Kuşku ve Arayışa Güzelleme

Britanya’nın en iyi entelektüelinden biri olarak kabul edilen Pakistan doğumlu İngiliz yazar Ziyaüddin Serdar’ın, Müslüman ve Batı dünyasının geleceğinin nasıl şekilleneceği üzerine yazdıklarının yanı sıra Postmodernizm, Sömürgecilik ve Postnormal Zamanlar üzerine yazdığı makale ve kitaplarının son 30 yılda dikkatle takip ediliyor olması, onun dini ve entelektüel yolculuğunu anlattığı, ‘Septik Bir Müslümanın Yolculuğu: Cenneti Arayan Adam’ başlıklı otobiyografik romanına odaklanılmasını da beraberinde getirdi.

Ziyaüddin Serdar'ın “Cenneti Arayan Adam”

Britanya’nın en iyi entelektüelinden biri olarak kabul edilen Pakistan doğumlu İngiliz yazar Ziyaüddin Serdar’ın, 2004 yılında Londra’da yayınlanan Desperately Seeking Paradise: Journeys of A Sceptical Muslim isimli otobiyografik romanı, Türkiye’de Mahya Yayıncılık tarafından Septik Bir Müslümanın Yolculuğu: Cenneti Arayan Adam[1] ismiyle 2017’de yayınlandığında, oldukça ciddi bir okur kitlesinin ilgisine mazhar olmuştu. Görüldüğü kadarıyla bu mazhariyet hâlâ devam etmektedir.

 

Bu ilginin arka planında; 1970’ten beri düşünsel olarak yoğunlaştığı İslam Dünyası’nda Bilim, Teknoloji, Kalkınma ve Çevre konularına ilişkin makale ve kitaplarının yanı sıra; Postmodernizm, Oryantalizm, Öteki sorunsalı, Batı ve İslam Medeniyetinde Bilgi, Değer, Kültür, Politika ve Gelecek üzerine çalışmalarının hem Batı hem de İslam dünyasındaki entelektüel, aydın, akademisyen ve yazarlar tarafından biliniyor olmasının da etkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir. Raşid Gannuşi, Hasan Turabi, Yusuf el-Karadavi, Muhammed Hüseyin Fadlallah, Abdülkerim Süruş, Bobby Salman Sayyid, Seyyid Hüseyin Nasr, Taha Abdurrahman, Muhammed el-Cabiri ve Tarık Ramazan gibi daha sıralanabilecek birçok ünlü simayla aynı cümle içinde zikredilebilecek bir isim Serdar.

 

Serdar’ın, Müslüman ve Batı dünyasının geleceğinin nasıl şekilleneceği üzerine yazdığı Gelecek temalı makale ve kitaplarının çokluğunun yanı sıra Postmodernizm, Sömürgecilik ve son yıllarda yoğunlaştığı Postnormal Zamanlar üzerine yazdığı makale ve kitaplarının son 30 yılda dikkatle takip ediliyor olması, onun dini ve entelektüel yolculuğunu anlattığı, bu yazının da ekseni olan otobiyografik romanına odaklanılmasını da beraberinde getirdi. Çünkü Serdar’ın Cenneti Arayan Adam kitabındaki yolculuğu hem İslam Dünyası’nın ve İslami hareketlerin hem de tikel olarak her bir Müslüman ferdin adeta kendi hikâyesi, birer özeti, prototipi, laboratuvarı ve öyküsünü içermektedir.

 

Entelektüel Hikâyesi, Yayınları ve Çalıştığı Kurumlar

 

Serdar’ın yazdığı 50’den fazla kitaptan bazılarını sayarak okuru ansiklopedik bilgiye boğmamak en iyisi. Çalıştığı uluslararası gazete ve dergiler, ders verdiği üniversiteler ile kuruculuğunu yaptığı düşünce kuruluşlarını sıralamakla yetinip, ardından otobiyografik romanında İslam ve Çağdaşlık meselelerine ilişkin geliştirdiği argümanlara değinelim.

 

İlk olarak 1969’da Britanya’daki Müslüman gençler için ve onlarla birlikte çıkardığı aylık dergi Zenith’ten en son 2022’de yayınladığı Gelişen Epistemolojiler: Postnormal Zamanlarda Değişen Bilginin Yapısı isimli eseriyle 50 yıldır; sürekli okuyup-yazan, konferans-kongre-sempozyum ve çalıştaylarla bunları uluslararası arenada paylaşan, yayıncılığıyla bu düşüncelerini kalıcı hale getiren ve The Independent’ın ifadesiyle “İngiltere’nin Müslüman Bilgesi” olarak vasıflandırılan bir entelektüel Serdar.

 

BBC, Channel 4 ve Sky News kanalları için belgesel çekmiş, dini ve fikri programlar gerçekleştirmiş, tartışma programlarıyla ekranda boy göstermiş; The Times, The Independent, The Guardian, The Herald (İskoçya’da yayımlanan, 1783 yılında kurulmuş olup dünyada yayımı hâlâ devam eden en eski ulusal günlük gazete) ve Observer gibi gazete ve mecralarda muhabirlik, köşe yazarlığı, danışmanlık yapmış ve yazı dizileri yazmış, İngiliz Bilim Dergisi Nature ve New Scientist’te çalışmış, Inquiry, Futures ve Third Text isimli dergilerde editörlük, New Statesman dergisinde muhabir ve köşe yazarlığı ile son olarak entelektüel ekibiyle birlikte üç ayda bir yayımladığı,  akademisyen, entelektüel ve aydınlar tarafından takip edilen Critical Muslim dergisinin editörlerinden biri. Akademisyen, yayıncı, yazar, fütürist, gazeteci, kültür eleştirmeni, düşünür, aktivist gibi şapkalarının dışında, daha çok eleştirel teori alanında öne çıktığını gördüğümüz bu Müslüman bilge; üretkenliğinin, danışmanlığının, yazıp-çizmesinin, oluşturduğu küresel entelektüel dayanışma ağlarının yanı sıra birçok düşünce ve sivil toplum kuruluşunun kuruculuğunu yapmış, birçok üniversitede ders vermekten de geri durmayan devingen bir isim. İslam İşbirliği Teşkilatı başta olmak üzere Britanya’daki Eşitlik ve İnsan Hakları Komisyonu’nda Komiser, Geçici Ulusal Güvenlik Forumu’nda üye, şu anda Malezya Başbakanı olan Enver İbrahim’in özel başdanışmanlığı ile karar mekanizmalarına da sirayet eden misyon sahibi bir Müslüman. Middlesex Üniversitesi’nde Hukuk ve Toplum Profesörü, Londra City Üniversitesi’nde Postkolonyal Çalışmalar profesörlüğüne atanarak, akademi dünyasıyla içli dışlı bir akademisyen kimliği de taşıdığı diğer şapkalarından.

 

Kuruculuğunu ve koordinatörlüğünü yaptığı birkaç düşünce kuruluşunu belirtmek gerekirse; 1971’de FOSIS (Britanya Müslüman Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nun Genel Sekreterliği), 1974’de ünlü Pakistanlı İngiliz yazar Kelim Sıddıki ile Londra’da kurdukları İslami Araştırma ve Planlama Enstitüsü, Cidde’deki Kral Abdülaziz Üniversitesi bünyesindeki Hac Araştırma Merkezi’nde uzun yıllar kıdemli araştırmacı ve danışmanlık görevi, 1983’te kurduğu İcmaliler isimli entelektüel hareket, 1985’te kuruluşunda yer aldığı ve Cidde-Şikago ile Londra’da merkezleri bulunan Politika ve Gelecek Araştırmaları Merkezi ve son olarak 2012’de kurduğu Uluslararası danışmanlık ve araştırma kurumu olan Postnormal Politika ve Gelecek Çalışmaları Merkezi ile de çalışmalarını aralıksız sürdürmektedir.

 

İslami Akımlarla Karşılaşmasında Şüphecilik ve Eleştirellik Damarı

 

Septik Bir Müslümanın Yolculuğu: Cenneti Arayan Adam kitabı, Pakistan kökenli Tebliğ Cemaati ve cemaat mensuplarının kaldıkları mescidin mizahi betimlemeleriyle başlar, kitap boyunca kendisine eşlik eden şüpheci tutum ve mizahi dille sonlandırdığı yeni entelektüel dergi kurmanın heyecanı ile de sona erer mezkûr kitap. Bu iki aralık boyunca; İslam coğrafyasının belli başlı ülkelerine yaptığı yolculukla sizler de adeta kendinizi bu seyrüsefer içinde bulurken, yine İslam coğrafyasının belli başlı İslami hareket ve oluşumlarının kâh içine girerek kâh ileri gelen aktörleriyle yaptığı tartışmalarda, kendinizi bazen gerilimli ve sevimli, bazen hayal kırıklığı ve umutlu bir halet-i ruhiye içinde hissetmekten de alıkoyamıyorsunuz.

 

Serdar’ın, Londra City Üniversitesi’nde fizik okuyan bir genç olarak 1972 yazında Tebliğ Cemaati ile başlayan tanışıklığı, bu cemaatin içinde bir süre kalmasıyla biter ve İngiltere Müslüman Öğrenci Dernekleri Federasyonu Genel Sekreteri olmasıyla şu İslamcı aktör ve hareketlerle devam eder cenneti arama yolculuğu: Cezayirli düşünür Malik B. Nebi ve İslamcılığı, Pakistanlı gazeteci ve fikir adamı Mevdudi ve İslamcılığı, Seyyid Kutup ve İhvan üzerinden Mısır İslamcılığı, Sufi Şeyh Nazım Kıbrısi, Abdülkadir es-Sufi ve Mevlana yolculuğu ile Sufi İslamcılık, Kelim Sıddıki ile İran İslam Devrimi’yle başlayan İran İslamcılığı, Rabıta ile Vahhabilik İslamcılığı, Ekmeleddin İhsanoğlu ile Ali Bulaç üzerinden Türkiye İslamcılığı, İsmail Raci Faruki ile İslam-Bilim tartışmaları, Gulbeddin Hikmetyar ve Burhaneddin Rabbani üzerinden Afganistan İslamcılığı, Ziya’ül Hak üzerinden Pakistan İslamcılığı ve  Enver İbrahim ile Malezya İslamcılığı….

 

Onun bu seyrüsefer halinin satırlarında gezinirken, İmam Gazali’nin 15 yıla yakın süren ve İslam dünyasının farklı belde, kültür ve ülkelerine yaptığı seyahat ile paralellikler kurmak mümkün. Serdar, kendisini böylesi bir seyahate iten motivasyonu ise kitapta şu şekilde belirtiyor:

 

“İslam hakkında sistematik, eleştirel düşünceye ve ümmetin dertlerine adanmış entelektüel çabalar ortaya koyarak, cennete giden yolu kendim bulmaya çalışan biriydim. Kendi çaresizliğimizi düşünmek yerine, ümmeti daha iyi bir geleceğe götürmek için yeni fikirler ve eleştiriler üretebiliriz. Belki de yeni bir “düşünce ekolü” bile oluşturabiliriz. Fikirler, bir medeniyetin gerçek tuğlaları, düşünme ve entelektüel tartışmaları yayma ise, cennete giden yolu inşa eden bir süreçti.”[2]

 

İslam dünyasının birbirinden farklı kokular saçan bu çiçeklerden müteşekkil bahçesinde dolaşırken, zihninden hiç eksik etmediği şüphecilik ve eleştirellik bohçası, yüreğinde ise dinmediğini gözlemlediğimiz tutku, heyecan, tasa ve emek, cennet arayışında Serdar’a hep eşlik etti. Peki, neden bu cennet arayışı?

 

“Teklif edilen farklı İslam yorumlarını bizzat deneyimlemek, her birinin görüşlerini sorgulamak ve çağrıldığım cennetin ne tür bir cennet olduğunu keşfetmek istiyordum.”[3]

 

Serdar, İran seyahati ile Haşhaşiliği ve devrim öncesi İran toplumunu, Irak ve Suriye yolculuğu ile Baas ideolojisinin topluma sunduğu krizleri, Ürdün ve buradaki Filistinli mülteci kamplarını, Birleşik Arap Emirlikleri seyahati ile konfor ve yoksulluğun girdabındaki Dubai’yi, Kral Abdülaziz Üniversitesi’nden gelen teklif ile Suudi Arabistan’ın ekonomik, dini ve toplumsal haritasını, ikinci bir İran seyahati ile 1979 İran İslam Devrimi’ni, Çin, Afganistan ve Pakistan seyahatiyle buradaki Müslüman toplulukları ve şeriat tartışmalarını, Malezya’ya sıklıkla yaptığı seyahatlerle Malezya’nın etnik ve dini çeşitliliğini içeren çoğulcu-liberal toplum yapısını çok yakından gözlemleme ve aradığı cennet modeline uygun olup olmadığını inceleme imkânı yakalar.

 

Bu gözlemleri, sloganvari ve klişeler üzerinden değil, keskin gözlem ve zekâsıyla olduğunu gördüğümüz felsefi bir derinlik içinde yapmaya çalışır. Ancak bu felsefi derinlik, praksisten ve Ümmet kimliğinin bir parçası olduğunu söylediği büyük aileden kopuk değildir. Gördüğü ve içinde bulunduğu her İslami hareket ve seyahat ettiği her İslam ülkesinin -ki bunlar kitapta 14 bölümden oluşmakta- neden aradığı cennet modelini taşımadığını, duygusal değil rasyonel gerekçelerle her bölümün sonunda okura anlatır.

 

Hatta kimi zaman şüphe ve eleştirelliğin sınırlarını zorlayan pozisyonuyla, tepki çekecek kimi çıkarımlarda bulunmaktan da çekinmez. Kitabın 12’nci bölümü olan “Sekülarizmin Keyfi” bu yönüyle örneklendirilebilir. Ya da Farabi’nin “Medinet’ül Fazıla” modelini, seküler bir devlet modeli olarak gördüğünü belirtmekten geri durmamasında görüleceği gibi. Septisizme ve arayışa olan bu güzellemesi, İslam dünyasının içinde bulunduğu şu tablodan kaynaklı olsa gerek:

 

“Çürüme, dağılma, parçalanma, kargaşa ayrıca cehalet ve kendi kaderini belirleyememe türünden hastalıklarla mustarip Müslümanların üzücü öyküsü” dedikten sonra şunu da eklemeyi ihmal etmiyor Serdar: “Milyarlarca Müslüman tüm problemlerinin çözümlerinin İslam’da olduğundan emindi ancak bu çözümlerin ne olduğu konusunda en ufak bir mutabakatları bile yoktu. Yanlış nedenlerle, yanlış bir zamanda, yanlış bir ruh hali içinde nihai ödülü (cenneti kazanmak kastediliyor) kazanmak için rüzgâra karşı koyan Müslümanlar söz konusu idi.”[4]

 

Kitap boyunca Serdar’da gördüğümüz; araştırma, sorgulama, düşünme, tartışma, gözlemleme, seyahat etme, kavramsallaştırma, modelleme ve tüm bunların sonucunda adeta bir “düşünce ekolü” oluşturarak, içler acısı durumdaki İslam dünyasına yeni bir açılım getirme cehdi, onda tutarsızlığa, savrulmalara ve fluluğa yol açsa da şu vurguları kaygılı bir Müslüman kimliğini yansıtması açısından dikkat çekicidir:

 

“Benliğimin en derin varlığıyla, ben bir Müslümanım; ancak o benlik hiçbir zaman yalnız veya tekil değildir; tüm İslam ümmetinin çoğulluk ve çeşitlilik içeren bedeninin bir parçasıdır. Benim kimliğim ne kadar yamalı bir bohça, çılgın ve karmaşık bir döşeme, karmaşık biçimler, kalıp ve renkler mozaiği olsa da; ne kadar zaferler ve mağlubiyetler, yanlış başlangıçlar ve hatalı çıkışlardan oluşan bir doku olsa da bileşik bir bütündür. Biz ümmetiz. Uluslararası Müslümanlar topluluğuyuz, asla istifa edemeyeceğimiz bir bileşik aidiyetin sahibiyiz. Ümmet ilave edilmiş bir katkı ve benim gerçeğimin dışında olan bir toplam değildir.”[5]

 

Serdar’ın, cennet arayışı boyunca yüzleştiği her İslami hareket, oluşum ve dini gruplara dair analizlerinin neden afaki ve içi boş olmadığının göstergesi, bizzat İslami oluşumların temsilcileriyle bunları ya tartışıyor olması ya da bu grupların içinde bizzat bulunarak, solumasındandır. Bu yönü, her okuru onun bu analizlerinin altına imza atmaya belki götürmeyebilir ama dikkate alınmasına yol açan ayrıksı bir yönüdür. Zira bugünün Müslüman aydını, entelektüeli veya âlimi örneğin İhvan’ı ya da Selefi hareketleri daha çok kitap ve internet sitelerindeki malumatlarla öğrenmeye koyulmaktadır.

 

Bu ayrıksı yönünü, iki İslami akımla ilgili yaptığı analiziyle somutlaştıralım. Zira onlarcasından bahsetmek, bu yazının sayfalarca uzamasına yol açacaktır. Mevdudi ve Cemaat-i İslamiye’nin İslamcılığı ile ilgili analizinde ilkin aradığı cennet modelini çağrıştıran öğeler gördüğünü ifade etse de, sonradan, Mevdudi’nin İslam’ın bütüncül bir sistem olduğu argümanının ütopik, modern toplumun sorunları karşısında ise test edilmemiş bir naiflik içerdiğini ve özellikle de kadın meselesine yaklaşımındaki rahatsız edici yaklaşımlarından dolayı, aradığı cennet modeline uymadığını temellendirir Serdar. Bunu da hareketin en önemli isimlerinden biri olan Enis Ahmet ile tartışmalarında ve Mevdudi’nin Avrupa seyahatinde iken, kendisiyle yapmış olduğu fikri tartışmalar vesilesiyle olduğunu kitapta öğreniyoruz.

 

Tasavvufi akımlardan olan Şeyh Nazım Kıbrısi ekolüne bir süreliğine de olsa intisap etmesi, Fas’a giderek ünlü Sufi Abdulkadir es-Sufi’nin yaşadığı habitatı gözlemlemesi, Mevlana’nın öğretisi için Konya ve Akşehir’e yaptığı yolculuk ve buradaki gözlemlerinde de aynı ayrıksı yönünü müşahede etmekteyiz. Bu ekol için de şu kanaate varır. Tasavvufun özünde derin ve cezbedici tarafı olduğuna dair kanaat taşımakla beraber, üstü örtülü işlerin varlığı nedeniyle yozlaşarak otoriterleşme eğilimleri taşıması ve mürşidin gizemler dünyasıyla külte dönüşme yetisinin, kendisinin izlemek istediği yolu taşımaması için yeter gerekçe olduğunu belirtir. Bu iki örnek dışında kitap boyunca uzun uzadıya anlattığı diğer tüm İslami akım ve ekollerin imkân ve risklerini dile getiren analizleriyle, romantik olmaktan çok rasyonalist damarını şüphecilikle kol kola gezdirmesiyle bu sonuca vardığı rahatlıkla görülür. Londra City Üniversitesi’nde okuduğu Fizik ile Bilimsel Bilgi disiplinlerinin etkisi de belki bu analizlerindeki rasyonalistliği şekillendirmiştir.

 

 

Fildişi Kulesi ile Sahayı Mezceden Yönü

 

Hem arayış yolculuğu hem okuma ve yazmaları hem de çağdaş dünyanın sorunlarıyla yüzleşmekten çekinmeyen ve onlarla boğuşarak İslami argümanlar çerçevesinde modeller çıkarma gayreti sergilediğini gördüğümüz Serdar’ın, kitap boyunca şu hasletlerini okur sanırım kitabı elinden düşürmemesiyle fark edecektir.

 

Tutkulu, kaygılı, netameli soruların peşinden gidip cevaplarını bulmaya çalışan cesurane sorularla dinmeyen merakı, ıskalamadığı yenilik(çilik) arayışı, İslam ülkelerindeki insanları ve mimariyi gözlemlerkenki kâşifliği, keskin bir gözleme ve zekâya sahipliği, ezber bozan, klişeler ve sloganlarla düşünmeyi değil kritisizmin tehlikeli sularında gezinmeyi yeğleyen dünyası, düşüncenin üzerine düşünüp bulduğu cevapların üzerine de düşünen refleksif karakterli damarı, rasyonel, şüpheci, şaşırtıcı, İslam’ın ilkelerini çağdaş sorunlarla çarpıştırıp/yüzleştirip buradan kimi fikri ve usuli açılımlar yapmaya didinen, icmayla yetinmeyip kıyasa da kıyasıya başvuran, bazen eklektik bazen ümmetçi kimi zaman reformist ve tarihselci, kimi zaman liberal ve hümanist, kimi zaman Tevhid ehli fakat insanlığın da Müslüman dünyanın da sorunlarının, krizinin üstesinden gelecek olan paradigmanın İslam olduğuna inanan gayretkeş lakin fildişi kulesinde olmayan bir entelektüel.

 

O, İslam’ı ilmihal düzeyine indirgeyen Tebliğ Cemaati versiyonunu da, totaliter bulduğu İran İslam Devrimi ile Suudi Arabistan İslamcılığını da benimsemez, olsa olsa çeşitlilik ve çoğulculuk içeren yönüyle Malezya İslamcılığını kendine çok daha yakın bulur. Bu yazının sınırlarını zorlamamak için, Serdar’ın kitabının 14’üncü bölümü olan “Geçmişte ve Günümüzde Çok Kültürlülük” bölümünde geniş bir şekilde neden Malezya Modeli’nin ya da İslamcılığının dünyaya, insanlığa ve Müslüman coğrafyaya bir model olacağını hem Malezya yönetimine hem de elitlerine yaptığı danışmanlıktan dolayı uzun uzadıya anlattığı kısma bakılabilir. Biz ise son olarak Serdar’ın demokrasiye ve sekülerizme bakışına dair yaklaşımını analiz edip, yazıyı nihayete erdireceğiz.

 

Demokrasiye Bakışı

 

Müslüman dünyanın birçok entelektüeli, âlimi, aydını, akademisyeni ve siyasi aktörünün demokrasi ve demokratik düzene ilişkin zaman zaman birbiriyle zıt ve farklı bazen de benzeşen bakış açıları söz konusu. Tüm bunları; reddiyeci bakış, kabullenici bakış ve eklektik bakış şeklinde üç formülle sınırlamak mümkün. Bunların dışında muhtemeldir ki farklı formülasyonlar da dile getirilebilir. Serdar gibi uluslararası üne sahip bir şahsiyetin demokrasiye bakışına dair otobiyografik bu eserinde, diğer birçok bilimsel, kuramsal ve akademik metinlerine nazaran daha açık ve seçik bir şekilde bu mevzuyu dillendirdiği görülmektedir.

 

“İran devrimi İslami dirilişe yönelik birçok muhtemel yaklaşımdan yalnızca birisi. Diğer durumlar örneğin dikkatlice geliştirilmiş demokratik süreçler -Türkiye ve Malezya’da olduğu gibi- bir İslami dirilişin şartlarına daha uygun olabilir. Demokrasi bir İslam toplumunun kolektif iradesini harekete geçirmek için kullanılabilir; İslam’ın medeniyet hedeflerine bağlı bir liderlik üretilebilir ve toplum yeniden yapılanmaya taşıyabilir. Elbette bu yavaş ve zor bir süreç olacaktır. Bu şekildeki bir dönüşüm, dış dünya ile kendi bağlamında başa çıkacak, kendine güven ve yetenek kazanacaktır. İslami hareketlerin demokratik ve hesap verebilir yollarla İslami dirilişi gerçekleştirilebileceği neden düşünülmesin? Çeşitli hareketlerin şimdiye kadar başarısız olması, bu hareketlerden çok, demokrasi sürecini bizlere ortaya koymaya itmektedir.”[6]

 

Serdar’ın, demokrasiye, reddiyeci ve kabullenici bir bakış sergilemekten çok bir tür eklektik bir bakış sergilemiş olduğu görülür. Başka bir okuma da pekâlâ şöyle olabilir; Serdar burada demokrasiyi araçsal bir olgu olarak görmeyi tercih etmektedir. Buradaki araçsallık, İslami dirilişe yol açması hasebiyledir. Kendisinin, Müslüman kimliğe dayanan argümantasyonlarıyla bir yönetim modeli yaratmaya dönük çabalarından ötürü, ilk etapta demokrasiyi Müslüman toplumların kolektif iradesini harekete geçirmede bir unsur, İslam medeniyetinin hedeflerine vararak yeni bir liderlik misyonu ortaya çıkmasına zemin, dış dünya ile (Müslüman zihnin ve dünyanın dışsallığı) boğuşmada olası bir dinamik olarak görmesine dikkat çekmesi, yani eklektizmi ya da araçsallığı normal karşılanmalıdır. Belki de bu eklektizm ve araçsallık, zor olduğunu söylediği bir süreç sonunda, demokratik bir düzeni kabullenmeye yol açabilir. Tersi bir düzene de kapı aralayabilir. Bunu o günün tarihsel, toplumsal, siyasal, ekonomik ve uluslararası düzenin pozisyonu şekillendirecektir. Ya da özcesi, demokratik düzenin kapasitesi, absorbe etme becerisi belirleyecektir. Yalnız gerek Cezayir’de FIS hareketinin 90’larda seçimleri kazanması ile başlayan askeri darbe deneyimi gerekse “Arap Baharı” olarak isimlendirilen toplumsal mobilizasyonun erkenden boğulmaya çalışılması deneyimleri, bizi ünlü Ortadoğu gazetecisi Robert Fisk’ın “Batı, her zaman diktatörleri sever” tespitini haklı çıkarmaya da sürükleyebilir.

 

Serdar’ın demokrasiye bakışında dikkat çekici olan husus, toplumsal iradeyi mimlemesi ve siyasi-toplumsal liderliğe yol açacağını umması, hilafet-teokrasi-şeriat-emirlik tartışmalarının sürgit devam edeceğini göstermesi açısından kayda değerdir. Zira toplumsal irade vurgusu, hem dinin ilkesel olarak iyi ve kötünün seçimini Müslümana/ferde/topluluğa/topluma bırakması açısından uyumu hem de seküler-demokratik düzenlerin “halkın iradesi” “milletin iradesi”, “seçmenin iradesi” şeklinde formülleştirilen kavramsallaşmayla benzerliği açısından, İslam-demokrasi çatışmasına değil, işbirliğine ya da birlikteliğine gönderme yapması açısından da okunması mümkündür.

 

Serdar’ın, Mevdudi ve Cemaat-i İslamiye ekolünü anlattığı sayfalarda, silahlı devrime kapıları kapatan yöntem ile İran İslam Devrimi’nin İslami dirilişe götüren yöntemlerden sadece biri olarak okunabileceği şeklindeki bakışıyla, İslami diriliş açısından demokrasinin de literatürde var olan yöntem ve modellerden biri olarak görülebileceğini okura sunduğunu görüyoruz. Burada aynı zamanda, şu ana kadar İslam coğrafyasındaki İslami akımların başarısızlıkla gelen süreçlerinden ötürü, bir tür tarihin sürüklemesinden, iteklemesinden ya da icbarından ötürü demokratik sürece sıcak bakılmasını tavsiye ettiği de görülmektedir. Ya da “bu yöntem de denenebilir” düşüncesine sahip olduğu söylenebilir.

 

Serdar’ın kitabın ilerleyen sayfalarında yer alan: “Demokrasiyi de problemli buluyorum. Seçimler, liderlikte bazı değişimler sağlayabilir, ama otomatik olarak akıllı, yozlaşmayacak, kitlelerin beklentilerini karşılayabilecek bir hükümetin doğuşunu sağlayamaz”[7] ifadeleri, demokrasiyi de denenmeye değer bir yöntem olarak gördüğünü göstermesi açısından sarihtir. Çünkü Hilafet ve Emirlik modeli, silahlı devrim ya da İran İslam Devrimi’nin yöntemi nasıl bir yöntem olarak uygulandı ve başarılı olmadıysa, demokrasinin de yöntemlerden bir yöntem olarak denenmeyi gerektiren bir potansiyeli ihtiva ettiğini, bünyesinde taşıdığı tüm problemli yapısına rağmen önermektedir. Bu önerisi şu haklı ve ampirik soruları da sormaktan alıkoymaz Serdar’ı ve bizleri. Hâlihazırdaki demokratik düzen modelleri, toplumlara ne kadar huzur verebildi?  Refahı ne denli artırıp, toplumsal katmanlara yayabildi? Ne kadar yozlaşmayan, çürümeyen, baskıcı olmayan bir düzen idealini gerçekleştirebildi? Toplumu ve bireyi ne denli özgürlük idealiyle buluşturdu? Müslüman ülkelerde olmayan bu hususlar, demokratik düzenle anıldığı söylenen ve örnek gösterilen Avrupa ve ABD’yi ne kadar ihata edebildi? Akademisyen Hasan Aksakal’ın yıllarca çalışmış olduğu Modernite Eleştirileri kapsamında en son yayınladığı Huzursuz Modernite kitabında anlattığı belki de Huzursuz Modernite’nin hali pür melali içinde yaşamını sürdürmektedir Batı ve Batı dışı toplumlar.

 

 

Sekülerizme Bakışı

 

“İslam’da hukuk, ahlak ve politikanın birbiriyle yakınan bağlantılı olduğu dikkate alındığında, İslami sekülerizmden söz etmek hemen hemen çelişki olacaktır. Oysa din ve siyasal iktidarın açık bir ayrımı dile getirilmiş olmasa da, sekülerizmin İslam tarihinde güçlü bir yeri olmuştur. Seküler rotada geleceğe dönmek, çağdaş problemlerimizi çözecek cevaplar bulmamızı sağlayabilir”[8]

 

Serdar’ın ilkesel olarak dinde/akidede/teoride olmayan sekülerizmin, tarihi akış içinde var olduğunu ileri sürmesi hem bir paradoksu işaret eder hem de bunu arzuladığını ortaya koyar. Bir Müslüman dinde olmayan bir şeyi düşünebilir, uygulayabilir, yaşayabilir, önerebilir ama bunun dinen uygun olmadığını da tutarlılık açısından belirtmesi gerekir. Bunun İslami kimlik ile ne denli bağdaşıp bağdaşmadığını da vurgulaması kaçınılmazdır. Aziz Nesin’in bir konuşmasında “Bir Müslüman asla laik olamaz” mealinde söylediği tarzda bir açıklıkla veya örtüklükle de olsa bunu belirtmesi, kimliği açısından beklenen bir durumdur. Ahlak nasıl ki ticaretten, düşünceden, kültürden ayrılmaz bir umde ise, politikadan ya da siyasal iktidarın tasarruf ve eylemlerinden ya da kararlarından da ayrılamaz. Din veya ahlakın politika ile birlikteliği, totaliterlik değildir, teokrasi ise hiç değildir. Nitekim Batı dünyası da, ahlak ve etikten yoksun bir anayasacılığı da, atom bombasını da nükleer savaşı da tartışıp durmaktadır. Neden ahlak, atom bombası gibi gelişmiş (!) bir teknolojiden bağımsız düşünülebilinsin ki? Ahlakın ve dinin, politikada ya da siyasal iktidarlar tarafından kullanılması, bir hatayı, bir sapmayı gösterir, sekülerizmin meşruiyetini değil. Hata, sapma veya savrulma, düzeltilerek, aslı kimliğine rücu edilerek izole edilir, din dışı bir modeli içselleştirerek izole edildiğini düşünmek kimlik karmaşasının yanı sıra yaşam karmaşasını son kertede de din dışı kimliğe evrilmesine götürür bireyi ya da toplumu. Bu da bir tercih olup, her iktidar, her birey veya her kavim/toplum bu tercihiyle Tanrı nezdinde hesabını verir.

 

Serdar’ın 2000’li yılların başında yazdığı bu kitabındaki “Seküler rotada geleceğe dönmek, çağdaş problemlerimizi çözecek cevaplar bulmamızı sağlayabilir” yaklaşımının, 2022 yazında geldiği Türkiye’de Taksim Camii Kültür Merkezi’nde verdiği bir konferansta şuna evrildiğini de ayrıca belirtmek gerekir. Yoksa Serdar’ın kitapta geçen ve alıntılanan bu ifadeleri hâlâ benimsediği gibi bir yanılgıya okuru düşürürüz ki bu da yazının ethosuyla bağdaşmaz. Der ki Serdar bu konferansta:

 

“Bugüne kadar Müslümanlar gibi Kapitalizm, Sosyalizm, Modernizm, Sekülerizm, Postmodernizm gibi tüm akımların da insanlığın sorunları ve krizleri karşısından başarısız olduğunu ama son tahlilde, Müslüman ve insanlığın sorunlarına karşı çözümün İslam’da olduğuna inanan biriyim ben.”

 

Kitapta Serdar’ın, Farabi’nin Medinetü’l Fazıla’sını evrensel seküler devlet modeli olarak sunduğunu belirtmiştik. Bu bilginin yer aldığı kitabın 12’nci bölümü olan “Sekülarizmin Keyfi” kısmında, İslam siyasi ve düşünce tarihinde Eşarilik ve Mutezile arasındaki fikri tartışmaları ele alıp, bir tür kendisinin Mutezile ekolüne yakın olduğunu okura hissettirdiğini görmekteyiz. Aynı zamanda kendisinin de olduğu İcmalciler diye nitelendiren entelektüel hareket içindeki arkadaşı olan İftikhar Malik ile de Batı Sekülerizmi ile İslam Sekülerizmi karşılaştırmasını yaptıktan sonra, sekülerizmin yeniden yorumlanıp yorumlanamayacağına, oradan da sekülerizmin doğasındaki zulmün teşhir edilip, şeytanlaştırılmaması gerektiğine kadar birçok başlıkta süren beyin fırtınasından sonra Serdar, şu sonuca vardığını kitapta dile getirir:

 

“Kendi kategorilerimize göre tanımlanan, kendi tarih ve geleneğimizin şekillendirdiği bir modernite oluşturmalıyız. Sekülerizmi aynı anda hem kabul etmeli hem de reddetmeliyiz. Sekülerizmi kurumsal adaletsizliklerinden, zulümlerinden arındırmalıyız. Sekülerizme karşı daha uzlaşmacı bir yaklaşım benimsemeye karar verdim. Cennete uzanan bu muğlak seküler yolda, ciddi kuşkularım da söz konusu idi.”[9]

 

Sekülarizmi hem reddetmek hem da kabul etmek önermesinde görüleceği üzere, ilk göze çarpan hususun, ciddi bir paradoks içerdiğidir. Tamam, şüphenin dehlizlerinde gezinen bir kâşif, hâlâ arayışta ama kendi modernitesini ya da kendi tarih ve geleneği içinde sekülerizmi önermesi, eklektik bir duruşu ifade eder ki, burada özgünlük aranamaz. Burada henüz netleşmeyen, kuşkuları barındıran bir kafa karışıklığı ya da sekülerizmin büyüsü altında kalmış olmanın belki de cezbinden söz edilebilir. Daha iyimser bakışla ise, arayışta olan henüz yatağını bulamamış bir Müslüman’ın, bir olgu veya süreç ile ilgili gelgitler yaşaması mukadderattandır şeklinde de düşünülebilir. Sekülerizme ilişkin bakışında, reddiyeci yaklaşım ya da sorgulayıcı bakıştan çok, kabullenici hatta kendi ifadesiyle uzlaşmacı bir tutumu taşımaktadır Serdar. Serdar’ın, Batı medyası ve elitleri arasında dikkate mazhar olunmasında, komploya kaçmayacak şekilde belirtmek gerekirse, bu duruşunun o dönemlerde payı olsa gerek. Zira Batı elitleri de kendisiyle benzer söyleme sahip isimlerin kamusal tartışma alanlarında görünür olmasını arzularlar. Ancak cennete uzanan yolda, “muğlak sekülerizmi” ya da “modernitenin cennet vaadini” değil, şimdilerde İslam’ın cennet modelini benimsediğini görmekteyiz.

 

Dinmeyen Kaygı, Tükenmeyen Çaba ve Bitmeyen Düşünce Üretimi

 

Serdar’ın ilk otobiyografik romanı olan bu eserin ardından, serinin devamı olduğu görülen ve 2009 yılında yayınladığı ikinci kitabı Balti Britain: İngiltere’deki Asya Deneyimine Yolculuk ile 2018 yılında çıkan serinin üçüncü kitabı Pakistan Kökenli Bir Kişi’nin de okunması halinde, uluslararası bir üne sahip Müslüman bir entelektüelin dinmeyen kaygısı, tükenmeyen çabası, modernitenin çağdaş sorunları ve kriziyle yüzleşmekten korkmayan, bununla insanlığa ve Müslüman coğrafyanın sorunlarına yeni bakış açıları kazandırmayı kendisine misyon biçmiş bazen reformist ve liberal, bazen Ümmetçi ve Tevhid ehli, kimi zaman da hümanist ve tarihselci bir Müslüman’ın varoluşsal sancıları rahatlıkla görülecektir. Bu sancıyı, şu anda Malezya Başbakanı Enver İbrahim’e danışmanlık yaparak sürdürmeye çalışırken, umduğu ve tasarladığı cennet modelinin inşası için kitaplarla ve fikirlerle mücadelesine devam eden Serdar, bütünüyle olmazsa ya da kimi tespitlerine eleştirel yaklaşmak gerekse bile, Müslüman dünyaya ve entelijansiyasına yeni kapılar aralamaktan hâlâ vazgeçmemektedir. Son dönemlerde Postnormal Zamanlar diye kavramsallaştırdığı alandaki çalışmaları da bu endişe ve çabanın bir dışavurumu olsa gerek. Bu yönü, kitabın en son cümleleri olan şu alıntıda da görüleceği gibi apaçıktır:

 

“Her zaman yaptığımızı yapacaktık. Gülümseyecek ve mücadeleye devam edeceğiz. Her zaman olduğu gibi mücadelemizi kitaplar yoluyla yapacağız. Sanıyorum bunu bir demet sakalsız yeni şahsiyetlerle, Müslümanları değiştirmek için yine yollara düşerek yapacağız. Cennet bizi bekliyordu.”[10]

 

__

[1] Ziyaüddin Serdar, Septik Bir Müslümanın Yolculuğu: Cenneti Arayan Adam, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Mahya Yayıncılık, 3.Baskı, İstanbul 2019.

[2] Serdar, a.g.e, s.209, 211

[3] Serdar, a.g.e, s.11

[4] Serdar, a.g.e, s.13

[5] Serdar, a.g.e, s.207-208

[6] Serdar, a.g.e, s.191-192

[7] Serdar, a.g.e, s.203

[8] Serdar, a.g.e, s.279-310

[9] Serdar, a.g.e, s.279-310

[10] Serdar, a.g.e, s.384-385

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.