Kutuplaşma ve Rövanşizmden, Helalleşme ve Yüzleşmeye

CHP dışındaki partilerin ve dahi muhafazakâr-dindar sivil toplumun da helalleşme ve yüzleşme teklifine omuz verip daha ileriye taşımaları gerekir. Sağlıklı bir “demos” olma yoluna da ancak bu özeleştiri dağarcığı ve yüzleşmelerle girilebilir.

Kutuplaşma ve Rövanşizmden, Helalleşme ve Yüzleşmeye

Bu konular yüz yıllık hikâyemizin künhünü oluşturuyor. “Kutuplaşma” ve “Rövanşizm”in her daim içinde yaşıyoruz. “Helalleşme” ve “Yüzleşme” gündemleri -kısırlaştırma çabalarına rağmen- bundan dolayı oluşuyor.

 

Kimileri kabullenmekte zorlansa da, sorunlarımızın temellerinin çocukluğumuza kadar gittiği bir gerçeklik. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yeni kurulan ulus-devletin hedefleri doğrultusunda atılan tohumlar, toplumu dikey ve yatay kesen meseleler içinde debelenmemizin baş sorumluluğunu içeriyor. Dolayısıyla, dikey yani resmi ideoloji ile hesaplaşma, yatay yani toplumsal fay hatlarının birbirini karşılıklı olarak suçlamasının ötesinde özeleştirel bir tutum takınmaları ideal beklenti çıtasını oluşturuyor.

 

Bu açıdan, gündemlerin sahiciliğini de zamanın ruhu belirliyor. Değişmeyen turnusol kağıdı ise, vesayet odaklarına karşı halkın lehine olmak kaydıyla gerçekten bir mücadele talebi olup olmadığı; toplumun farklı kesimlerinin de bu taleplerle yanıp kavrulmadığı.

 

Vesayet putu, sadece güvenlikçi korkulara, hak gasplarına ve toplumsal eşitsizlik ve bölünmelere dayalı gücün oluşturduğu atmosferi kapsamıyor. Resmi ideolojinin ve onu üreten güçlerin faydasına olmak kaydıyla üretilmiş kaygıların kimliksel karşılığı olan dogmalarla da hesaplaşmayı gerektiriyor. Nitekim bir vesayete karşı mücadele verirken, buradan kendi vesayetçi dogmalarını, yani zihniyet/kültür dünyanı inşa etmek mümkün ve bununla da öncelikli olarak siz/kendiniz hesaplaşmak durumundasınız. Bir zihniyet dünyasına dönük eleştirinin, aynı kültür kodlarından sâdır olması faydayı ve sahiciliği çoğaltmakta; diğer türlü, yani dışarıdan bir kültür/zihniyet formunun zorlayıcı, üstenci etkisinin sonuçları oldukça yıkıcı olabilmekte. Biz bunun ilk tecrübesini Tek Parti döneminde ziyadesiyle yaşadık. Islah eden değil neşter vuran, yok eden, kökünü kazımaya çalışan yaklaşımın yaralarını halen taşımaktayız. Islah etmesinin mümkün olmaması, bir yönüyle aynı kültür evrenine dayanmıyor oluşuyla ilgiliyse, diğer yönüyle “başarının” epistemolojiyi haklı çıkardığı düşünülen pozitivist siyaset anlayışıyla ilgiliydi.

 

Bunu deneyen sınıf zaman içinde kendi toplumsallığını üretti. Geride kalanlar projeye uygun olmayan farklı alternatiflere yöneldiler. Dikey kesenle etkileşim içinde yatay karşıtlıklar ve fay hatları oluştu. Her fay hattının yaşanmışlıklara dayalı olmak kaydıyla kişiler, bölgeler, olgu ve olaylarla simgeleşmiş hafıza hücreleri oluştu. Vesayet odakları toplumu baskılama, yönetip yönlendirmede bu hücreleri kullandılar. Kimi hücrelere de “hatırlama yasağı” getirdiler. Böylelikle “korkular”, güvenlik ihtiyacı, kimliksel çıkarlar gibi yatay talepler ve hatta “kimliksel haklar” bile vesayet odaklarının çizdiği dikey çerçevenin en belirgin beslenme kaynağı oldular. Zaman içinde bu kaynaklar, küçük vesayet adacıklarının da yatay “ötekiler” karşısında beslendiği alanlar haline geldiler.

 

“İlk Taşı Kim Atacak?” Değil, “İlk Özeleştiriyi Kim Yapacak?”

 

Dün olduğu gibi bugün de, genel toplumsal fayda için yapılması gereken ilk taşı kimin atacağının değil, kime atılacağının belirlenmesidir. Yaklaşık on yıl önce gündeme gelen yüzleşme konularının ana ekseni resmi ideoloji ve “hatırlama yasağı” gibi konulardı. Ana motivasyon da vesayet odaklarıyla hesaplaşma idi. Bu bilindiğinden, AK Parti ve bileşeni demokrat kesimler dışında hiçbir siyasi çizgi bu “yüzleşme”ye yanaşmıyordu. Devlet adına dilenen özürleri kabul etmiyordu; çünkü AK Parti’yi devleti temsil eder pozisyonda görmüyor, aksine devletle hesaplaşır konumda görüyordu. Vesayete bağlılıklarını sürdüren, AK Parti iktidarını kapanması gereken parantez olarak gören, dolayısıyla özeleştiriyi bırakın reddetmek, bir güvenlik sendromu olarak gören bu siyasi çizgiler, kutuplaşmayı da körükleyen bir tutumu benimsiyordu. 

 

O gün kutuplaşma konularını halkın lehine törpülemeye çalışan, Kürtler ve dindarların yekûnunu oluşturdukları toplumun mağduriyetler yaşamış geniş kesimlerinin sözcüsü konumunda olan AK Parti, bugün bir yandan kutuplaşmayı konsolidasyon lehine körüklerken, diğer yandan sadece kendi vesayetini toplum nezdinde yaygınlaştırma çabası gütmüyor, resmi ideolojinin yeniden yükselişe geçişine de dayanaklar oluşturuyor. Bunu hem yerli yersiz kendisi savunuyor, hem de işlediği anti-demokratik cürümler vasıtasıyla ‘yüzleşme’yi zorlaştırıcı, ‘rövanşizm’i körükleyici bir vasatı kavileştiriyor.

 

“Helalleşme” kavramını zikreden, buna ilişkin bir liste hazırlayan, listenin başına başörtüsü, 28 Şubat ve İkna Odalarını koyan bugünkü Kılıçdaroğlu CHP’si, manidar biçimde o günün ihtiyaçlarına karşılık gelmekte. Ama AK Parti dünün CHP’siyle yer değiştirir biçimde bir zihniyet dönüşümü içinde. Çünkü artık dünkü vesayetin/gücün yerini aldığını düşünüyor. O gücü kaybetmeme adına da helalleşme talebini tıpkı dünkü CHP’nin sebeplerine dayanır biçimde reddediyor. İzlediği beka ve güvenlik siyasetine yaslanarak Kılıçdaroğlu’nu Kemalizm’den, Atatürk’ten ve resmi ideolojiden uzaklaşmakla itham ediyor. Amiyane tabirle ‘eski CeHaPe’yi talep ettiğini zımnen itiraf ediyor.

 

Bugün, “helalleşme” ya da “yüzleşme” tartışmaları, “kutuplaşma”yı esnettiği, “normalleşme”yi talep ettiği ölçüde Cumhur İttifakı için kaybettirici zemini besliyor. Bu endişeye tabanın önemli bir kısmı da dâhil edildiğinden, Erdoğan’a destek veren hatırı sayılır bir kitle nezdinde de “normalleşme” talebi on yıl önceki gibi bir yansıma bulmuyor; aksine kaybetme korkusunu tetikliyor. Meselenin sadece iktidara değil, tüm topluma kaybettiren yönü ise “Rövanşizm” duygu ve beklentisi. “Hesaplaşma” sözü muhalif kitlelerin önemli bir kısmında sadece hukuki hesaplaşmayı çağrıştırmıyor; hayat tarzı alanında da anti-demokrat bir beklentiyi, yani sarmalın devamını ima ediyor. Kılıçdaroğlu’nun çağrısı, iktidarın devamını arzulayan toplumun bir kesiminde samimiyetsiz bulunurken, kendi tabanında da ya tepkiyle ya da “köprüyü geçene kadar” kıvamında bir siyasi pragmatizm olarak tahammül edilebilir görülüyor. Her iki siyasi çizginin yine tabanında yer alıp bu kesimlerin dışında kalan ve daha olgun davranma yanlısı kitleler olmadığını söylemek de doğru olmaz. Bunca yaşanmışlık ve tecrübenin ardından, ne yaşanmış olursa olsun “normalleşme”ye susamış bir sosyolojinin de oluşmadığını söylemek gerçekçi değildir. Geride kalan kitleleri de cendereden çıkaracak olan şey aslında bu endişe halidir. Endişeyi sadece kendi mahallesi için değil, bütün bir toplum için sırtında taşıyanların inancı, “risk”i yani inanmayı ve ümidi üstlenmeyi de anlamlı kılmaktadır.   

 

Siyasetin sıkışmışlığından ötürü, Kılıçdaroğlu’nun çıkışının dindar kesimlerde makes bulamaması, aynı zamanda bir fırsatın kaçırılması anlamına da gelmektedir. Oysa Kılıçdaroğlu’nun “samimiyetsizliği” toplumdan ziyade kendisine fatura çıkaracak bir durumdur. Lâkin iktidardan, hakaretler eşliğinde kendisine dönük nedamet talepleri yükselmesinin kendisi bütün bir toplum için kayıptır. Üstelik esas samimiyetsizlik de bu ihtiyaçtan azade kalarak toplumun faydasına işler yapacağını düşünmektir. Eski AK Parti olsaydı, onun koyduğu çıtayı ‘elde var bir sayıp’ sorgulamayı daha da derinleştirmeye gayret ederdi.

 

“Helalleşme” Talebi Karşısında Makul Tutum Belirlemenin Zorluğu

 

Şahinler cephesini, yani her iki taraftan da kronik normalleşme karşıtlarını bir kenara koyup, sürece şerhlerle odaklanan kesimlere bir göz atalım.

 

Hükümetin kaybedecek olmasına dönük endişeleri kimliksel olarak merkeze almakla birlikte, sayısı ve etkisi sınırlı olmakla birlikte, Kılıçdaroğlu’nun yaklaşımına hepten kapı kapatılmaması gerektiğini salık veren muhafazakâr camialardaki yaklaşım biçimi önemlidir. Bu kesimler aynı zamanda, Erdoğan ve AK Parti’nin resmi ideolojiye yeniden prim vermesini ve CHP’yi bu bağlamda sigaya çekmesini eleştiren kesimlerdir.

 

Bir ikinci kesim, seküler kültür ekseni lehine zorladığı “demokratlık terazisi”ni zinhar sorgulatmamakla birlikte, “helalleşme” denince aklına ilk önce “başörtülülerin toplumdan özür dilemesi” gelen kesimlerdir. Bu yaklaşım, daha ilk dakikada meselenin künhünü kavramaktan uzak olduğunu ele vermektedir. İktidarın bugünkü günahlarını belli bir toplumsal yapının üzerine yıkma konformizmini içermekle birlikte, belli bir mahallenin yüreğine su serpme gayreti güttüğü ölçüde çözümden de uzaklaşmaktadır.

 

Bir diğer kesim de, yine demokratik kültüre ve kutuplaşma karşıtı bir literatüre katkı sağlayan cenahtan olmakla birlikte, alelacele tarihi konulara yelken açıp, kimin geçmişte daha mağdur olduğu üzerine, (“laikler de az çekmedi” minvalinde kalem oynatıp) bugün hiç de ihtiyacımız olmayan, gereksiz bir gayrete girişenlerdir.

 

Bu tartışmalar gündeme her geldiğinde ümitvar olan kesimlerin yaklaşımları önemli olmakla birlikte, yolumuzun uzun ve çetrefilli olduğunu bir kez daha yüzümüze vurmaktadır. Dolayısıyla konu, ideolojik tutumu -tarihi olaylardan da istifade ile- başkalarına benimsetme çabası değil, başka tür formüller üzerinde çalışmayı gerektirmektedir.

 

Özcesi, iktidar ya da muhalefet cephesinde olması farketmeksizin, konformizmi tehdit ettiği gerekçesiyle, tartışmayı daha baştan baltalayanlar yanında, ümitvar olup da gönlünde yatan aslanı “ötekiler” aleyhine öne çıkaranlar, kafa karışıklarımızın ve acil beklentilerimizin çeperini ortaya koymaktadır.

 

Kanaatimizce sorulması gereken -dikey değil yatay- soruların başında;

 

“Helalleşme mi, hesaplaşma mı? Nefis muhasebesi mi? ‘Değişmelisin’ emir kipi mi?” gelmektedir. Bir diğeri ise; “Muhafazakâr ve laik kesimlerde bu konunun makul düzeyde kabul görür olması için nasıl bir yöntem izlemek gerekli?” sorusudur.

 

Helalleşme ve Yüzleşme denince -on yıl önceden farklı olmak kaydıyla- bunu öncelikle başkalarına değil, “kendimize” uygulama teklifi yapılması gerektiğini öğrenmiş bulunuyoruz.

 

Sistemin mağdur ettiği kesimlerin, bir liste yayınlayıp “geçmişte bize yaptıklarınızı itiraf edin” demeleri -bir ilk adım önerisi olarak- çözüm üretici değildir! Konuya tersten yaklaşma olgunluğu göstermek gerekmekte ki, herkes yöntemi kendisine uygulayabilsin. Bununla birlikte, hiç kimseye itirafçılık dayatmasında da bulunmamak gerekmektedir! Hele ki geçmişte kendilerinin işlemedikleri cürümler adına ‘özür dileme’ beklentisi, hem gerçekçi değil hem de adil değildir.

 

Buradaki samimi ve ahlaki beklenti, geleceği inşaya dönük bir perspektifle insani, vicdani ve sosyo-politik ilkeler gereğince, her kesimin kendi geçmişini ve bugününü sorgulama teklifini içermelidir. Bu da, sosyo-kültürel yapımız ve bunun siyaset ile olan ilişkisi düşünüldüğünde, bir arada yaşamın zorunluluklarına ilişkin medeni çözümler üzerinde yoğunlaşıp, geçmişin de buna yönelik sorgulanmasına dönük bir gayrete yönelmek anlamına gelmektedir.

 

Bu aşamada, üzüm yemek isteyenlerin talebi yargılayıcı olmamak, ya da hiç kimseden kimliğini terk etme hayali talebinde bulunmamakla birlikte mahalle içi sorgulama teklifi yapmak en anlamlı olanıdır. Üst Normlar diyebileceğimiz insan odaklı yaklaşımlar ve postulat haline gelmiş sosyo-politik ilkeler düzleminde değişim talebi üzerinde yoğunlaşırsak, tersi davranışlar ve arayışlara girildiğinde hem kültürel olarak mahkum edebileceğimiz, ayıplayabileceğimiz bir etik alan, hem de hukuksal bir düzlemin inşasına imkan verilmiş olur.

 

Yani “Değiş!” şeklindeki emir kipi değil; “Sorgulamalıyım/Sorgulamalıyız”; “Değişmeliyim/Değişmeliyiz” şeklindeki empati yaptırma yolu tercih edilmelidir. Bu konuların sivil alanda özgürce tartışılmasını savunanları engelleyenleri de ayıplayacak bir kamusal birliktelik zemini oluşturulmalıdır. “Biz hep haklıydık” yaklaşımı, tahkir etmeden mahkum edilmeli, bir nefis muhasebesi teklifine her kesim davet edilerek bu eşik aşılmaya gayret edilmelidir. Ardından gelebilecek tüm tartışmalar, ancak bu eşik başarılı şekilde geçilirse mümkün olur, diğer türlü baştan boğulmaya mahkum, diye düşünülebilir.

 

CHP Dışındaki Muhalefetin Sorumluluğu

 

Yazının girişinde irili ufaklı vesayet yapılarının her kesimin üzerinde oluşturduğu etkilerden bahsetmiştik. Kendine dönük değişim, sorgulama ve yüzleşme çabasının önündeki en önemli engellerin başında bu gelmektedir. Bu durum her kaba tarifin konusu olan, sadece Kemalist kesimlerin meselesi değildir. Siyasal milliyetçiliklerin bu konularda en inatçı kesimi oluşturdukları, kendini ülkenin sahibi olarak görenlerin en fazla engeli çıkarttıkları, nedamet getirmede en uzlaşılmaz tarafların onlar olduğuna ilişkin bir analize hak vermekle birlikte, her vesayetçi zihnin “yüzleşme”kten imtina edeceği blokaj alanlarının olduğu, gücün pekiştiği yerde de bu blokajın büyüyüp serpildiği de unutulmamalıdır. AK Parti’nin, özellikle “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi”yle birlikte tabanını böylesi bir blokaja tabi tuttuğu vakıadır.

 

Bu açıdan, Kılıçdaroğlu’nun açılımına katkı sağlayıcı, AK Parti’nin geçmişte yapmaya çalışıp kadük bıraktığı açılım zihniyetinin benimsenip beslenmesi, -sadece muhtemel bir AK Parti iktidarı sonrasına ilişkin değil, geleceğin toplumsallığına ilişkin cesaretlenmek adına da değerlidir.

 

Bu açıdan, hangi motivasyona dayanırsa dayansın Kılıçdaroğlu’nun ziyadesiyle kendi tabanına seslendiği maddelerin olduğu liste önemlidir. Buna, siyasi elitlerin de etkisiyle itiraz edip, bir arada yaşamın değeri ve gerekliliğini kavrayamayan zihin yapısı sorunludur. Özellikle, toplumsal hafızada var olan “bölücü devlet” gerçeğinin, kendilerine nasıl zarar verdiği üzerine muhafazakâr kesimlerin düşünmesi gerekmektedir.

 

Rövanşizmin kötülüklerinin, yumurta kapıya dayandığında değil de, şimdiden irdelenmesini deneyimleme açısından da önemlidir. Mesele şu ki; acaba CHP dışındaki muhalif kesimler, muhafazakâr-dindar kesimlere sözel olarak kefil olma dışında, böylesi bir siyaset dilinin arkasında durmaya hazırlar mıdır? Yani hem kendilerine yakın kesimleri bir iç sorgulamaya yöneltme, hem de farklı cenahları özeleştiriye davet etme yönünde bir iklimin destekçiliğini kuşanmaya yatkınlar mıdır?

 

Burada bir parantez açıp Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin de geçmişte hataları olduğu söyleminin, “yüzleşmeye davet” tartışmaları açısından önemli olduğunun hakkını teslim etmekle birlikte; aynı konuşmada yer alan, “toplumsal yaraları en fazla AK Parti’nin kanatmış olduğu” tespitinin “yüzleşme”ye hem fayda sağlamadığı, hem gerçekçi olmadığının altını çizmek gerekmekte. Üstelik ardından gelecek cümlelere de refleksif bir bagaj oluşturacağı ve sesin duyulmasını engelleyeceği görülebilmelidir. 

 

Şu anki gerçeğimiz elbette, AK Parti ve MHP’nin sadece kendi tabanlarını etkilemeyi amaçlayıp, fay hatlarını umursamıyor olmalarıdır. Tıpkı dün vesayetle birlikte hareket ederken ‘CeHaPe’nin yaptığı gibi. Lâkin bir yüzleşme teklifi “kim daha…?” şeklinde, -tabana moral üstünlük bahşetme amacı taşıyan- abes sorularla gereksiz bir atmosfere itilmemelidir.

 

Bugünün gerçeklerinden biri de, AK Parti’nin yanlışları üzerinden, sürekli olarak muhafazakâr kesimin kendisini sigaya çekmeye davet ediliyor olmasıdır. Oysa dindar-muhafazakâr kesimler zaten dünden bugüne sürekli bir özeleştiri halini sürdürmekteler ki bu da onları, Alevi açılımı vb. türünden yakın geçmişin demokratikleşme hamlelerine destek vermeye itmişti. Yani farklı camialarla, mahallelerle empati yapma pratiğine yabancı bir kitlesellikten bahsetmiyoruz. Bunlara dünün Türkiyesi’nde içinde Fethullahçıların da olduğu sosyolojik yapı dâhildir. Bugün de FETÖ meselesi yüzünden en az konuşulan konulardan biri, OHAL süreçlerinin mağdurlarının aslında yoğunlukla muhafazakâr-dindar kesimlerden olduğu gerçeğidir. (haksız kriterlerle, hak ihlalleriyle cezaevlerini dolduran siyasi mahkumlar, sosyal ölüme mahkum edilen KHK’lıların önemli bir bölümü gibi) Bu da AK Parti karşıtlığı motivasyonuna dayansa da, özellikle 15 Temmuz sonrası OHAL sürecinin orta sınıf seküler cenahlarla muhafazakâr dindar kesimler arasındaki belli bir empati halinin oluşmasına vesile olmuştur. Her ne kadar buradan yola çıkarak, AK Parti’nin yarattığı siyasi iklimden kurtulmayı Cumhuriyetin ilk dönemi uygulamalarına sarılmaya bağlayan yanlış bir atmosfer oluşsa da, bu kesimler içinde demokratik kültürün ve hukuk devleti normlarının değerini kavrayanlar olmadığını söylemek de yanlış bir genellemeye düşmek olur.

 

Dolayısıyla kimseye kimliklerini terk etme çağrısı yapmamakla birlikte, kimlikler içindeki demokrat unsurların kendi radikal-rövanşist unsurlarıyla mücadele etmesinin şart koşulması gerektiği de izahtan varestedir. Unutmamak gerekir ki Kılıçdaroğlu, muhafazakâr-demokrat kesimlerin yıllardır söylediği şeyleri çok daha soft biçimde ifade etmektedir. Dolayısıyla, üst sosyo-politik normlarda buluşmak ve siyasi kültürün dönüşümü anlamına gelen çabalar her partinin, hareketin, sivil toplumsal hareketlerin içinde bir zihniyet dönüşümü çabası olarak yeşertilmeye çalışılmalıdır.

 

Dikey Yüzleşme ve Muhalefetin Cesaret Çıtası

 

Muhalefet partilerinin cesaret çıtasının Kılıçdaroğlu’nun ya da on yıl önceki AK Parti’nin altında kalıp kalmayacağı meselesi bugün bir soru konusudur. Dahası bunları aşıp bir resmi ideoloji sorgulamasına erişmeye niyetlerinin olup olmadığı meselesidir.

 

Nitekim bugün siyasetin en büyük problemi, resmi ideolojiyi ve ondan sâdır olan kimliği kimliklerden bir kimlik gibi algılayıp sorgulanmasını geçiştirme, tehir etme meselesidir. Burada zımnen içkin olan düşünce, demokratik söylemlerin ışığında, onların beslenip serpilmesi sonucu kendiliğinden buharlaşıp etkisiz eleman haline geleceği varsayımıdır. Oysa resmi ideoloji öylesine güçlü ve kendisini yeniden üretmeye ve farklı kitleler üzerinde baskılamaya müsait ki, bunun ortak değer gibi algılanıp algılatılması, toplumun sorgulamalarını ve demokratlaşmasını da geciktirmektedir. Nitekim rövanşist mantıkta olanlar da sırtını buna dayayıp buradan meşruiyet almaya çalışmaktadırlar. AK Parti “bile” o rövanşistlere cevabı aynı düzlemden vermekte; tarihin olumsuz dönemlerini köpürtüp kendine haklılık payesi kazandırmaya çalışmakta, bununla da kalmayıp, CHP’nin Kemalizm’ini, Atatürkçülüğünü sorgulatmayı siyasi getirisinin ötesinde bir itikat zemini haline getirmektedir.

 

CHP, İYİ Parti ve MHP gibi partilerin konforu olan bu düzlem, artık AK Parti’nin de CHP’yi bile sigaya çektiği bir alan haline gelmiştir. Bununla yüzleşmeyi geciktirip, bunu zamana bırakıp, siyasetin ve toplumun kendiliğinden kültürel dönüşümünü beklemek hayalci bir yaklaşımdır. Nasıl ki, HDP kendi üzerindeki vesayet alanları, siyasal milliyetçiliğinin yarattığı körlüklerle hesaplaşamadan gerçek manada demokratikleşebilmesi ve Türkiyelileşebilmesi mümkün değilse, bu konu da ondan farksızdır.

 

Nasıl ki dün bizatihi İslamcılar kendi arasında “atalar dini”nin sorgulanmasını konu etmiş ve dindar kesimlere belli bir eşiği aşmalarında destek olmuşsa, (İktidar, bu sorgulamayı olabildiğince dondurup tersine çevirmeye çalışsa ve iktidar alanını buradan da tahkim etmeye çalışsa da) dindar kesimlerden halen beklenen yüzleşme alanlarının seküler kesimler için ve dahi özellikle Kemalist cenahlar için geçerli olmadığını söylemek haksızlık olsa gerek!

AK Parti’nin aşağıya çektiği çıtaya mahkum olmayan bir muhalefet anlayışının geliştirilmesi, muhafazakâr-dindar kesimlerin gelişimi için de, seküler kesimlerin kendi yüzleşmeleri açısından da şart olduğu izahtan varestedir.

 

Gerçeklerle Yüzleşemeyen Laikler ve Muhafazakârlar” başlıklı bir makalemizde bu konuya ilişkin şu analize yer vermiştik:

 

 

“…kolay konular değil bunlar. Siyasi kültürümüzü ve bilincimizi ilgilendiriyor: Empati, karşılıklı etkileşim, değişim, bir arada yaşam, rövanşizm, on yıllardır yaşadığımız döngünün devamı ve sarmaldan çıkıp çıkamayacağımız.

 

… Muhafazakâr kesim siyasi ve hukuki evrensel normlar eşliğinde bir zihniyet dönüşümü yaşamadan ve laik kesimler geçmişleriyle yüzleşme konusunda umarsız tutumlarından vazgeçip aynı düzleme erişmeden bu ülkede sahici bir sosyo-kültürel dönüşüm mümkün görünmemekte.”

 

Mesele tarihe takılıp sürekli tarihle yüzleşmekte değil, ama bugünü oluşturan ve AK Parti’nin de üzerinde sörf yaptığı siyasal zeminin geçmiş zihniyet kodlarından ve kültür zemininden beslendiği unutulmamalıdır. Bunu anlamak için şuna bakmak yeterlidir: Özellikle seküler kesimlerde belirgin olan ve Mustafa Kemal otoriterliği ve tek adamcılığına ilkesel düzlemde tek söz söylemeyip salt Erdoğan tek adamcılığını eleştirmekle kültürel zemin değişmez. Buradan bir zihniyet devrimi çıkmaz. Buradan sağlıklı bir demokratikleşme beklenmez. AK Parti iktidarının yanlışlarını kalem kalem ortaya döken; iktidara çok önemli norm hatırlatmalarında bulunan, muhafazakâr-demokratlığıyla malul çevrelerde bile 10 Kasım günü, “o dönem bazı normların henüz gelişmediği, bugünkü gibi anlaşılmadığı” üzerinden Tek Parti iktidarı döneminde yaşananların cürmünü hafifletmeye götüren yazılar yazmak zorunda kaldılar. Oysa aynı ilkelerin çiğnenmesi söz konusu olduğunda, 1950’lerin Demokrat Partisi’ni eleştirmek olağan ve meşru. Halbuki bu ilkeler 2. Dünya Savaşı sonrası keşfedilmedi. Bırakın dünyanın Batı yakasını, sadece Birinci Meclisin İkinci Grup vekillerinin meclis zabıtlarındaki siyasi ve hukuki ilkelere dönük hatırlatmalarına bile bakılsa, durumun hiç de öyle olmadığı anlaşılır. Bu durum siyaset ve toplum üzerindeki resmi ideolojik baskının halen ne derecede şiddetli olduğunu göstermekte.

 

Dolayısıyla AK Parti’nin eski ‘CeHaPe’si yerine konumlanıp bugün Kılıçdaroğlu’nu bu düzlem üzerinden eleştirmesine dönük bu muhalefet partilerinin de söyleyeceği sözler olmalı! Resmi ideolojiye dönük eleştirel bir zemin oluşturmadan, buna uygun bir siyasi tutum ve dil geliştirebilmek mümkün müdür? Bu aynı zamanda, AK Parti’nin 15 Temmuz sonrası girdiği ortaklıklarla birlikte, muhalefetin aşamadığı “olumsuz çıta”nın en önemli yanını da oluşturmakta.

 

Muhalefetin burada üreteceği siyasi dilin, yatay özeleştiri sorgulamasında teklif ettiğimiz ve dahi Kılıçdaroğlu’nun da kapısını araladığı üzere, dönem sorgulamasının bizatihi mezkur kesimler tarafından yapılabilmesine vasat oluşturmak; olguları, siyasi ilkeler düzleminde kitlelere empati yaptıracak şekilde sorgulatmaktır.

 

Kuvvetler Ayrılığı, Hukukun Üstünlüğü, Temel Haklar/İsmetler/Dokunulmazlıklar, İfade Özgürlüğü, Basın Özgürlüğü, Jakoben toplum mühendisliği, Muhalefet Hakkı, Gerçek Milli Egemenlik, Farklı Kimliksel Grupların Hakları, Şeffaflık, Denetim, Güvenlikçi-Devletçi ulusalcılığın zararlarının sorgulatılması gibi. Bunlara dönük empatide en önemli destekçi de bizatihi bugünkü iktidarın kötü örnekliğidir. O ki, Tek Parti dönemi uygulamalarını kendisine örnek almasının, yani zihniyet kodlarındaki ortaklığın bizatihi kendisidir. 

 

Böylelikle sırf AK Parti’nin hataları üzerinden kendilerine haklılık payesi biçen, meşruiyet alanı oluşturanlara, resmi ideoloji konforundan çıkıp genel bir zihniyet eleştirisi yapmanın her kesimin yükümlülüğünde olduğu hatırlatılmış olur. Siyasi ilkeler ve hukuki normlar üzerindeki ‘Kişi kültü’ özlemini devam ettirmekle gerçek demokratlığın bir arada olamayacağı; demokratlığın genelin faydasına olan kimlikler üstü ilkelere tutunmak olduğu daha rahat topluma anlatılabilir.

 

Yani CHP dışındaki partilerin ve dahi muhafazakâr-dindar sivil toplumun da helalleşme ve yüzleşme teklifine omuz verip daha ileriye taşımaları gerekir. Sağlıklı bir “demos” olma yoluna da ancak bu özeleştiri dağarcığı ve yüzleşmelerle girilebilir. Dahası; geçmişle yüzleşme kadar, içinde 15 Temmuz sonrası OHAL süreçlerinin mağdur ettiklerinin yer aldığı geniş bir kesimle de “hukuki hakların iadesi ve tazmini yoluyla” bir helalleşmeye gidilmesi teklifi de aslında bu listenin başına konması gerekenler arasındadır.

 

Sonuç olarak, Kılıçdaroğlu’nun bu çıkışı gerek yandaşlarının itirazları, gerekse iktidar kurmaylarının boğmaya çalıştıkları atmosfere kurban gidebilir. Ama daha önce şişeye tıka basa geri sokulmaya çalışılan cin tekrar gündemleşmişse, geri kalan muhalefet unsurlarının bunu tarihi bir fırsat olarak görmeleri gerekmektedir. Bunu hem AK Parti’nin CeHaPe’lileşmesine karşı olanlar için, hem de tüm toplum kesimleri adına gerçek bir demokratik kültürün gelişimi için yapmalıdırlar.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.