Macron AB’nin Dümenine Geçebilir mi?

Ülke içindeki neo-liberal politikaları bir kesim seçmen tarafından büyük tepki çeken Macron’un önümüzdeki beş yılda dış politikadaki tavrı, sadece Fransa siyaseti açısından değil AB açısından da belirleyici olacak. Macron siyasi olarak daha çok bölünmüş bir ülke yönetmek zorunda kalırsa ve parlamentoda çoğunluğu sağlayamazsa, ülke-içi meseleler sebebiyle dış politikada manevra alanı sınırlanabilir. Bu da Avrupa’da liderlik rolü üstlenmesini büyük oranda önleyecek bir durum.  

Macron AB’nin Dümenine Geçebilir mi?

Fransa’da ikinci turu 24 Nisan’da gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Emmanuel Macron, yüzde 58,5 oy oranıyla aşırı sağcı-popülist rakibi Marine Le Pen’i geride bırakarak yeniden cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturdu ve Fransa tarihinde François Mitterand ve Jacques Chirac’tan sonra ikinci kez bu göreve seçilen üçüncü cumhurbaşkanı oldu.

 

Seçim kampanyası sırasında Avrupa Birliği siyasetinden NATO’ya, ekonominin karbonsuzlaştırılmasından yeşil enerji politikalarına, sınır güvenliğine, mülteci politikalarında daha sıkı denetime ve İslamofobiyle mücadeleye dek birçok farklı alanda vaatlerde bulunan Macron, seçmen kitlesini geniş bir yelpazeye yerleştirme yolunu seçti ve siyasi yelpazenin tam merkezinde yerini aldı. Dolayısıyla ona muhalif olanlar en uç kısımlarda varlık göstererek politikalarını buna göre dizayn ettiler.

 

Bu süreçte Ukrayna’ya yönelik Rus işgali ise, birçok açıdan Macron’un dış politika hamlelerini ve sorun çözücü lider imajını güçlendirdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i destekleyen ve Fransa’nın Ukraynalı mültecilere kapılarını açmasına karşı çıkan, “Putin gibi olmak en büyük hayalimdir” diyen Eric Zemmour bir yandan, Putin ile bağlantılı bir Rus bankasından seçim kampanyası için kaynak bulduğu ortaya çıkan, Rusya’yı savaştan önce 10 kez ziyaret eden, Kırım’ın ilhakını savunan Le Pen diğer yandan…

 

Bu süreçte Macron’un tutumu -her ne kadar gerginliği azaltmaya dönük diplomatik çabaları pek bir sonuç getirmese de- özellikle aşırı sağcı rakipleri karşısında elini güçlendirdi. Dolayısıyla savaş diplomasisini ve Avrupa’nın güvenliğini önceleyen Macron bu sürecin kazananı oldu.

 

Fransızlar, à chose faite pas de remède derler; yani iş işten geçti, olan oldu. Ancak, Macron’un Ukrayna’daki krize bu şekilde teslimiyetçi bakmaması ve gerek diplomatik gerekse insancıl boyutlarında devreye girmesi, ona geniş bir seçmen yelpazesinde uluslararası politikada “güçlü, yetkin ve kriz çözen lider” sıfatı armağan etti. Onu sevmeyen bile ona saygı duyar oldu.

 

Macron, AB’nin sınırlarının yanı başında yaşanan böylesine kritik bir gelişme karşısında artık güvenlik ve savunma konularında bağımsızlığını artırması ve ön-alıcı bir dış politika izlemesini, dolayısıyla “stratejik otonomi” kavramını savunuyor.

 

Macron’un AB ve NATO Açısından Anlamı

 

Fransa ve Almanya, AB’nin iki motor ülkesi. Fransa, ayrıca G-7 üyesi. Macron’un cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde ülkesinin AB dönem başkanlığını altı aylığına yürütmesi de Birlik politikalarının ve temel değerler üzerinden “bir olma” duygusunun ülke gündeminde yerini canlı bir şekilde korumasını sağladı.

 

Fransa’nın ayrıca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daimi beş üyeden biri olması ve AB’nin nükleer güce sahip tek ülkesi olması da bu ülkenin bölgesel açıdan önemini bir kat daha artırdı.

 

Dolayısıyla, ülke içindeki neo-liberal politikaları bir kesim seçmen tarafından büyük tepki çeken Macron’un önümüzdeki beş yılda dış politikadaki tavrı, sadece Fransa siyaseti açısından değil AB açısından da belirleyici olacak.

 

Seçim sonuçlarının ardından İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin bu zaferi, “Tüm Avrupa için muazzam bir haber” olarak nitelendirilmesi bu çerçeveden okunmalı. Zira, 19 Ocak’ta Strasburg’da Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada hukukun üstünlüğü ve evrensel insan hakları vurgusu yapmış olan Macron, demokrasi ve hukukun Avrupalılığın ayrılmaz parçası olduğunu açıkça ortaya koymuştu.

 

Öte yandan, birçok politika değişikliği önerisi AB’nin kuruluş ilkeleriyle bağdaşmayan (örneğin Fransa’da istihdamın Fransız vatandaşlarını öncelemesi ve göçün sınırlandırılması konusunda referandum önerisi) Le Pen’in zafer kazanması durumunda gerek AB gerekse NATO’da ciddi bir siyasi ve askeri deprem yaşanması riski söz konusuydu.

 

Hatta Putin’le herhangi bir “stratejik yakınlaşma” -hele ki bu dönemde, tam da İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana Avrupa’da yaşanan en büyük kara muharebesi sırasında- Fransızca deyişle, Batı bloku ve NATO açısından “yeşil fasulyelerin sonu” (la fin des haricots) olabilirdi.

 

NATO’dan Kopuş İhtimali

 

Zira Le Pen, Fransa’yı NATO’nun entegre askeri kanadından yeniden çıkarmak gibi toksik bir hedef taahhüt etmişti. Tıpkı 1966 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün yaptığı ve Fransa’nın ancak askeri kanada 2009 yılında Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy döneminde geri katılması gibi…

 

Böylelikle Fransa NATO Şartı’nın 5’inci maddesinde vücut bulan kolektif savunma taahhütlerini yerine getirirken, askeri personelini NATO’nun kumanda yapısına tahsis etmeyecekti. Hatta Le Pen’e göre “Avrupa’nın güvenliği, Rusya’sız olamazdı.”

 

Özellikle Batı’da askeri ve siyasi birliğe bu denli gereksinim duyulan, askeri safların belirginleştiği bir dönemde böyle bir kırılma yaşanması pek de arzu edilen bir gelişme olmazdı ve NATO bünyesinde uzlaşıya dayalı karar alma süreçleri büyük zarar görürdü.

 

2019 yılında yaptığı “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” şeklindeki açıklamasından bu yana ise Macron cephesinde dinamikler değişti. AB açısından stratejik otonomi talebinde bulunan, AB’nin NATO’dan ayrı olarak siyasi ve askeri liderlik sergileme gücü kazanmasını önceleyen Macron, Rusya’nın ani, sert ve kural tanımaz işgalinin ardından -hele ki Finlandiya, ardından da İsveç’in İttifak’a katılmak için gün saydığı bir ortamda- NATO’nun Avrupa güvenliği açısından gerekli olduğunun ayrımına vardı.

 

Macron bir yandan da ilk dönem cumhurbaşkanlığı sırasında ordunun dijitalleşmesi ve askeri inovasyon alanlarındaki atılımlarını sürdüreceğe benziyor. Fransa Silahlı Kuvvetler Bakanlığı 2018 yılında kendi Savunma İnovasyon Ajansı’nı açmış ve hükümet, bu alanda kurulan start-up’lar için yeni finansman kanalları oluşturmuştu. Böylelikle savunmanın tüm aşamaları tek dijital ağa bağlanacak; siber savunma ve uzay-temelli yeteneklerin ağırlıkta olacağı geleceğin savaşlarına hazırlık düzeyi güçlendirilecek. Fransa’nın savunma bütçesinde bu sene, önceki senelere göre ciddi bir sıçrama gözlemlendi ve 2017 bütçelerine oranla 9 milyar euroluk bir artış kaydedildi.

 

Merkel Sonrası AB’nin Dümenine Fransa Geçer mi?

 

Macron’un ikinci kez cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasıyla birlikte Fransa, Almanya ve İtalya, AB yanlısı liderler tarafından yönetilmiş oluyor. Bu da Avrupa projesinde yeni bir ivme yaratılması, uzun zamandır rafta bekletilen genişleme adımlarının atılması, ortak tehditlere karşı konsolide bir blok haline gelinmesi açısından uygun bir fırsat yaratıyor.

 

Batı’nın çıkarları söz konusu oldukça Fransa-ABD bağının da Macron döneminde aynı şekilde devam etmesi bekleniyor. ABD eski Başkanı Donald Trump ile zamanında ilişkileri iyi olan Macron’un Biden ile ilişkileri de oldukça iyi. Hatta ikili ilişkilerde Avustralya denizaltı krizini bile atlatmış iki ülkeden söz ediyoruz. Avustralya, geçtiğimiz yıl Eylül ayında, 2016’dan bu yana Fransa ile yürüttüğü 56 milyar euroluk 12 konvansiyonel denizaltı inşası programından çekildiğini açıklamış, ABD ve İngiltere ile nükleer denizaltı anlaşmasına varmıştı. Bu süreç, Fransa-ABD ilişkilerinde beklendiği gibi uzun vadeli ve büyük çaplı bir kriz yaratmadı.

 

Avrupa’yı zayıflatan her türlü merkezkaç güç karşısında arabulucu rolü üstlenen Angela Merkel’in şansölyelikten ayrılmasının ardından Almanya açısından doğan güç boşluğu ve Merkel kadar karizmatik bir liderin yerinin doldurulamaması ise Macron döneminde bir avantaja dönüşebilir. Zira Avrupa siyasetinde 16 yıl boyunca dominant ve kriz çözücü bir figür olan Merkel’den sonra Avrupa’nın dümenine kimin geçeceği sorusu uzun zamandır tartışılıyor.

 

Ancak, burada da 12-19 Haziran’daki parlamento seçimleri belirleyici olacak, çünkü solcu seçmenin bir kısmından emanet oy alan Macron’a parlamento seçimlerinde yine aynı seçmen kitlesi sert bir mesaj verebilir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde Macron siyasi olarak daha çok bölünmüş bir ülke yönetmek zorunda kalırsa ve parlamentoda çoğunluğu sağlayamazsa, ülke-içi meseleler sebebiyle dış politikada manevra alanı sınırlanabilir. Bu da Avrupa’da liderlik rolü üstlenmesini büyük oranda önleyecek bir durum. Bir diğer deyişle, parlamento seçimlerinde geniş bir merkez ittifakının elde edilememesi ve radikal sağa olan destek artışının parlamentodaki oy dağılımına da sert bir şekilde yansıması, Macron açısından iç ve dış politika açısından önemli bir sınav olacak. Daha şimdiden birçok uzman, Macron’un yeni parlamento bileşimine çok hâkim olamayacağı görüşünde. Bunun için de, seçim vaatlerinde ekoloji kartının ağırlıkta olduğu gerçeğinden hareketle, örneğin Yeşiller Partisi ile koalisyona gitmesi, elini rahatlatacak bir politika tercihi olabilir.

 

Türkiye-Fransa İlişkileri

 

Peki, Macron’un ikinci cumhurbaşkanlığı döneminde Ankara-Paris hattını neler bekliyor? Geçtiğimiz yıllara göre Paris’le ilişkileri daha çok işbirliği, karşılıklı anlayış ve diyalog temelli bir çerçeveye yerleşen Türkiye açısından Macron’un Fransa’sı ile temas kurmak, yabancı düşmanlığı üzerinden prim yapan, Türkiye’nin NATO üyeliğinin sorgulanması çağrısında bulunan, seçilmesi halinde başörtüsünü yasaklayacağını duyuran popülist-aşırı sağcı Le Pen’e kıyasla elbette olumlu olacak.

 

Türkiye ile Fransa, son dönemde Ukrayna başta olmak üzere krizlere karşı iki yakın müttefik şeklinde çözüm bulmak üzere istişarede bulunuyorlar. Her konuda anlaşamasalar da, gerilimi tırmandırmaktan geri duran bilinçli bir tercih göze çarpıyor. Bu da zaten cadı kazanına dönmüş olan bölgesel dinamikler karşısında verilebilecek tek rasyonel karar gibi duruyor.

 

2019 yılında Doğu Akdeniz’den Libya’ya ve Suriye’ye dek birçok anlaşmazlık noktasına dair iki ülkenin liderleri arasındaki sert demeçler ve gerilimi tırmandırmaya yönelik açıklamaların hiçbir ülkeye bir faydası olmadığı net bir şekilde görülmüştü. Şu anda ise Rusya’nın Ukrayna işgali net bir şekilde gösterdi ki, ortak jeopolitik risklere karşı kutuplaşmadan ziyade diyalog ve birlikte çalışma kültürünü beslemek en akıllıca diplomatik tercih. Fransa ve Türkiye’nin Ukrayna’nın liman kenti Mariupol’dan insani tahliyeler konusundaki ortak çabaları, hem Putin hem Zelenski ile ayrı ayrı görüşmeleri, bu süreçte iki kritik ülke olduklarını anımsattı.

 

Ayrıca Macron’un ikinci cumhurbaşkanlığı döneminde savunma sanayiinde de diyaloğun derinleştirilmesi bekleniyor. Türkiye’nin İtalyan-Fransız konsorsiyumu EuroSam ile SAMP/T hava savunma sistemlerinin yeniden üretimi konusunda müzakereye başlayacağına dair beklentiler oldukça güçlü.

 

NATO sistemleriyle entegre edilebilen SAMP/T, zamanında Türkiye’nin Suriye’ye yönelik Barış Pınarı Operasyonu nedeniyle askıya alınmışken, seçim sonuçlarının netleşmesinin ardından bu konudaki yoğun görüşmelerin yeniden başlaması öngörülüyor.

 

Ancak Fransa’da Macron’un beş yıllık yeni cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde reelpolitik ve jeopolitik çıkarlardan ziyade insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanlarındaki sicilimizin belirleyici olacağını söylemek yanlış olmaz.

 

Neredeyse donmuş durumdaki müzakere sürecine ek olarak Türkiye’de süregiden kritik davalara dair Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’nin sert açıklamaları ve Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğinin askıya alınıp alınmayacağına dair belirsizlik, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi Avrupa macerasında bekleyen temel konu başlıkları…

 

Macron’un aşırı sağcı ve Avrupa kuşkucusu rakibi Marine Le Pen’i yenmesi bize bir şeyi daha yeniden anımsattı: Avrupa Birliği normlarına ve Batı ittifakına olan sarsılmaz inanç ve güven, her şeyin ilacıdır.

 

Dolayısıyla, liderler arasında konjonktürel yakınlaşma ve reelpolitik kaynaklı normalleşme adımları bir süreliğine ikili ilişkilerdeki krizleri dondursa da, Türkiye’nin acilen iç ve dış politikasında inandırıcılık ve öngörülebilirlik sorununu çözmesi, Avrupa’ya güvenilir ve onun değerlerine bağlı bir ortak olduğunun taahhüdünü vermesi gerekiyor. Bu da hem diplomasi kulislerindeki normalleşme ve işbirliği adımlarıyla hem de ülke içindeki uzlaşma, demokrasi ve hukukun üstünlüğünü önceleyen yaklaşımlarla mümkün.

 

Tabii halen bir AB tam üyelik hedefimiz varsa…

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.