“Kusursuz Fırtına Modeli”
Ekonomi deneyi yaparken laboratuvardan kaçan Türkiye varyantı “ekonomide kusursuz fırtına” modeli olarak adlandırılmayı hak ediyor.
Türkiye iki aydır Sayın Cumhurbaşkanının ifadesiyle “iktidarın 19 yıldır hazırlıklarını yaptığı” yeni bir ekonomi politikası deneyiyle karşı karşıya. Kasım ayındaki Para Politikası Kurulu toplantısının ardından piyasalarda büyük bir deprem yaşandı. Kasım ayının ikinci yarısındaki kur artışı yüzde 30’u buldu. Son iki aydaki artış ise yüzde 50. Sorun sadece kur artışı da değil. Oynaklık öyle bir düzeye ulaştı ki Kapalıçarşı’da döviz alışverişi dakikalarca durdu, bankalar neredeyse bir gün boyunca müşterilerine döviz kuru veremedi. Sarsıntının yıkıcı etkisinin finansal piyasalarla sınırlı kalacağını düşünenler çok yanılıyor. Birçok tedarikçi firma sipariş aldığı halde ürünlerini hangi fiyattan satacağını, sattığı ürünün yerine yenisini koymak için ne kadar maliyete katlanacağını bilemez durumda. Bu yüzden vadeli ticarette ve ödemelerde ciddi aksamalar yaşanıyor.
Hükümet sözcüleri “bu politikayla biz ne yaptığımızı, niçin yaptığımızı, nasıl yaptığımızı, hangi risklerle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi biliyoruz” sözleriyle ekonomiyi derinden sarsan, bütün dengeleri bozan bu politikayı “taammüden” uyguladıklarını ikrar ettiler. Varsayımları şu: Düşük faiz ve yerli paranın değerinin düşürülmesi yatırım, üretim ve istihdamda artışa yol açacak. Bu politikaya “ekonomik kurtuluş savaşı” adını verdiler.
İktidar sözcüleri bu politikayı uygulamak için 19 yıldır beklediklerini savunuyor olsalar da muhtemelen kendileri de yeni fark etmiş olmalılar. Zira bugün “mandacı iktisatçıların arzusu” diye nitelendirdikleri görüşler, geçmişte hükümet programlarının ve bütçelerin ekonomi ilkeleri olarak aynı isimler tarafından TBMM’de defalarca ifade edilmişti. Bu politika için 19 yıl beklemeleri de büyük kayıp. Türkiye’ye bugün “yeni” diye duyurulan politika, 1960’lı ve 1970’li yıllarda bir dizi askeri darbenin ardından Asya ve Latin Amerika ülkelerinde, 1990’lı yıllarda Çin’de uygulanan politikalarla benzerlik taşıyor. Temeli başta emekçiler ve tarım kesimi olmak üzere vatandaşları yoksullaştırma pahasına dış denge sorununu çözmeye dayanan bu tür politikalar ancak insan haklarının ve demokratik özgürlüklerin uygulanmadığı, çalışanların ve dar gelirlilerin baskı altında tutulduğu ortamlarda başarılı olabildi. Bu bakımdan Kurtuluş Savaşı benzetmesinden ziyade “otoriter rejim ekonomisi” benzetmesi daha uygun düşer.
Yine de haksızlık etmeyelim. Türkiye’deki yeni ekonomi deneyinin bahsettiğimiz politikalarla tam anlamıyla örtüştüğünü söylemek mümkün değil. “Türk tipi” sürümünde para ve kredi genişlemesi, transferler ve cari harcamalarla kamu maliyesinde açığın büyümesi, kaçınılmaz olarak bütçedeki faiz harcamalarının artması gibi mutasyonlar gözleniyor. COVID-19 virüsü gibi otoriter rejim politikaları da mutasyon geçirmiş. Özgün sürümünde en azından iç tutarlılık varken Türkiye varyantında onu da bulmak mümkün değil.
Tutarsızlık sadece politikada değil, hükümetin kararları arasında da göze çarpıyor. 2020 Kasım’ında göreve getirilen Merkez Bankası Başkanının sadece dört ay sonra ansızın görevden alınması, yerine getirilen yeni Merkez Bankası yönetiminin defalarca enflasyonun üzerinde politika faizi vermeyi sürdüreceğini taahhüt ettikten sonra bundan geri dönülmesi, 2019 ve 2020 yıllarında kuru belli seviyelerin altında tutmak için -kamuoyunun 128 milyar dolar olarak bildiği üzere- milyarlarca dolar döviz rezervini yakıp kül ettikten sonra şimdi rekabetçi kurun faziletlerinden dem vurulması gibi örnekleri çoğaltmak mümkün. Çok uzağa gitmeye gerek yok. Her ikisinde de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasının bulunduğu Eylül’de açıklanan Orta Vadeli Program’ın ve şu anda TBMM’de görüşmeleri süren 2022 yılı bütçesinin temel varsayımları 18 Kasım itibarıyla anlamını yitirmiş durumda. Piyasalara yön vermesi gereken Merkez Bankası her toplantısında farklı miktarda faiz indirerek adeta ekonominin sabrını deniyor. Bir sonraki kararını tahmin etmeye imkân kalmadı. Dolayısıyla bugün için ısrarla uygulanacağı söylenen politikaların ömrünün ne kadar olacağı kuşkulu. Zaten ekonomiye en büyük zararı da bu tutarsızlıklar, kararsızlıklar, belirsizlikler veriyor. Hükümetin uygulamaları ve Cumhurbaşkanının televizyon konuşmaları ekonomideki öngörülebilirliğe en büyük zararı veren etkenler haline geldi.
Bu politika Türkiye’yi büyük bir felakete sürüklüyor. Parasal genişlemenin olduğu, enflasyon beklentilerinin yükseldiği ve arz yönlü sorunların olduğu bir ortamda TL’nin zayıflatılacağını, kredi genişlemesine hız verileceğini, bütçe harcamalarının artırılacağını açıklamak ateşin üzerine benzin dökmekle aynı şey. Talep kışkırtılıp çıktı açığı büyürken hükümet negatif reel faizde ısrarlı olacağını “bu faizler düşecek, düşecek” sözleriyle ilan ediyor. Bu etkenler Ocak’ta verileceği söylenen ücret artışlarını Nisan’da eritip bitirecek. Hükümet kaşıkla verip kepçeyle geri alacak. Kontrolsüz ve hesapsız bütçe destekleri ve faiz yüküyle kamu maliyesi delik deşik olacak. Faiz indirerek bütçedeki faiz harcamalarını artıran hükümet olarak tarihe geçecek.
Üniversitelerde iktisat öğretirken birinci sınıfta öğrencilerin anlayabilmesi için doğal olarak her seferinde iki değişken arasındaki ilişkinin üzerinde dururuz. Yani diğer bütün etkenler aynı kalırken örneğin kurdaki artışın dış ticaret üzerindeki etkisini incelemelerini sağlarız. Ancak gerçek yaşamda ekonomik ilişkiler bu kadar doğrusal ve durağan değildir. Aynı örnekle devam edersek kurdaki artışın sadece dış ticaret değil; enflasyon, risk primi, borçlanma maliyeti, işletmelerin bilançolarındaki varlık-yükümlülük dengesi ve nihayet beklentiler gibi bir dizi başka değişken üzerinde de etkileri olur.
Ne yazık ki ekonominin iki temel makro fiyat mekanizmasının, faizin ve kurun, önyargıların şekillendirdiği bir inatlaşma uğruna ekonominin gerekleriyle, serbest piyasa dengeleriyle ve hatta yaşamın nesnel gerçekliğiyle ilgisiz biçimde belirlenmesinin daha büyük maliyetleriyle de karşılaşacağız. Bu politikaların sonunda cebimizdeki parayı kemirip tüketecek enflasyon-kur sarmalı, para ve kredi genişlemesinin kontrolden çıkması ve bütçe harcamaları ile kamu açıklarında önlenemez artışlar bizi bekliyor. Olumsuz küresel koşulların etkisiyle risk algısının daha da bozulacak olması da cabası. Hükümet ise bütün bunlardan habersiz ya da daha vahimi bütün bu riskleri umursamaz bir görüntü sergilemeyi sürdürüyor.
Sonuç olarak ekonomi deneyi yaparken laboratuvardan kaçan Türkiye varyantı “ekonomide kusursuz fırtına” modeli olarak adlandırılmayı hak ediyor. Türkiye bir yönetim kriziyle, daha doğrusu bir yönetememe kriziyle karşı karşıyadır. Cumhur İttifakı Hükümeti her sorunu bir krize çevirmekte, kendi yetersizlikleri yüzünden çıkardığı krizleri yönetememektedir. Bu vahim tabloyu doğuran krizin adını doğru koymak gerekirse, iktisat tarihçileri 2021 ekonomik krizini “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi krizi” diye adlandıracaklardır.