değildir” sözünü anlaması ya da “hala mı başörtüsü?” serzenişinin derin manalarını kavramasının önünde herhangi bir engel yok.”
“Emaneti Ganimet Bilince” başlıklı yazımızda da, kimlikçi/ideolojik tutumların karşılıklı birbirini beslemesinin, hem evrensel normların hem de İslami ilkelerin çiğnenmesini kolaylaştırdığını ifade etmiştik:
“Asıl konu ‘Biz gidersek kimler gelir biliyor musunuz?’ sorusunun şuuraltından hiç çıkmamasıdır! Zira gerçekten de arzu edilen zihniyetsel ve siyasal kültürel dönüşümü gerçekleştirmede hiç de güven vermeyen bir muhalefet durumu da söz konusudur! Bu, yabana atılası bir gerçek değildir. Yok; geçmişlerinde darbecilere verilen destekler falan olduğundan değil, iktidardan beklenen ilkesel değişimler konusunda kendilerinin hiçbir somut güvence vermemeleridir aslolan. Bu da mucidinin Erdoğan olmadığı kutuplaşma atmosferinin kendisi tarafından tepe tepe kullanımının aslında karşıtından beslendiği gerçeğini de her seferinde yüzümüze vurur.
Peki bu tablo günün sonunda bizi nereye sürüklemektedir? Karşılıklı birbirini besleme durumu günün sonunda, her iki taraf açısından da kimliksel motivasyonlara kurban edilen evrensel normlar ve İslami ilkelerin göz göre göre çiğnenmesini beraberinde getirmektedir. Birileri ‘şunlar iktidardan düşse de bir güzel hem yargılasak, hem de eski günlerimize dönsek’ diye bakarken; diğerleri, çiğnenen temel ilkelerin savaş halinin zorunlu ikamesi olarak görmekte. Çizginin onlar açısından da ‘biz ve onlar’ dikatomisinin meşrulaştırdığı alanları çoktan aştığı vakidir; lakin o alanları işgal edenlere karşı biriken öfkenin, sorunun temel kaynağına in(e)memesi bugünün gerçeğini oluşturmaktadır.”
Muhafazakarın da, Karaman gibi kanaat önderlerinin de hafızalarında canlı olan geçmişteki travmalar, kimlikçi duruş ile ilkesel zemin arasındaki tutarlılık sorununu ortadan kaldırıyor. Erdoğan dışındaki tüm aktörler günah ve hatalarıyla rahatlıkla değersizleştirilebilen figüranlar hükmünde görülürken; aynı kriterler Erdoğan’a uygulanmıyor; O, varlığıyla bu güvenlik ikliminin sübabı vazifesi görüyor. Geçmişte Karaman’ın İslami mücadele adına ortaya koyduğu emekleri engelleyen şahinlerin/siyasi elitlerin varlığı ve potansiyeli, Erdoğan ile kurulan duygudaşlık için yeterli ve gerekli sebep oluyor.
Bu duygudaşlığın üretildiği yıllarda, bu üretime katkıda bulunan kadroların bile tasfiyesini kitle nezdinde tolere edilebilir kılan, hatta “Yozlaşmalara nereye kadar tahammül edilebilir?” sorularını da öteleyen süreçler Gezi, 17/25 Aralık ve 15 Temmuz’un yarattığı travmalar, yeniden neşvünema bulan dejavu’ler karşısında bir gelecek endişesini diri tutuyordu.
Halbuki Ete’nin analizinde, 2014’ten bu yana yaşananların hem bireysel korku, hem de sistemsel arayışları içiçe geçirdiğini, dolayısıyla 15 Temmuz sonrası içine girilen sürecin zorunluluk değil, tercih olduğundan bahsedilmişti.
Yani; çivi çiviyi söker misali, gelecek endişesi oluşturan unsurlar ve güç kaygısı, farklı formüllerle, 2002’den bu yana yıllara sari birikimlerle oluşan hukuk devletine ve demokratik yöntemlere daha fazla sarılarak hal yoluna gidilebilirdi. Nitekim 15 Temmuz sonrası süreçte esen meşruiyet rüzgarı, yepyeni bir anayasa başta olmak üzere, özgürlüklerin önünü açacak yeniliklerde hiçbir engelle karşılaşmadan yol alınmasını sağlayabilirdir. Hem de Cumhuriyet tarihinde hiç elde edilmemiş bir rahatlık ve fırsatlar eşliğinde!
Eğer böyle davranılabilseydi; Korku nefreti doğurmayacak; nefret öfkeyi bilemeyecek, öfke de aklı selimin ötelenmesini beraberinde getirmeyecekti. Sonuç olarak çözüm; 2002’den bu yana varolan gidişatı endişeli gözlerle seyreden geleneksel devlet aklı ve aktörleriyle bütünleşmeyi beraberinde getirdi. Neticede güç yine paylaşılmış oldu. Ama halkın geniş kesimleriyle değil, tepedeki gizli-açık aktörlerle. Dün, halkın geniş kesimleriyle paylaşılarak elde edilen sahici güç; kendisiyle yıllarca mücadele edilen kesimlere tevdi edildi.
Muhafazakar kesimler önce bu ittifakı geçmişte olduğu gibi pragmatik ve geçici zannettiler; lakin süreç içinde alıştılar, kabullendiler, içlerine sindirmek zorunda kaldılar. Şimdi perde arkasından şikayet etmeleri bir anlam ifade etmemektedir. Karaman gibiler de açık şekilde kamuoyu önünde yeniden imar edilene ram olmaktadırlar. “İslam Devleti” gibi hayallerinde tahayyül ettikleri dönemler için sürece geçici ve pragmatik olarak baktıklarını ima etseler de durum değişmemekte, hatta daha kaotik bir hal almaktadır.
“Erdoğan mı devletleşti, yoksa devlet Erdoğan gibi aktörden istifadeyle konumunu yeniden mi pekiştirdi?” sorusunun da bu saatten sonra fazla bir önemi yok. Mahçupyan’ın, Ete’nin yazısını değerlendirdiği “Acaba bu iktidar devletin başarısı mı?” başlıklı, Serbestiyet’te yayınlanan analizinde yaptığı Kemalizm-İttihatçılık ayrımının ve bundan mülhem “içe sindirme” ve “meşrulaştırma” tespitlerinin de sorunun ilkesel ve zihniyetsel bağlamdaki büyüklüğü karşısında bir önemi kalmamaktadır.
“İman’ın Çağdaş Konuları” başlıklı makalemizde sorunun zihniyetsel olduğundan bahsetmiştik:
“Sorun şu ki, bu sadece bir güç/iktidar sınavı meselesi değil; gerçeklikle bağı sorunlu köklü bir zihniyet sorunudur! İddiası büyük ama iddianın altını doldurma konusunda ‘kendini yeterli görme’ ve dünyayı, hayatı, sistemi, sünnetullahı okuma noktasında biriken zaafların önümüze koyduğu bir faturadır bu!”
“Resmi İdeoloji ve Muhafazakar Muhayyile: İdeolojide Ayrı, Zihniyette Ortak Yönler” başlıklı yazımızda da, toplumun geniş kesimleriyle yürütülen meşru/ilkesel yürüyüşten rücu edip devletin klasik kodlarıyla buluştuktan sonra, kimliksel kazanımları abartmanın yanıltıcılığına ve tehlikelerine dikkat çekmiştik.
“Devletin Gemisine Binmek” başlıklı makalemizde, “Yeşil Kemalizm” tartışmalarına ilişkin şu tespitlerde bulunmuştuk:
“Devlete yıllarca kendi rengini vermiş olan seçkinci elitin ideolojisi olarak Kemalizm ile çevrenin kimliğine atfen kullanılan dini tonları hakim bir muhafazakarlığın bugün yanyana anılır olması kimseyi şaşırtmamalı aslında.
Gücü ellerinde toplamak için hukuki-siyasi ilkeleri çiğnemekten çekinmeyenlerin aynı muktedirlik alanını paylaşmalarından daha doğal bir şey olamaz.
Muhafazakar sosyolojinin ağırlıklı olduğu vasatta devlet, evrensel tecrübeler ve hukuk normlarıyla dönüştürülürken, toplum da o devlete yakınlaşmakta, devlet-toplum birlikteliği sağlanmaya çalışılmakta idi. Bu zemin ortadan kaldırılır, bu niyetle hareket eden ‘Yeşil’in hakiki tonları tasfiye edilirken, devlet, gücü her ne pahasına olursa olsun elinde bulundurmaya matuf eski kodlarına geri çekildi. Bunu kim yaparsa yapsın bu mukadderat kaçınılmaz olacaktı.
Devlet, kendisini halktan ve hukuktan korumak üzere inşa edilmiş kurumlarla kaim olduğu için, kendisini ele geçirmeyi hedefleyenlerin bu amaç doğrultusunda yollarının kesişmesi bu açıdan da kaçınılmazdır.
İlk süreçte amaç devletin dönüştürülmesi iken, ikincisinde her ne pahasına olursa olsun korunması oldu. Dönüşüm metazorik olarak durduruldu. Dönüşümü durdurmaktan amaç, belli bir önderliğin, kendisine sadık kadrolarla iktidarını pekiştirmekti. Devlet böyle düşünüp eyleyenlere her zaman kollarını açar. Devleti kendi gücünü tahkim eden bir araç olarak gören bütün iktidarların yolu bu çıkmaz sokakta sona erer.
Hukuku uygulayarak ve paylaşarak güçleneceklerini öğren(e)meden göçüp giden iktidarların çöplüğü olan bu dünyanın tecrübesi göstermiştir ki amaç hukukun gücüne yaslanarak devleti ve mekanizmalarını terbiye etmektir; devlete yaslanarak hukuku tırpanlamak değil.
Dolayısıyla mesele, ‘Yeşil’in Yeşil gibi davranmayı daha öğrenemeden, tedrici ıslah sürecini akamete uğratması ve kendisini tecrübeli muarızının kollarına bırakmasıdır.”
Aynı yazıda toplumun ‘Yeşilimsilere’ ya da ‘Kırmızı’ya değil, ‘Gökkuşağı’na ihtiyacı olduğundan bahisle şu analizi yapmıştık:
“Oysa ‘Yeşil’in hakiki tonları hukuka, topluma, dolayısıyla meşruiyete yaslanır.
Kaybeden ‘Yeşil’ değil, ‘Yeşil’ olmanın çağdaş dünyadaki tezahürlerini yakalama cehdi tükenenlerdir.
İki çift sözümüz de ‘Kırmızı’ya olsun: ‘Kırmızı’ olarak ‘Yeşil’ olduğunu varsaydığına düşmanlık içeren bir kimliksel mücadele ile bu ülkeyi ileriye taşıyacaklarını zannedenler, ideolojide farklı ama zihniyette kendilerine ortak kıldıklarıyla didişerek ancak işte böyle dejavu’ler yaratırlar. İyi bakabilseler orada kendilerini görecekler. Didiştikçe, kendilerine benzetmeye devam ediyorlar çünkü. ‘Yeşil’ de tedrici bir formasyon süreci gerektiren meşruiyete yaslanmayı beceremediği için kırmızıyı kendisine rehber edinmeyi sürdürüyor.
‘Yeşil’in hakiki tonlarına yaslanmaya üşenip kırmızının tonlarına bürünme kolaycılığında olanlara bakıp şaşırmanın alemi yok. ‘Yeşil’in gökkuşağına katacağı ve ondan alacağı şeyler çok. Daha yolun başındayız. Her türlü otoriterleşme karşısında hukukun, kurallılığın, kurumsallaşmanın ve meşruiyetin inşasını temsil eden gökkuşağının zenginliği yanında halihazırdaki ‘Kırmızı’ da ‘Yeşil’ de geleceğin ayağına dolanan sarmaşıklardan başkasını ifade etmiyorlar artık.”
Dimyat’a ve Pirus Zaferlerine Teşne Olmak
Ete’nin bütünlüklü kronolojisi ve analizlerini okuyan mütedeyyin bir insanın asıl korkuya burada kapılması lazım. Artık “U dönüşü”nü mümkün kılmayan, geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş olmakta ve o korkulan sonuçlara doğru yol alınmaktadır.
H.Karaman’ın bahsettiği Dimyat, eğer Kemalist ya da Mahçupyan’ın betimlemesiyle “İttihatçılık” kodlarına göz göre göre ram olmaksa eğer burada bir sorun yok mudur? Seçimler kıl payı kazanılsa bile, kısa vadeli olmak kaydıyla bu bir Pirus Zaferi olmayacak mıdır? Nitekim kavrayabilenler açısından, 2017 Referandumu da öyleydi!
Muhafazakar kesim kendisine bu akibetin asıl sorumlusunun kim olduğunu sormalıdır. Ahmet Taşgetiren gibiler mi, yoksa iktidarın hukuki, siyasal, ekonomik her alanda bir yozlaşma iklimi oluşturması mı? Güç adına sarıldığı sistem ve ortakları mı? Yoksa doğru yönetmeyi imkansız kılan bu yönetim biçimi mi? Mesela “İyiliği Emr, Kötülükten Nehyetmeyi” ötelemeyi salıkveren, bunu “düşmana koz vermek” olarak değerlendiren H.Karaman zihniyetinin bunda hiç payı yok mudur?
O muhayyilenin anlayacağı tarzda seslenirsek; kendi elleriyle yaptıkları yüzünden, kendi hataları sonucu, iktidarı mütedeyyin kesimler aleyhine terk etmek zorunda kalacak bir iktidar yapısının bizzat kendisi değil midir kaybın sebebi?
Bugün H.Karaman, mesela bir ya da iki yıl sonra nasıl bir siyasal konjonktüre düçar olunacağı üzerine de düşünmüş müdür? Ya da mesela Erdoğan’ın hastalanacağı ya da bu dünyadan göçeceği ihtimalini hiç aklına getirmiş midir? Görünen alternatiflerle ilgili bir umut ışığına sahip midir?
Bir insana bu derece bağlanmanın, kendi beka ve güvenlik kaygılarınızı onunkiyle bu derece üstüste bindirmenin, üstelik -O’nun yüzü suyu hürmetine- yıllarca kendisiyle mücadele edilen despotik ve güvenlikçi bir devlet yapısına bu derece sahip çıkmanın açıklaması nedir?
Meselenin Yapısal ve Zihniyetsel Olduğu Kavranmak Zorunda
Öncelikle Türkiye’nin yaklaşık yüz yıllık mazisinin yapısal ve zihniyetsel sorunlarla malul olduğunu ve bunun da toplumda dikey ve yatay olarak güvensizlik iklimini sürekli diri tuttuğunu görmek gerekiyor.
Bu sistemsel boşluk, istikrarsızlık ve güvensizlik, kişisel liderlikleri güçlendiriyor. Toplum, kendi bekasına yönelik sistemsel zaafı liderlerle dolduruyor. Güvenli bir sistemin olmadığı yerde, bu görev liderlere tevdi ediliyor; zaten içselleştirmekten uzak kalınan ilkeler buharlaşıyor. Geleneksel devlet aklı da, gücü paylaşmama ve iktidardan ayrılmama adına kurallarla oynayan, siyasi ilkelerin inşasını öteleyen liderler sayesinde, kendi yöntemlerini hayata geçiriyor.
Sistemin yıllarca laikler lehine olan işleyişi, bu avantajı kaybetmeme adına seküler bir despotizmin sürekli diri tutulması, toplumun geniş kesimlerindeki beka sorununu süreklileştirdi. Liderler ve onları kuşatan kadroların niteliği ölçüsünde yaşanan bazı dönüşümler ve kazanımlar da ya sistemin kendi ramına törpülendi ya da Erdoğan pratiğinde olduğu gibi, sürekli içe büzüşerek, çekirdek tabana kadar kredisini kullanma siyasetiyle tüketildi. Gelinen noktada H.Karaman gibiler için gerçek korku, siyaseten kayıp değil, devletin güvenlikçi siyasetiyle toplumun mütedeyyin kesimlerinin olmazsa olmazlarının buluşması olmalıydı. Liderin her ne pahasına, topluma bedeller ödeterek hedefe(!) yürümesi değil; toplumun güvenlikçi siyasetin kodlarına araç kılınan dinselliği içselleştirmiş olmasından endişelenmeliydi.
Karaman’ın, bunca yapısal yozlaşma süreçleri arasında nasıl bir Dimyat hayal ettiği bilinmez ama böyle bir vasatta, Erdoğan’ın son 5 yılından oldukça memnun birilerinin görünür olan-olmayan aktörleriyle- ondan sonrasına ilişkin planlar yapmakla meşgul olduklarını düşünmek için müneccim olmaya gerek yok. Dolayısıyla “görünen Dimyat kılavuz istemez!” Seçimlerden kazançla çıkılması daha fazla otoriterleşmeden başka bir şey getirmez. İşte iktidarın son 4-5 yıl içerisinde ülkeyi soktuğu cenderenin hali!
Çözüm; Sorunların Yapısal Olarak Görülmesinde ve Zihniyet Devrimine Odaklanmakta
Bugün muhalefet halen ülkenin bu gidişattan çıkabilmesi için kurucu bir siyaset üretebilmiş değil. Böyle bir muhalefetin gelecek seçimleri kazanma ihtimali de, Türkiye açısından umut oluşturucu bir atmosfer oluşturmaktan uzaktır.
Öte yandan Laik-Kemalist kesimler ülke tarihi boyunca hiçbir şekilde bir yüzleşme cesareti ortaya koyamadılar. Ne demokrasinin ne de hukuk devletinin gelişimine bir katkıları oldu. Şekilsel katkı, kurumların elde tutulması şartıyla, sürekli OHAL rejimi modülüyle diri tutuldu. Demokratikleşme, sekülerleşmenin ve Batılılaşmanın bir kalıbı şeklinde algılandı ve dayatıldı. Demokratlaşma temayülü gösteren seküler kesimler, ancak Kemalizmle hesaplaşarak bunu gerçekleştirmek durumunda kaldılar. İkisinin bir arada yürümesi zaten mümkün değildi. Lakin iktidarı güvenlikçi yapılarla paylaşan muhafazakar iktidar da, belirttiğimiz üzere, özellikle 2016 sonrası girdiği tercihlerle -tabiri caizse- celladını taklit etti. Sadece kurumsal düzeyde değil, zihniyetsel olarak da maalesef 90’lara döndük.
Halbuki, rövanşizmden ürken, kaybetmekten korkan, kazanımları çok önemseyen H.Karaman’ların ve onlara destek olanların yapması gereken laiklere de, iktidara karşı alan genişleten seküler kesimlere de, muhafazakar tabana da, iktidarın kendisine de ve özellikle yeni nesil gençliğe de rol modellik yapacak, İslami ilkelerle evrensel normları bütünlüklü tarzda savunacak sivil bir muhalefet hattı oluşturmak olmalıydı.
“Adil Şahitlik” olarak da adlandırabileceğimiz bu muhalefet hattı, her alanda yeterli olmayacağı için toplumun farklı kesimlerinden, farklı alanlardaki ulemadan ve umeradan destek almalıydı. Yozlaşma katsayısı sürekli genişleyen, şeffaf bir ortam olmadığı için denetlenemeyen, İslam’ın da evrensel normların da karşı çıktığı hukuksal zaaflar, yargı alanındaki suiistimaller, insan onurunu zedeleyen pratikler, rant alanlarında “emanet”e hıyanet eden gelişmeler karşısında adil bir muhalif çizgi tutturmalıydı. İşte o zaman bu iktidara da, muhalefete de, topluma ve siyasete karşı da görevini bihakkın yerine getirmiş olurdu. Toplumda -istisnalar dışında- muhafazakar sivil toplumun boşluk oluşturduğu, başkaları yapınca beğenilmeyen, kimlikçi bir öfkeye sebebiyet veren muhalefet alanı da bu vesileyle doldurulmuş olurdu. Toplumun farklı kesimleriyle İslami kesimlerin vicdani-ahlaki buluşması da böylelikle sağlanır, aralarındaki empati güçlenir, onları muhalefette temsil edenlerin de iktidara gelmeleri karşısında takınacakları düşünülen muhtemel tavırlar da törpülenmiş olurdu.
Yani iktidarın yüzüne gözüne bulaştırdığı işi, sivil, ahlaki, adil bir muhalefetin becermesi mümkün olurdu. Tehdit psikolojileriyle, dejavu travmalarıyla yaşanmak zorunda kalınmazdı. Sosyo-politik kültürel çerçevede çıta yükseğe çekilmiş olurdu. Kim bilir belki de, laik şahinler olabildiğince yalnızlığa itilmiş olurdu.
Muhafazakar kesim hem laik, hem de muhafazakar şahinler tarafından çifte korkutmaya maruz kaldıkları için, ilkeler düzlemindeki sorgulamaları ertelemeyi sürdürüyorlar. Oysa bu ertelemenin kendisi toplumun geniş kesimlerine büyük zarar veriyor. Türkiye’nin bu yöndeki gelişimini de geciktiriyor. Zira, Türkiye sosyolojisi açısından baktığımızda tüm etnik kökenleriyle muhafazakar kesimler siyasi-toplumsal ilkeler düzleminde bir zihniyet dönüşümü yaşamadıkça; o ilkelerle dini şiarların özünü çağa güncellemedikçe, köklü bir demokratik gelişim, şeffaflıkla, denetimle, öngörülebilirlikle, güvenilirlikle harmanlanmış bir sosyo-politik iklim oluşamayacaktır. Muhafazakar-dindar kesimler geciktikçe, Türkiye gecikecektir.
Ne yazık ki Adalet, Hak, İhsan, İsar gibi onlarca kavrama toplumsal ve siyasal manada can suyu verecek potansiyele sahip bir dinin müntesipleri, bir yandan iktidarın yönlendirmeleri, diğer yandan karşıt kesimlerin radikal unsurlarıyla girdikleri sonu gelmez dalaşlarda vakit öldürmekte, enerji tüketmektedirler. Oysa muhafazakar kesimler “karşıt” olarak kodlanan kesimlerle, -onların temsilcilerinin tutumu hangi minval üzere seyrederse seyretsin- toplumsal bir güven ve eminlik ortamı inşa etmekle yükümlüdür. Medine ile, fetih sonrası Mekke ile övünen bir neslin yapması gereken budur.
Mamafih, “Sadakat” gibi kavramların baş döndürücü şekilde her normun yerini alması bir yana, mesela “Emanet” gibi kökü vahyin içinde de olan, Raşid Halifelerin konuşma metinlerini süsleyen, “Emaneti ehline tevdi ediniz”, “Emanete hıyanet edenin dini de olmaz” gibi ayet ve hadislerle altı kalınca çizilmiş, çağdaş devletin de temel nosyonlardan olan böylesi önemli muhkem bir konunun, hangi dönemin hangi içtihadları, hangi fıkıh bapları ya da tevillerle ahlaki bir sorun olmaktan çıkarılabildiği doğrusu merak konusudur. Böyle bir zihin yapısının meşrulaştırmayacağı bir umde bırakmayacağı da çok açıktır.
Bu ülkede rövanşizmin ve korkuların etkili panzehiri teoride Müslüman sosyolojidir; muhafazakar kesimlerdir, İslamcı entelijansiyadır. O yüzden değişimi başkalarından beklemekten ziyade, öncelikle kendileri gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Bu ise, yüzleşmeleri, özeleştirileri, kendine dair düşünmeleri, zihniyet dünyasına ilişkin köklü sorgulamaları ve toplumun genelini ilgilendiren konularda rasyonel sorumlulukları üstlenmeyi gerektirmektedir. Zihniyet formlarının dönüşümü, daha adil ve hakkaniyetli bir duruşu, kızıl elmalara dönük hamasetten öte rasyonel aklın her alanda devreye sokulmasını beraberinde getirecektir.
Sonuç:
H.Karaman gibiler “Eyvah Kemalistler iktidara geliyor, çok kötü şeyler olacak” ihtimali ve korkusuna yatırım yapmaktan ziyade, bugünkü gerçeklere ve İslami kesimde yalnız kalmaya mahkum edilen Taşgetiren’lerin yaptığı gibi ilkelere odaklanmakla yükümlüdürler!
Hem ilkeleri ve o ilkeler mucibince adil bir duruş/muhalefet ortaya koyamıyor, hem de kimliksel duruş ve tarihi korkular üzerinden bunları konuşuyoruz. Kimliksel kazanımlar, “biz”den olanlar yüzünden çiğnenen bütün normlara, bütün yozlaşma unsurlarına rağmen, milliyetçi kesimlerin “devlet yoksa hiçbir şeyi korumak mümkün değildir” düşüncesiyle pekçok zulmü meşrulaştırmaları örneğinde olduğu gibi, “güç yoksa ilkelerin yaşam şansı da yoktur” (!) mantığıyla olsa gerek, bir tahammül çıtası geliştirmiş görünmekteler. Üstelik bu çıta, iktidara destek verenler dışındakileri, muhafazakar kategorisinde olsa dahi “ötekileştirmek”te de gayet bonkör davranabilmektedir!
Ne manidardır ki; cürmü meşhud olmuş ya da darbe denemesinden önce yurt dışına kaçmış darbeci elitleri bir kenara koyarsak, bugün de en fazla mağduriyet yaşayan kesimler yine mütedeyyin kesimlerdir! Mağdurlar içinde çok farklı katmanlar mevcuttur ama yoğunluk muhafazakarlardan oluşmaktadır! Yani birileri için 28 Şubat, hatta daha beter bir ortam söz konusu iken, “evdeki bulgurdan olmak”tan bahsetmek hakikaten cesaret işidir! Yaratıcıya ve mağdur sosyolojiye, hukukun evrensel normlarına, İslam’ın rahmet ve avf anlayışına karşı bir cesaret bu! Bir buçuk milyondan fazla insan terör şüphelisi olarak soruşturmalardan geçmiş, onbinlerce insan haksız yargılamalarla mahmkumiyetler almış, aileleriyle birlikte neredeyse toplumun yüzde onbeşlik bir dilimi travmalar yaşamış, onbinlerce KHK’lı mağdur. Adam kaçırmalar, işkenceler geri dönmüş. Bunlar bizim iddialarımız değil, başta Adalet Bakanı olmak üzere devlet kurumlarının itiraflarının bir bölümü sadece. Reform yapma iddiasıyla açıklamalar yapıyorlar ama nafile. Sınırlı alanlarda, verdikleri sözleri tutmaktan aciz şekilde bir kara düzene saplanmış gidiyoruz. Sığınmacılar konusu hakeza. Muhalefetin “geri gönderme” retoriğine ramak kalmış bir siyaset izleniyor. Çocuklu, hasta ve yaşlı insanların tarihin nadir gördüğü seviyede cezaevlerinde mağduriyetler yaşadıklarını görüyoruz. Milyonlarca işsize yenileri katılıyor. Genç işsizlik almış başını yürümüş. Çiftçi, besici perişan halde. Ama H.Karaman “evdeki bulgur”dan bahsediyor; Dimyat diye bir yeri iktidar tabanına kızıl elma olarak gösteriyor! “Orası neresi ve bu şekilde ulaşınca ne olacak?” diye sormadan edemiyor insan.
“Kimlik ve Sorunlar” başlıklı yazımız H.Karaman ve onun çeperinde düşünenlere bazı sorular ve uyarılar içeriyor. Ondan alıntıyla mevzuyu nihayete erdirelim:
“…Mesela bu ülkede çok ciddi hukuk ve yargı sorunları, velhasıl insan hakları ihlalleri yaşanmakta. Bunlardan ötürü çevreleriyle birlikte milyonlarca insanın hayatı etkilenmekte. Hangi kimliğe sahip olursanız olun, insan olmanız hasebiyle bunları gündemleştirmek kimilerimize göre Allah’a (ve insanlığa) karşı, kimilerine göre vicdanlara (ve topluma) karşı bir sorumluluk. Çeşitli bahaneler ardına yaslanarak bu meseleleri gündemleştirmekten çekinen çevreler kendilerine dönük özsaygıyı nasıl koruyabilecekler? İddialarıyla çelişen bu durumu hem müntesiplerine, hem yeni nesillere nasıl açıklayacaklar? Kimler niçin bu yapılarla hayatını birleştirerek yol yürümek istesin? Topluma örnek oluşturmayan, bilakis toplumsal sorunlar karşısında lal kesilip kötü örnekler ortaya koyanlar kimlere niçin cazip gelsin de, neyi nasıl yaşadıklarını merak edip onları mercek altına alsınlar?
Aynı husus, yanlış ekonomi yönetiminin sebeplerini iktidarın topu taca attığı alanlarda arıyormuş gibi yapanlar için de geçerli değil mi? Gerçekten de ekonomik yozlaşma, yoksullaşma, fakirleşmenin sebeplerine odaklanıyor, çözümü için herhangi bir gayretin içine giriyor muyuz? Değilse, insanlar sizi niçin ciddiye alsınlar? Üstelik bu sorunları gündemleştirenlere iktidarın yaptığı gibi “kötü niyetliler” olarak bakmayı sürdürüyor, onca verili toplumsal sorunu kimliksel kazanım-kayıp terazisine vurarak gündemleştiriyorsak, evine ekmek götüremeyen, hakkı hukuku gaspedilen, verdiği oyların namusu çiğnenip çöpe atılan insanlar sizin kimliksel dünyanızın çerçevesini neden merak etsinler?
…Sizin kimliklerinden ötürü sevmedikleriniz, yolda görseniz selam vermeyeceğiniz insanların bu konuları gündem ettiğinde dikkate alınmalarına, onlara kulak verilmesine hayıflanacağınıza, toplumun yaşadığı acılara hayatın gerçekleri üzerinden reçeteler sunmaktaki iştiyaksizliğinizi masaya yatırmanız gerekmez mi?
“Dolarla işim olmaz” diyen bir adamın icraatlarına dönük ağzını açıp tek bir kelime dahi etmeyenleri, bunun muarızlara koz olarak görüleceğini vehmedenlerin kimliksel tercihlerini kim niçin ciddiye alsın? Aksine, ya o kimliğin öne çıkarttığı kavramlardan şüphe etmeye başlar ya da insaflı ve basiretli ise o kavramların hakkının verilmediğini düşünüp yine dönüp size bakmaz! Bu çevreler eğer kendilerini “seçilmiş topluluk” gibi görmüyorlarsa, “kendilerinin giderilip yerlerine başka nesillerin getirilmesinden” de mi korkmazlar!
Ne adalet ne ekonomi ne çevre ne rant/yolsuzluk, ne şeffaflık, ne hukukun gündemlerinde olmadığı çevreleri kim ne yapsın? Zira bu beş altı kavram yaklaşık seksen milyonun etkilendiği bir habitatı resmetmekte. Bunlara karşı dürüst olmanın ölçüleri o kimlik havzasında bir türlü kendine yer bulamıyor, salt perde arkası yakınmaların konusu oluyorsa, kaçınılmaz olarak Araf Suresinde muktedirleri uyarmaya gidenlerin önünü kesip “uyarıların hiçbir fayda vermeyeceği” telkininde bulunanlardan bir farkınız kalır mı?
Oysa resmi ideoloji de, vesayet yapılarının tekrar üremeleri de, makro ve mikro milliyetçilikler de, kamu düzenindeki bozukluklar da, hukuksuzluklar da, yolsuzluklar da, rant meselelerinin doğalmış gibi görünmesi de, dezavantajlı kesimlere dönük nefret suçları da, bireysel ve toplumsal fahşa ve yozlaşma konuları da bu alanlarla direkt bağlantılı; bu alanların kendisi de birbirlerine zincirleme bağlıdır. Risksiz olan birini tercih edip diğerlerini ıskaladığınızda, düzelmesini hedeflediğiniz şeyler de aslında bir sarmalın içinde sürgit devamlılığını korumakta, hatta ivmelenerek çoğalmakta, sebep-sonuç ilişkilerine odaklanmamanın getirdiği marazlara savrulmaktadır.
“Adil şahitlik” için alan tercihi olmaz. Bu alanların tümü birbirine zincirin halkaları gibi bağlıdır. Şahitlik sorumluluğumuz da bu alanların tümüne ilişkindir. Bunu inkar etmek, sarmalın sürgit devamını istemek ve “ahlakçılık” oynamaktan farksızdır. Çünkü ahlakın da çıtasını belirleyen şey bu bağımlılık yüküdür. İnkar etmek bir maraz, hepsine gücünün yetmeyeceğini söylemek bir bahanedir. Bahanedir; çünkü zaten hiç kimse sizden gücünüzün yetmeyeceği bir şeyi talep etmez. Sizi iştiyaklı görmek ister. Gücünüz yetmeyeceği için sizi farklı çevrelerle, o alanlarda yol almışlarla birlikte yürür görmek ister. Onların sizi, sizin onları beslediğinizi görmek, bu toplum için gerçekten bir şeyler yapma amacıyla donanmış bir kimlikten yana tercih yapmış olmanızı bekler.
Toplumdaki hiçbir yapı/kesim/mahalle kendisini bu tablodan ari görmemelidir. Muhafazakar, dindar, laik, solcu, milliyetçi, sağcı, Atatürkçü, cemaat, parti, dernek, çevre farketmeksizin hepimiz bu tablodan sorumluyuz.
Bakın yine dönüp dolaşıp bir kimliğe vardık. Ama dikkat edilirse bu kimlik, verili kimlikler üstü bir kimlik. Kendi durumunu sorgulayıp değişim cesaretini gösterenler, kendisini bu kimliğe adayanlardır. Bunlar, rasyonel akıl ve vicdan melekelerini geliştirip geleceği de inşa edecek olanlardır.”
__
Nasıl Bir Siyasal Kültür Dönüşümü (4 bölümlük bir yazı dizisi)
https://www.ankaraekspresi.com/makale-nasil-bir-siyasal-kultur-donusumu-1-230
Muhafazakar Sosyoloji: Handikaplara Rağmen Umudun Merkezi
https://www.ankaraekspresi.com/makale-muhafazakar-sosyoloji-handikaplara-ragmen-umudun-merkezi-261
İlkeler-Merhamet ve Muhafazakar Sosyoloji İlişkisi
https://www.ankaraekspresi.com/makale-ilkeler-merhamet-ve-muhafazakar-sosyoloji-iliskisi-270
Resmi İdeoloji ve Muhafazakar Muhayyile: İdeolojide Ayrı, Zihniyette Ortak Yönler
Zihniye, Kurallar ve Ahlak
https://www.ankaraekspresi.com/makale-zihniyet-kurallar-ve-ahlak-566
Habitat-Ahlak İlişkisi
https://www.ankaraekspresi.com/makale-habitat-ahlak-iliskisi-596
Devletin Gemisine Binmek
https://www.ankaraekspresi.com/makale-devletin-gemisine-binmek-603
‘İman’ın Çağdaş Konuları
https://www.ankaraekspresi.com/makale-iman-in-cagdas-konulari-668
Kişi Kültü ve Evrensel İlkeler
https://www.ankaraekspresi.com/makale-kisi-kultu-ve-evrensel-ilkeler-680
Kimlikler ve Sorunlar
https://www.ankaraekspresi.com/makale-kimlikler-ve-sorunlar-756
Rövanşizm Sarmalı, Sistem ve Zihniyet Dönüşümü Sorunsalı
https://www.ankaraekspresi.com/makale-rovansizm-sarmali-sistem-ve-zihniyet-donusumu-sorunsali-778
Başörtüsü, İlkeler, Suistimaller, Korkular ve Mazeret
https://www.ankaraekspresi.com/makale-basortusu-ilkeler-suistimaller-korkular-ve-mazeret-805
Gerçeklerle Yüzleşemeyen Laikler ve Muhafazakarlar
https://www.ankaraekspresi.com/makale-gerceklerle-yuzlesemeyen-laikler-ve-muhafazakarlar-807
Emaneti Ganimet Bilince
https://www.ankaraekspresi.com/makale-emaneti-ganimet-bilince-809
Siyaseti Yeniden Kavramsallaştırmak ve Hayırlarda Yarışmak
https://www.ankaraekspresi.com/makale-siyaseti-yeniden-kavramsallastirmak-ve-hayirlarda-yarismak-812