Kurumların Tarihsel Gelişimi ve Demokrasi: Türkiye, İngiltere ve Fransa

Türkiye’de gelişen siyasal kültürün kurucu unsurunun merkezi güç olması sebebiyle, Türkiye’de hiçbir toplumsal kesim devletin sınırlarını sorgulamamakta, sorgulanan şey her zaman iktidarın ideolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. İşe daha temelden başlamak ve çoğulcu-kurumsal bir yapıyı nasıl inşa edebileceğimizi tartışmaya açmak zorundayız.  

Kurumların Tarihsel Gelişimi ve Demokrasi: Türkiye, İngiltere ve Fransa

Batı denildiğinde akla gelen ‘tek tip’ demokratik yönetim anlayışı, aslında coğrafi olarak çok geniş bir alana yayılan bu bölgenin, farklı sosyo-kültürel gelişmelere tanık olduğunu gözden kaçırmamıza sebep olmaktadır. Her bir Avrupa ülkesi demokratikleşme süreçleri bağlamında birbirinden farklı muhtevalar taşımaktadır.

 

Bu makalede, kabaca demokratik olarak tanımlanan, ancak birbirlerinden gerek demokrasinin yapısı gerekse işleyişi bakımından farkları olan İngiltere, Fransa ve Türkiye’nin sosyo-kültürel yapıları, tarihsel bağlamda incelenerek demokratik yönetime çıkış yollarının anahtar noktalarını ele alacağız. Beraberinde dışarıdan bakıldığında demokratik olarak adlandırılan ancak detaylı bakıldığında demokratik kültür anlamında birçok farklılığı barındıran bu ülkeler kıyaslamalı bir şekilde araştırma konumuz olacaktır.

 

İngiltere’de Demokrasiye Uzanan Süreç

 

Avrupa’da bir ada ülkesi olan İngiltere, uzun soluklu demokrasi geçmişine sahip bir ülkedir. Parlamentonun en erken ortaya çıktığı ve demokrasiyi destekleyici, tarihi anlamda yöneticiyi kısıtlayan ilk yasanın, Magna Carta’nın doğduğu topraklardır. Liberal ideoloji gibi özgürlükçü geleneğin köklerini saldığı bu ülke, özellikle de ifade özgürlüğü ve örgütlü muhalefete önem vermesiyle bilinir. Peki, Magna Carta gibi bir yasanın 13. yüzyılda ortaya çıkarak, bu tarihten itibaren yönetsel manada demokrasinin yüzyıllar sürecinde yavaş yavaş genişlemesi ve serpilmesi, nasıl bir sosyo-kültürel ortamda gelişmişti? Bunun önünü açan yönetsel, sosyal ve düşünsel hangi faktörler mevcuttu? Neden diğer Avrupa ülkelerinde değil de ilk olarak demokratik yönetim bu coğrafyada gelişti?

 

Magna Carta bizlere, İngiltere’de, en azından 13. yüzyıldan beri, yazılı bir belgeyle mutlak monarşik yönetimlere hiçbir zaman müsaade etmeyen bir siyasal kültürün geliştiğini gösterir. İlerleyen dönemde de merkezi gücün sınırlandırılması, merkezi otoritenin fizikî manada güçlenmesinin de önüne geçmiştir.

 

 

Merkezi otoritenin ada ülkesi olan İngiltere’de zayıf olması ve ticaretin hızla gelişmesi, çitleme hareketlerinin yani özel mülkiyetin de doğuşuyla, ticaret yapmaya uygun toplu üretimin ve endüstrileşmenin yolunu açmıştır. Ticaretin gelişmesiyle burjuvanın ticari bir sınıf olarak doğuşu; 14. ve 15. yüzyıllar gibi erken bir tarihte, toprağı, siyasal görevlerin ve yükümlülüklerin temeli olarak gören Orta Çağ anlayışından, onu gelir getiren bir yatırım aracı olarak gören anlayışa doğru dönüşüm başlamıştır. Bundan böyle toprak üzerinde sahip olunan güç, siyasal gücü değil, ekonomik anlamda statüyü yansıtacaktır.

 

İngiltere’de de elbette Şanlı Devrim gibi belirli çatışmalar yaşanmıştır ancak bu Fransa’daki gibi yıkıcı bir devrim etkisi yaratmamıştır. Bunun birçok nedeni vardır. Birincisi, başka ülkeler, merkezi gücün varlığını bütün bir alanı kendi boyundurukları altına almak için kullanırken, İngiltere, bu merkezi güçten yoksun olduğu için durum farklı bir şekilde tezahür etmiştir. Merkezi gücün varlığı, aynı zamanda yerleşik soylulara/aristokratlara, değişim taleplerine karşı yerleşik güçlerin sırtını bu merkezi güce dayayarak, talepleri kendi çıkarları yolunda ezme ya da görmezden gelme imkânını vermiştir. İngiltere’deki yerleşik sınıfların bu tür bir güçten yoksun olmaları ise onları yükselen güç karşısında savunmasız bırakmış ve uzlaşmaya iten bir etken olmuştur. Fransa’da mücadele yerleşik güçlerle beraber hareket eden merkezi yönetime karşı verilirken, İngiltere’de uzlaşan yerleşik güçler ile burjuvanın, çeşitli sebeplerle gücü elinde tutmak isteyen merkezi güce karşı birlikte verdiği bir mücadele halini almıştır.

 

Merkezi gücü kısıtlayıcı bir siyaset teorisi geleneği de bu coğrafyada uzun zamandır var olmuştur. Barrington Moore’a göre “insanın öz çıkarını kollamasının ve ekonomik özgürlüğünün, insan toplumunun dayandığı doğal temel olarak gören” düşünce Adam Smith’ten de önce gelişmeye başlamıştır. Ancak ulaşabildiğimiz kaynaklardan örnek vermek gerekirse Adam Smith’in şu cümleleri oldukça önemlidir;

 

Fertlere sermayelerini ne şekilde kullanacaklarını emretmeye kalkışacak bir devlet adamı pek lüzumsuz bir meşguliyet yüklenmiş olmakla kalmaz, üstüne üstlük hiçbir meclise, hiçbir senatoya güvenle emanet edilemeyecek kadar büyük bir otorite elde eder ve bu kudret, onu kullanmaya kendisini ehil zannedecek kadar deli ve kendini beğenmiş bir adamın elinde, en tehlikeli hâlini alır.

 

Ekonomik alana olan müdahalenin, böylesine tehlikeli bir otoriterliği doğuracağını öngören bu görüş İngiltere’de ticaretin de neden diğer ülkelere göre daha kolay serpildiğini açıklayan bir etken. Söz konusu yaklaşım siyasi gücü sınırlandırmanın sadece yönetsel sınırlandırmalarla sağlanamayacağını bize gösterirken bugünün dünyasında da demokrasinin temel faktörü olarak görülmektedir.

 

Fransa’nın Demokrasi Serüveni

 

Fransa toplumu İngiltere’deki uzlaşma ortamından farklı olarak birbiriyle çatışan özellikleri olan feodalizmin, burjuvazinin ve bürokrasinin örneğini sunar. Fransa’da durum İngiltere’de ticaretin gelişimiyle sınıfların aldığı konumdan oldukça farklı gelişmiştir. Fransa’da ticaretin gelişimi ya da kapitalizmin doğuşu İngiltere’de olduğu gibi erken yüzyıllarda ortaya çıkamadı. Bunun nedenlerinden birisi, merkezi otoritenin İngiltere’dekinin aksine güçlü olması, ticari mekanizmaların merkez tarafından denetlenmesi ve serbestiye dayanmaması ile soylu sınıfının buna bağlı olarak merkez ile kurduğu ilişkinin farklılığında yatar. İngiltere’de, Fransa’da olduğu gibi, soyluların arkalarına alabilecekleri güçlü bir merkezi güç yoktur.

 

Ticaretin, ya da erken dönem kapitalizm dediğimiz ticaret kapitalizminin gelişememesi, toprağın Orta Çağ anlayışına dayalı ifade ettiği anlamdan 18. yüzyıla kadar sıyrılamamasına, Orta Çağ saiklerinin terkedilememesine, ticaretin yavaş yavaş evrilerek siyasal erke etki edememesine sebep olmuştur. Peki İngiltere’de durum böyle gelişmişken, Fransa’da neden böyle gelişmedi diye kendimize sorarsak, sınıflar arası ilişkilerin farklı biçimde kurulduğunu görmekteyiz.

 

Fransa’da soylular ile merkezi otorite arasında İngiltere’dekinden farklı bir ilişki biçimi mevcuttu. Bir anlamda merkez de soylu sınıfı da gücünü birbirinden aldığı bir ilişki biçimi kurmuştu. Fransa’da merkezi güç, ekonomik ve siyasal gücünü soylulardan almaktaydı ve onları da doğal olarak sistemin değişmemesi, mevcut konumlarını koruma maksadıyla kolluyordu. Fransa’da merkezi güç kendisine ekonomik kaynak sağlamak amacıyla 14. yüzyıl gibi erken bir tarihten itibaren, devlet memurluklarının bu soylu sınıflara satılması şeklinde bir siyasal kültür geliştirmiştir.

 

Bürokratik mevkiler, üst kesim soylulara satılarak, merkez kendine ekonomik güç sağlıyor, soylular da elde ettikleri bu mevkileri, yasal zeminde, kurdukları Orta Çağ feodal düzenini ve çıkarlarını korumak için kullanıyordu. Bu sebeple Fransa’da soyluluğun korunmasıyla ilgili kültürel ve yasal uygulamalar ortaya çıkmıştır. “Rütbe düşürme” uygulaması bunun güzel bir örneğidir. Kendini küçültücü işlerle uğraşan -ki bu genelde ticaret olarak görülmüştür- soylular, rütbe düşürme cezasına çarptırılmakta ve soyluluklarını kaybetmekteydiler. Bu yasal zemin soyluların kendilerini yükselen ticari sınıfa karşı koruma çabalarından kaynaklı olarak doğmuştur.

 

Soyluların bu tip yasalar yoluyla topraktaki güçlerini ticarete dönüştürmelerinin önüne geçilmesi, İngiltere’de olduğu gibi ticaret yoluyla burjuva ile beraber yükselen soylu sınıfının doğmasının, uzlaşma ortamının yaratılmasının aksine bir durum doğurmuş, soyluları “ancien regime”i ya da kurulu düzeni sıkı sıkıya korumaya çalışan, köylünün üzerinden nemalanan bir konuma getirmiş, ticari sınıflar ve alt sınıf köylülerle çatışma durumuna sokmuştur.

 

Fransa’da siyaset teorisi de bu çatışma ortamının getirdiği düşünsel temel üzerine inşa edilmiştir. Roskin’in de dediği gibi, Fransız siyasi düşünürleri, büyük, çok kapsamlı değişikliği arzu etme eğilimindedirler; buna karşılık İngiliz düşünürler, genel sistemi koruyan, yavaş, dikkatli değişimden yanadırlar. Üst sınıf ve merkezi güç karşıtı fikirler, çatışmanın doğal bir sonucu olarak, alt sınıfın yani “halk”ın çıkarlarını korumaya yönelik fikrî akımların gelişmesini sağlamış, statükoyu yıkmaya yönelik, halka fikrî öncülük etmiştir.

Bültenimize Üye Olabilirsiniz

J. J. Rousseau, namı diğer milliyetçilik fikrinin kurucusu, azınlık olan üst sınıfın, “halk”a statükoyu dayatmasına tepki göstermiş, “genel irade” fikrini ortaya koymuştur. Genel irade fikri, çoğulcu bir uzlaşma ortamının yaratılmasını savunan değil, çoğunlukçu ama halka dayanan düşünce biçiminin gelişmesi, tarihsel olarak halk ile üst sınıf arasında yaşanan çatışma ortamının varlığından kaynaklanmaktadır. Bütün bu kültürel ve tarihi farklılıklar, İngiltere’de neden liberalizm ve muhafazakârlığın, Fransa’da ise milliyetçilik fikrinin egemen olduğunu açıklamaktadır.

 

Bütün bu süreç, yeni bir sistem olan Cumhuriyetin, bu çatışma zemini üzerine kurulmasına kadar gitmiştir. Üst sınıfların ve krallığın “ancien regime”i (eski rejim) sıkı sıkıya korumak için kullandığı siyasal gücü, bu sefer de Jakobenler, yeni rejimi diğer düşmanlardan sıkı sıkıya korumak için kullanmışlardır. Çünkü Fransa’da her zaman çatışılacak ve korunacak bir şey söz konusu olmuştur.

 

Türkiye; Başka Bir Değerlendirme

 

Türkiye, siyasal kültüre yönelik bu mukayeseye dahil edildiğinde, denklem oldukça değişmekte. Çünkü, dile getirdiğimiz bu üç Avrupa ülkesi, her ne kadar birbirlerinden farklı da olsalar, iktidar temelinde merkez ve çevreye yönelik çatışmanın varlığıyla bir ortaklık sergiliyorlar. Yani bu ülkelerde çatışma halihazırda, büyük veya küçük ölçekte mevcut. Ancak çatışmanın yönü yahut gidişatı farklı.

 

Türkiye’ye gelindiğinde ortada görünen en önemli unsur iktidarın ya da merkezin mutlaklığı. Bir diğer deyişle “devlet-i ebed müddet” her koşul ve durumda Türk tarihine egemen olmuş bir örf olarak karşımıza çıkmakta.

 

Bunun ortaya çıkmasında elbette ki birçok sebep var. Kısaca saymak gerekirse; geç modernleşme ve daha da önemlisi “devlet eliyle modernleştirilme”, kapitalist ekonomik kuralların ve kurumların görece gecikmesi, bu sebeple de merkezin karşısında iddia sahibi olabilecek bir gücün gelişememesi ile kentleşmedeki ciddi gecikme olarak temel bir çerçeve çizebiliriz. Burada Avrupa dinamiklerinden farklı olarak karşımızda, sınıf dinamiklerinin gelişmemesi sebebiyle devleti sınırlandırmaya yönelik “demokratik kurumların” gelişememesi ile beraber akabinde ortaya çıkan “otokratik” yani “ölü doğmuş” bir demokratik sistem duruyor.

 

Türkiye’de göreceğimiz en belirgin şey devletin adeta tüm kültürel ve siyasi sistemin üzerinde ceberrut bir baskı kurduğudur. Merkez ile çevre arasında yahut çevrenin kendi içerisindeki herhangi bir çatışmasından söz etmek, Cumhuriyetin kurulup da tepeden inme sert modernleşme hamlesi başlattığı zamana dek oldukça zordur. Keza Cumhuriyet sonrasında da tepeden inme modernleşme karşısında gösterilen muhafazakâr tepkisellik, Avrupa’da olduğu gibi devleti ya da iktidarı sınırlamaya yönelik bir çatışma olmaktan ziyade, iktidarın ideolojisine karşıdır. Bu yüzden de demokratik sistemimiz asgari olanla kalıp, yeter ölçünün sağlanamadığı, çoğulcu olmayan ve kurumsal sınırlandırmanın gerçekleştirilemediği bir zemine oturmaktadır.

 

Sonuç

 

Yaşanan sosyo-kültürel durum, devletlerin bugünkü görünümlerini birbirinden ayıran en önemli faktördür. Özellikle de merkez ve çevre karşıtlığında konumlanan toplumsal zümre yahut sınıfların, birbirleriyle kurdukları ilişki biçimlerinin nasıl olduğu, bu farkı yaratan başlıca etmendir. Genel itibariyle, üç ülkenin demokrasiye uzanan süreçlerinde, sistem farklılıklarının oluşmasında başlıca şunlar etkilidir; Toplumda başat aktör olan zümrenin hangisi olduğu, bu zümrenin hangi sınıflarla mücadele ettiği yahut etkileşimde bulunduğu ve son olarak da toplumda sosyal ilişki biçiminin hangi yönde olduğu, dikey ilişkiler mi yatay ilişkiler mi kurulduğu oldukça mühim.

 

Türkiye’de gelişen siyasal kültürün kurucu unsurunun merkezi güç olması sebebiyle, Türkiye’de hiçbir toplumsal kesim devletin sınırlarını sorgulamamakta, sorgulanan şey her zaman iktidarın ideolojisi olarak karşımıza çıkmaktadır. İşe daha temelden başlamak ve çoğulcu-kurumsal bir yapıyı nasıl inşa edebileceğimizi tartışmaya açmak zorundayız.  

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.