Liberalizm Ulusa Gerek Duyar
Küresel ısınma ve salgın gibi sorunlar karşısında uluslararası iş birliği ihtiyacı hiç olmadığı kadar açık. Ancak, istisnai bir güç biçiminin, tehdit ya da fiili güç kullanımıyla kuralları uygulama ehliyetinin ulus-devletlerin kontrolünde kalması söz konusu.
Liberalizm tehlikede. Liberal toplumların temelini farklılıklara hoşgörü, bireysel haklara saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri oluşturur. Dünya demokratik gerileme veya demokrasi krizi olarak adlandırılabilecek olandan mağdur olduğu için bugün bu ilkelerin tümü tehdit altında. Freedom House’a göre tüm dünyada siyasal haklar ve temel özgürlükler son 16 yıldır her sene geriliyor. Çin ve Rusya gibi otokrasilerin güçlenmesi, Macaristan ve Türkiye gibi ülkelerdeki liberal (ya da görünürde liberal) kurumların erozyonu ve Hindistan ve ABD gibi liberal demokrasilerin bozulması, Liberalizmin düşüşünü gözler önüne seriyor.
Bahsedilen tüm bu hallerde, liberalizm karşıtlığının yükselişine güç sağlayan milliyetçilik oldu. Liberal olmayan liderler, bu liderlerin partileri ve kurdukları ittifaklar, içinden çıktıkları toplumların üzerinde daha fazla kontrole sahip olmaya çalışırken milliyetçi retoriği kullanmaktalar. Muhaliflerini dünyadan bihaber, seçkin, verimsiz kozmopolit ve küreselci ilan ediyorlar. Kendilerininse ülkelerinin gerçek temsilcileri ve sadık koruyucuları olduğunu iddia ediyorlar. Liberal olmayan siyasetçiler, bazen, kendileriyle aynı mevkide olan liberalleri adeta karikatürize ederek, temsil ettiklerini varsaydıkları halkın hayatıyla alakası olmayan, etkisiz siyasetçiler olarak nitelendiriyorlar. Genellikle de liberal rakiplerini sırf siyasi hasımları olarak nitelendirmekle yetinmeyip daha kötü bir şey olarak, halk düşmanları olarak, resmediyorlar.
Liberalizmin yapısı onu bu tür bir saldırıya açık kılıyor. Liberalizmde kutsal kabul edilen en temel ilke hoşgörüdür: Devlet inanç, kimlik veya herhangi bir dogma vazetmez. Liberalizm, politikanın düzenleyici bir ilkesi olarak belli belirsiz ortaya çıktığı 17’nci yüzyıldan bu yana, siyasi görüşü belirli bir dinin, ahlaki bir doktrinin ya da bir kültürel geleneğin belirlediği “iyi yaşamı” hedeflemektense, toplumların iyi yaşamın ne olduğunda uzlaşmasının mümkün olmadığı koşullarda yaşamın kendisini korumayı hedefleyecek bir yere getiriyor. Bireylerin kendi bildikleri yoldan gittikleri ve zayıf bir toplumsallık duygusu yaşadıkları bu agnostik yapı, manevi bir boşluk yaratıyor. Liberal siyasi düzenler hoşgörü, uzlaşı ve müzakere gibi ortak değerler gerektirir, fakat bu değerler birbirine kenetlenmiş dini ve etnik milliyetçi topluluklardaki güçlü duygusal bağları beslemez. Aslında liberal toplumlar genellikle kontrolsüz bir maddi tatmin arayışını teşvik etmektedir.
Liberalizmin yüzyıllardır var olan pragmatik niteliği, yani çoğulcu toplumlardaki çeşitliliği idare etme yeteneği, hâlâ onu sattıran en önemli özelliği. Ancak liberal toplumların kontrol edebileceği çeşitlilik türünün de bir sınırı var. Yeterli sayıda insan liberal ilkeleri reddeder ve diğerlerinin temel haklarını kısıtlamaya çalışırsa ya da vatandaşlar istediklerini elde etmek için şiddete başvurursa, liberalizmin de tek başına siyasi düzenin devamlılığını sağlaması mümkün olamaz. Yine, farklılıklara sahip toplumlar liberal ilkelerden uzaklaşır ve ulus kimliklerini ırk, etnisite, din veya bir başkasına, farklı bir iyi yaşam sabit görüşüne dayandırmaya çalışırsa, olasılıkla kanlı bir çatışmaya dönüşe yol açarlar. Böyle ülkelerle dolu bir dünya; her zaman daha kavgacı, daha çalkantılı ve daha şiddetli bir dünya olur.
Bu nedenle ulus fikrinden vazgeçmemek liberaller için ayrıca önemlidir. Aslında liberaller liberalizmin evrenselliğini ulus-devlet dünyasına aykırı kılan herhangi bir şey olmadığını kabul etmelidir. Ulus kimliği şekillendirilebilir; liberal amaçları yansıtacak, bir toplumsallık bilinci ve kamusal amaçların bilincinde olma duygusunu aşılayacak şekilde biçimlendirilebilir.
Ulus kimliğinin öneminin değişmezliğini kanıtlamak için Rusya’nın Ukrayna’ya saldırarak nasıl bir sıkıntıya girdiğine bakmak kâfi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Ukrayna’nın Rusya’nınkinden ayrı bir kimliği olmadığını öne sürmüş ve işgal başlar başlamaz ülkenin yıkılacağı iddiasında bulunmuştu. Hiç de öyle olmadı. Ukrayna tam da vatandaşları bağımsız, liberal ve demokratik Ukrayna fikrine sadık olduğu için, dışarıdan dayatılan yoz bir diktatörlükte yaşamak istemediği için inatla Rusya’ya direniyor. Cesaretleriyle, yurttaşların liberal idealleri uğruna, tabii ancak bu idealler kendi ülkeleri olarak adlandırdıkları ülkenin yerleşik idealleri olduğunda, ölmeye hazır olduğunu gösterdiler.
Liberalizmin Manevi Boşluğu
Liberal toplumlar vatandaşlarına pozitif bir ulus kimliği vizyonu sunmaya uğraşır. Liberalizmin arkasındaki teorinin, toplulukların etrafına net sınırlar çizmek ve bu sınırların içinde ve dışında bulunan insanlara olan borcu açıklama konusunda önemli sıkıntıları var. Bu durum, bu teorinin bir evrenselcilik iddiası üzerine inşa edilmiş olmasından kaynaklanıyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde belirtildiği gibi “Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar”; ayrıca, “Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirge’de belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.” Liberaller teorik olarak, dünyanın neresinde yaşandığından bağımsız olarak insan hakları ihlalleriyle ilgilidirler. Liberallerin çoğu milliyetçilerin tikelci bağlarından hoşlanmaz ve kendilerinin “dünya vatandaşı” olduğunu düşünür.
Evrenselcilik iddiasının dünyanın ulus devletlere bölünmüşlüğü ile uzlaşması zor olabiliyor. Örnekse, ulusal sınırların nasıl çizileceğine dair net bir liberal teori bulunmuyor. Bu eksiklik, liberaller arasında Katalonya, Quebec ve İskoçya gibi bölgelerin ayrılıkçılığı konusunda anlaşmazlıklara ve göçmen ve mültecilere uygun muamele konusunda tartışmalara yol açıyor. ABD eski Başkanı Donald Trump gibi popülistler de liberalizmin evrenselci beklentileri ve milliyetçiliğin daha dar iddiaları arasındaki bu gerilimi etkilerini güçlendirmeye yönlendiriyorlar.
Milliyetçiler, liberalizmin ulusal topluluğun bağlarını çözdüğünden ve bunun yerine, kendi yurttaşları kadar uzak ülkelerdeki insanları da önemseyen küresel bir kozmopolitanizm koyduğundan şikâyet ediyor. 19’uncu yüzyıl milliyetçileri ulus kimliğini biyolojiye dayandırıyor ve ulus topluluğunun soy ortaklığından kaynaklandığına inanıyorlardı. Bu görüş, Macaristan’ın ulus kimliğini Macar etnik kökenine dayandırarak tanımlayan Macaristan Başbakanı Viktor Orban gibi çağdaş bazı milliyetçiler için geçerli olmayı sürdürüyor. İsrailli bilim insanı Yoram Hazony gibi diğer milliyetçiler ise ulusların, mensuplarının yeme-içme, tatiller, dil ve benzer bazı ortak gelenekleri olmasını sağlayan, uyumlu kültürel birimler oluşturduğunu öne sürerek 20’nci yüzyıl etnik milliyetçiliğini canlandırmaya çalışıyor. Amerikalı muhafazakâr düşünür Patrick Deneen, liberalizmin kendini özel hayatın her alanına sokmak ve özel hayatın her alanını kontrol altında tutmak için devlet gücünü kullandığını ve liberal öncesi tüm kültür biçimlerini çözen bir kültür karşıtlığı biçimi oluşturduğunu iddia ediyor.
Deneen ve diğer muhafazakârların ekonomik neo-liberallerle bağlarını koparmaları ve piyasa kapitalizmini aile, cemaat ve gelenek değerlerini aşındırmakla suçlayanların sesi olması da manidar. Sonuç olarak, sağcı gruplar, hem toplumsal hayatı hem de ekonomiyi düzenlemek için devlet gücünün kullanılmasını desteklemeyi isterken, siyasal sol ve sağı ekonomik ideoloji bakımından tanımlayan 20’nci yüzyıl kategorileri de mevcut gerçekliğe pek uymuyor.
Milliyetçiler ve dini muhafazakârlar arasında kayda değer bir örtüşme söz konusu. Çağdaş milliyetçilerin korumak istedikleri gelenekler arasında dini olanlar da var. Polonya’nın Hukuk ve Adalet Partisi bu nedenle Polonya Katolik Kilisesi’yle aynı çizgiye geldi ve Kilise’nin liberal Avrupa’nın kürtaj hakkı ve eşcinsel evlilikleri desteklemesine dair kültürel şikâyetlerinin çoğunu benimsiyor. Benzer şekilde dini muhafazakârlar da kendilerini genellikle vatansever olarak görüyor. Bu, Trump’ın “Yeniden Büyük Amerika” hareketinin çekirdeğini oluşturan Amerikalı evanjelikler için de kesinlikle doğru.
Liberalizmin asli muhafazakâr eleştirisi (liberal toplumların topluluğun etrafında inşa edilebileceği güçlü bir ahlaki nüve sağlamadığına ilişkin eleştiri) oldukça doğru. Bu aslında liberalizmdeki bir açık değil, liberalizmin bir özelliği. Muhafazakârlar için sorun zamanı geriye almanın ve daha katı bir ahlaki düzeni yeniden sağlamanın gerçekçi bir yolu olup olmadığı. ABD’li muhafazakârların bazıları ABD’de yaşayan hemen herkesin Hristiyan olduğu hayali bir zamana dönmeyi ümit ediyor. Ancak bugün modern toplumlar din anlamında, Avrupa’nın 16’ncı yüzyıldaki din savaşları zamanında olduğundan çok daha fazla çeşitliliğe sahipler. Dini inançla tanımlanan ortak bir ahlaki geleneği geri getirme fikrinin başarılı olma şansı yok. Bu türden bir canlandırmanın etkili olacağını uman liderler, Hindistan’ın Hindu milliyetçisi başbakanı Narendra Modi gibi, baskıya ve toplumsal şiddete davetiye çıkarıyor. Modi tüm bunların oldukça farkında: 2002’de, çoğunlukla Müslüman binlerce kişinin ölümüne neden olan halk isyanlarıyla sarsıldığı sırada, Batı eyaleti Gujarat’ın lideriydi. Başbakan olduğu 2014 yılından bu yana Modi ve iş birliği içinde olduğu çevre, Hindistan ulus kimliğini Hinduizmin ve Hindu dilinin temel direklerine bağlamaya ve Hindistan’ın liberal kurucularının seküler çoğulculuğunu köklü bir biçimde değiştirmeye çalışıyor.
Devletin Kaçınılmazlığı
Dünyadaki liberal karşıtı güçler, güçlü bir seçim silahı olarak milliyetçiliğe başvurmayı sürdürecek. Bu retoriği şovenist ve kaba bularak reddetmek liberallere cazip gelebilir. Ama ulusu karşılarındakilere teslim etmemeliler.
Liberalizm evrenselci iddialarıyla bir grubun milliyetçiliği gibi dar bir milliyetçilikle kolayca yan yana gelemeyebilirse de dar milliyetçilik ve evrenselcilik uzlaştırılabilir. Liberalizmin hedefleri, ulus devletlere bölünmüş bir dünya ile tümüyle uyumludur. Tüm toplumların hem iç düzenini sürdürmek hem de kendilerini dış düşmanlardan korumak için güç kullanması gerekir. Liberal bir toplum bunu güçlü bir devlet yaratmak yoluyla yapar ama daha sonra devlet erkini hukukun üstünlüğü ilkesi gereği sınırlandırır. Devlet erki, istediğini yapma haklarının bir kısmından devletin koruması karşılığında vazgeçmeyi kabul eden, özerk bireyler arasındaki bir toplumsal sözleşmeye dayanır. Hukukun ortak kabulüyle ve liberal bir demokrasi söz konusuysa seçimler yoluyla bu düzen meşrulaştırılır.
Liberal haklar, Alman sosyolog Max Weber’in o ünlü tanımlamasına göre, belirli bir bölge üstünde meşru olarak gücü tekelinde bulunduran bir devlet tarafından yürürlüğe koyulamıyorsa anlamsızdır. Bir devletin ülkesi üzerindeki yargı yetkisinin toplumsal sözleşmeyi kabul eden bireylerden oluşan bir grubun yerleştiği alana karşılık gelmesi gerekmektedir. Bu yetki alanı dışında yaşayan insanların haklarına da saygı duyulması gerekir, ancak bunun söz konusu devlet tarafından icra edilmesi zorunlu değildir.
Böylece ülke üzerinde sınırlandırılmış bir yargı yetkisi olan devletler önemli siyasi aktörler olmayı sürdürürler. Zira meşru güç kullanımına başvurabilecek olan yalnızca onlardır. Bugünün küreselleşmiş dünyasında ise güç, çok uluslu şirketlerden kâr amacı gütmeyen gruplara, terör örgütlerine, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlara kadar oldukça çeşitli organlarca kullanılır. Küresel ısınma ve salgın gibi sorunlar karşısında uluslararası iş birliği ihtiyacı hiç olmadığı kadar açık. Ancak, istisnai bir güç biçiminin, tehdit ya da fiili güç kullanımıyla kuralları uygulama ehliyetinin ulus-devletlerin kontrolünde kalması söz konusu. Ne Avrupa Birliği ne de Uluslararası Hava Taşımacılığı Birliği (IATA) koyduğu kuralları uygulamak için kendi polisini ya da ordusunu harekete geçirebilir. Bu gibi örgütler halen kendilerine yetki veren ülkelerin zorlayıcı gücüne bağlıdır. Bugün şüphesiz pek çok alanda ulusal düzeydeki hukukun yerini alan kapsamlı bir uluslararası hukuk bütünü söz konusu. Avrupa Birliği’nin, ticareti düzenlemeye ve anlaşmazlıkları çözmeye yönelik bir nevi içtihat hukuku işlevi gören müktesebatını düşünün örneğin. Böyle de olsa, nihayetinde uluslararası hukuk ulusal düzeydeki yürürlüğe bağlı kalmayı sürdürür. AB üyesi devletlerin, 2010 Euro ve 2015 göçmen krizinde olduğu gibi, önemli politika maddelerinde anlaşamamaları halinde, sonucu Avrupa hukuku değil, üye devletlerin nispi gücü belirler. Başka bir ifadeyle nihai güç, ulus devletlerin yetki alanı olmaya devam eder. Bu da erkin ulus devlet düzeyinde kontrolünün kritik olmayı sürdürdüğü anlamına gelir.
Bu nedenle liberal evrenselcilik ve ulus devletin gerekliliğinin illa birbiriyle çelişmesi gerekmez. İnsan hakları normatif değeri evrensel olabilirse de yürütme gücü evrensel değil, bölgesel olarak sınırlandırılmış bir biçimde uygulanması zorunlu olan kısıtlı bir güçtür. Liberal bir devlet, hakları evrensel olarak korumaya gücü ya da yetkisi olmadığı için, vatandaşlara ve vatandaş kategorisinde yer almayanlara farklı düzeylerde hak sağlamakta tamamen haklıdır. Devletin yetki alanındaki tüm insanlar kanun önünde eşittir fakat yalnızca vatandaşlar, özellikle oy kullanma hakkı olmak üzere, özel hak ve ödevlerle toplumsal sözleşmeye tam olarak katılırlar.
Devletlerin zorlayıcı gücün odağı olarak kalması, yeni uluslarüstü kuruluşlar yaratma ve bu gücü onlara devretme önerilerine temkinli yaklaşmaya neden olmalıdır. Liberal toplumların hukukun üstünlüğü ve yasama kurumları aracılığıyla erki ulusal bir düzeyde nasıl sınırlayacağını ve gücün genel çıkarları yansıtacak şekilde kullanılması için nasıl dengeleneceğine ilişkin birkaç yüz yıllık bir öğrenme deneyimi oldu. Bu tür kuruluşları, sözgelimi küresel bir mahkeme ya da yasama organının küresel bir yürütücünün keyfi kararlar almasını engelleyebileceği bir küresel düzeni nasıl oluşturacakları hakkında fikirleriyse yok. Avrupa Birliği bunu bölgesel bir düzeyde yapmaya yönelik oldukça ciddi bir çabanın ürünü. Sonuçsa bazı alanlarda aşırı zayıflık (mali politika, dış ilişkiler) ve diğerlerinde de aşırı yetki (ekonomik düzenleme) ile harmanlanmış garip bir sistem. En azından Avrupa’nın küresel düzeyde bulunmayan belirli bir ortak geçmişi ve kültürel kimliği var. Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemeleri gibi uluslararası kuruluşlar icabeti zorlama güçlerini uygulamada devletlere bağımlı olmayı sürdürüyor.
Alman filozof Immanuel Kant, liberal devletlerden oluşan bir dünyanın, uluslararası ilişkileri şiddete başvurmak yerine hukukla düzenleyeceği bir “ebedi barış” koşulu tahayyül etmişti. Putin’in Ukrayna’yı işgali maalesef dünyanın bu tarih sonrası ana henüz ulaşmadığını ve liberal ülkeler için barışın nihai garantörünün ham askeri güç olmayı sürdüğünü gösterdi. Bu nedenle ulus devletin küresel siyasette oldukça önemli bir aktör olduğunun unutulup gitmesi pek mümkün değil.
İyi Yaşam
Liberalizmin muhafazakâr eleştirisi, özünde bireysel özerkliğin liberal vurgusuna ilişkin makul bir şüpheciliktir. Liberal toplumlar, bir bireyin seçimde bulunma yetisinden kaynaklanan bir onurda, insanlık onurunda eşitliği varsayar. Bu nedenle de kendilerini, temel bir hak meselesi olarak bu özerkliği korumaya adarlar. Fakat özerklik temel bir liberal değer olmasına rağmen, iyi yaşama dair diğer tüm tasavvurlara otomatik olarak baskın çıkan tek insan iyiliği de değildir.
Özerklik olarak kabul edilen alan zamanla istikrarlı bir biçimde büyüyerek, mevcut bir ahlaki çerçeve içinde kurallara itaat etme seçiminden, bu kuralları kendine uydurmaya kadar genişler. Fakat özerkliğe saygı, son derece korunan inançların rekabetini idare etme ve azaltmaya yönelikti, bu inançları tamamen yerinden etmeye değil. Her insan kişisel özerkliğini maksimuma çıkarmanın yaşamının en önemli amacı olduğunu ya da var olan tüm otorite biçimlerini alt üst etmenin iyi bir şey olması gerektiğini düşünmez. Çoğu insan kendilerini diğerlerine bağlayan dini ve ahlaki çerçeveleri kabul ederek ya da miras aldığı kültürel gelenekler içinde yaşayarak kendi seçim özgürlüğünü sınırlamaktan memnundur. ABD Anayasası’nın Birinci Anayasa Değişikliği, dinin gerektirdiklerinin serbestçe yerine getirilmesini korumaya yönelikti, insanları dinden korumaya değil.
Başarılı liberal toplumların kendi iyi yaşam kültürleri ve anlayışları vardır, bu vizyon tek bir doktrinle bağlanmış toplumların sunduğundan daha zayıf bile olsa bu böyledir. Liberal toplumlar olarak kalmaları için gerekli olan değerlere tarafsız kalamazlar. Uyum içinde olmayı istiyorlarsa kamu yararını düşünmeye, hoşgörüye, açık fikirliliğe ve kamusal meselelere aktif olarak katılmaya öncelik vermeleri gerekir. Ekonomik olarak kalkınmayı hedefliyorlarsa teknolojik gelişmeleri, girişimciliği ve risk almayı takdir etmeleri gerekir. Yalnızca kişisel tüketimlerini en üst seviyeye çıkarmakla ilgilenen içe dönük bireylerden oluşan bir toplum hiçbir zaman bir toplum olmaz.
Devletler hem meşru güç odağı hem de şiddeti kontrol etme araçları oldukları için önemlidirler. Ama aynı zamanda müstesna bir topluluk kaynağıdırlar. Liberal evrenselcilik bir açıdan insanın sosyalleşebilirliğini hiçe sayar. İnsanlar, arkadaşlar ve aile gibi en yakınlarına güçlü bir biçimde bağlı hissederler. Tanıdık çevresi genişledikçe de sorumluluk duygusu kaçınılmaz olarak azalır. Toplumlar yüzyıllar içinde büyürken ve daha karmaşıklaşırken dayanışmanın sınırları da dramatik bir biçimde ailelerden, köylere, kabilelerden ülkenin tümüne genişledi. Yine de birkaç insan bir bütün olarak insanlığı seviyor. Dünyadaki pek çok insan için ülkeleri içgüdüsel bir bağlılık hissettikleri en büyük dayanışma birimi olmayı sürdürüyor. Gerçekten de bu sadakat, devletin meşruiyetinin ve dolayısıyla yönetme yetisinin oldukça önemli bir dayanağı oluyor. Zayıf bir ulus kimliği bazı toplumlarda korkunç sonuçlara yol açabilir: Myanmar ve Nijerya gibi bazı ayakta kalmaya çalışan gelişmekte olan ülkelerde ve Afganistan, Libya ve Suriye gibi zayıf devletlerde açıkça görüldüğü gibi.
Liberal Milliyetçilik
Bu argüman İsrailli muhafazakâr bilim insanı Hazony’nin ulus devletin egemenliğine dayanan küresel bir düzeni savunduğu 2018’de yayımlanan kitabı The Virtue of Nationalism’deki (Milliyetçiliğin Erdemi) argümanlardan biri gibi görünebilir. Hazony önemli bir noktaya değinerek, ABD gibi liberal ülkelerin, kendileri dışında kalan dünyayı kendi suretlerinde yeniden yapmaya çalışma konusunda haddini aşma eğiliminde olduğu uyarısında bulunuyor. Ancak, mevcut ülkelerin sınırları net bir şekilde çizilmiş kültürel birimler olduğu, barışçıl bir küresel düzenin de onları olduğu gibi kabul ederek kurulabileceği varsayımında yanılıyor. Günümüz ülkeleri genellikle fetih, şiddet, zorla asimilasyon ve kültürel sembollerin kasıtlı olarak manipülasyonunu kapsayan tarihi mücadelelerin beklenmeyen sonuçları olan sosyal yapılar. İyi ve kötü ulus kimliği biçimleri var ve toplumlar bunlar arasından seçim yapmaya aracılık edebilir.
Ulus kimliği özellikle ırk, etnisite ya da din mirası gibi sabit özelliklere dayandırılırsa, liberal onurda eşitlik ilkesini ihlal eden, dışlayıcı olma potansiyeline sahip bir kategori haline gelir. Ulus kimliği ve liberal evrenselcilik arasında zorunlu bir çelişki olmamasına rağmen, bu iki ilke arasında bir gerilim olması güçlü bir ihtimaldir. Ulus kimliği sabit, değişmez özelliklere dayandığında saldırgan ve dışlayıcı milliyetçiliğe dönüşebilir. Avrupa’da 20’nci yüzyılın ilk yarısında böyle olmuştur.
Bu nedenle liberal toplumlar ırk, etnisite ve din mirası gibi sabit kimliklere dayanan grupları resmen tanımamalıdır. Elbette bunun kaçınılmaz olduğu ve liberal ilkelerin uygulanamadığı zamanlar olur. Dünyanın birçok yerinde etnik ve dini gruplar nesillerdir aynı bölgeyi işgal etmektedir ve kendi katı kültür ve dil gelenekleri vardır. Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Güneydoğu Asya’da etnik ya da dini kimlik, çoğu insan için bilfiil önemli bir özelliktir ve onları asimile ederek daha geniş bir ulusal kültüre dahil olmalarını sağlamak pek gerçekçi değildir. Birkaç kültürel birim etrafında bir tür liberal siyaset örgütlemek mümkündür. Örneğin Hindistan’ın tanıdığı birden fazla ulusal dil vardır ve geçmişte eyaletlerinin eğitim ve hukuk sistemlerine ilişkin kendi politikalarını belirlemesine izin vermiştir. Bunun gibi çeşitliliğe sahip ülkelerde genellikle federalizm ve beraberinde gücün yerel birimlere devredilmesi gereklidir. Güç, siyaset bilimcilerin “consociationalism” (oydaşmacılık, iki veya daha çok topluluğun eşit haklara sahip, denk gruplara ayrılarak ortak hareket ettikleri uzlaşma sağlamaya yönelik bir siyasal sistem) olarak adlandırdıkları bir yapı içinde resmi olarak kendilerini kültürel kimliklerine göre farklı gruplar olarak tanımlayanlar arasında pay edilebilir. Bu sistem Hollanda’da oldukça iyi bir biçimde işlese de, aynı uygulama Bosna, Irak ve Lübnan gibi kimlik gruplarının kendilerini bir tarafın kazanmasının diğerinin kaybetmesine bağlı olduğu bir mücadeleye hapsolmuş gördükleri yerlerde yıkıcı oldu. Bu nedenle kültürel grupların henüz kendini önemseyen birimlere dönüşmediği toplumlarda, yurttaşları kimlik gruplarının mensupları olarak görmektense birey olarak ele almak çok daha iyidir.
Öte yandan, ulus kimliğinin yazın gelenekleri, tarih anlatıları, dil, yeme-içme ve sporlar gibi gönüllü olarak benimsenebilen ve bu sayede de daha kapsamlı bir ortaklık sağlayan başka yönleri de vardır. Katalonya, Quebec ve İskoçya belirgin tarihsel ve kültürel gelenekleri olan bölgelerdir. Tümünde de bağlı oldukları ülkeden tamamen ayrılmaya çalışan milliyetçi partizanlar vardır. Bu bölgelerin ayrılmaları halinde bireysel haklara saygılı liberal toplumlar olmayı sürdüreceği hususunda çok az tereddüt var, tıpkı 1993’te ayrı ülkeler olduktan sonra Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da olduğu gibi.
Ulus kimliği belirli tehlikeler içerir ama aynı zamanda bir fırsata da işaret eder. Sosyal bir yapıdır ve liberal değerlerin altını oymaktan ziyade bu değerleri destekleyecek şekilde biçimlendirilebilir. Çoğu ülke tarihsel olarak, belirleyici grup kategorilerinden ziyade siyasi ilkeler ve ideallere dayanan güçlü bir toplumsal bilince sahip olan çeşitli nüfuslara uygun bir biçimde şekillenmiştir. Avustralya, Kanada, Fransa, Hindistan ve ABD onlarca yıldır ırk, etnisite ya da dinden ziyade siyasal ilkelere dayanan ulus kimlikleri inşa etmeye çalışan ülkelerdir. ABD, Amerikalı olmanın ne anlama geldiğini yeniden tanımladığı uzun ve sancılı bir süreçten geçmekte; sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete dayanan vatandaşlığın bariyerlerini derece derece kaldırmaktadır (Bu süreç henüz tamamlanmamış ve bir çok kez sekteye uğramış bile olsa). Fransa’da ulus kimliğinin inşası, Fransız Devrimi’nin ortak bir dil ve kültüre dayanan bir yurttaşlık ideali kuran İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile başlamıştır. Avustralya ve Kanada 20’nci yüzyılın ortalarında, çoğunlukta olan beyaz nüfusun ve Asya’dan gelen göçmenleri dışarıda tutan kötü şöhretli “Beyaz Avustralya” politikası gibi göç ve vatandaşlığa ilişkin sınırlayıcı bir hukukun egemen olduğu ülkelerdi. Ancak her iki ülke de 1960’lardan sonra kendi ulus kimliklerini ırksal olmayan hatlarda yeniden yapılandırdı ve ülkelerini kitlesel göçlere açtı. Bugün iki ülkede de, ABD’de olduğundan daha az kutuplaşmayla ve beyaz tepkisiyle, ülke dışında doğan nüfus sayısı ABD’ninkinden fazladır.
Yine de keskin bir biçimde bölünmüş demokrasilerde ortak bir kimlik yaratmanın zorluğu azımsanmamalıdır. Çağdaş liberal toplumların büyük bir kısmı ulus kimliği anlayışının liberal olmayan yöntemlerle oluşturulduğu geçmişteki ulusların üzerine inşa edildi. Fransa, Almanya, Japonya ve Güney Kore liberal demokrasi olmadan önce ulustular. Birçoklarının da dikkat çektiği gibi, ABD ise bir ulus olmadan önce devletti. Amerika ulusunu liberal siyasi terimlerle tanımlama süreci uzun, çetin ve belirli aralıklarla şiddete sahne olan bir süreç oldu. Hatta bugün bile bu sürece, ülkenin doğuşuna ilişkin birbirine rakip anlatılarla hem sol hem de sağ kesimlerce karşı çıkılıyor.
İnsanlar liberalizmi daha geniş bir ulusal gaye duygusu olmadan, sadece çeşitliliği barışçıl bir şekilde yönetmeye yönelik bir mekanizma olarak görselerdi, liberalizm tehlikeye girerdi. Şiddet, savaş ve diktatörlük görmüş insanlar genel olarak liberal bir toplumda yaşamanın özlemini duyarlar, 1945’ten sonra Avrupalıların yaptığı gibi. Liberal bir rejimde barış içinde yaşamaya alıştıkça da bu barışın ve düzenin kıymetini bilmemeye yönelir ve onları daha yüksek hedeflere götürecek bir siyasetin özlemini duymaya başlarlar. Avrupa 1914’te, neredeyse yüzyıl süren yıkıcı çatışmalardan önemli ölçüde azadeydi. Aradaki zamanda müthiş bir maddi ilerleme kaydedilmiş olsa da kitleler öfkeli bir biçimde savaşa girmekten memnundu.
Dünya, insanlık tarihinde belki bugün de aynı noktaya ulaşmıştır: Büyük ölçekli devletlerarası savaştan çeyrek asırdır uzak ve savaştan uzak olduğu bu süre zarfında küresel zenginliğinde aynı ölçüde büyük bir sosyal değişime de yol açan muazzam bir artış olduğunu görüyor. Avrupa Birliği dünya savaşlarına yol açan milliyetçiliğe bir çare olarak kurulmuştur. Bu bakımdan da diğer tüm umutların ötesinde başarılıdır. Fakat Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ileride daha fazla kargaşanın ve şiddetin ortaya çıkacağına alamet.
Bu noktada birbirinden oldukça farklı iki gelecek gözler önüne seriliyor. Putin Ukrayna’nın bağımsızlığını ve demokrasisini zayıflatmada başarılı olursa, dünya 21’inci yüzyılın başlarını hatırlatan saldırgan ve hoşgörüsüz milliyetçilik dönemine geri döner. ABD de, Trump gibi popülistler Putin’in otoriter yollarını taklit etmeye özendiğinden, bu eğilimin dışında olmayacaktır. Diğer yandan, eğer Putin Rusya’yı askeri ve ekonomik başarısızlıkla yıkıma sürüklerse, iş, hukukla sınırlandırılmayan erkin ulusal felakete yol açtığı liberal öğretinin yeniden öğrenilmesine, özgür ve demokratik bir dünyanın ideallerinin yeniden canlandırılmasına kalır.
Bu yazı Foreign Affairs sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.