Mağrib, Mağlub, Muzaffer: Kupa’nın Ardından

Bir Dünya Kupası’nı daha idrâk etmenin vazife şuuruyla ve turnuvanın bitmiş olmasının hüznüyle “cepheden” son mektubu yazıyor ve Arjantin’in şampiyonluğunu daha ilk günden dile getirmek cesaretini gösterdiğimizi hatırlatıyor ve “bizim çizgimiz belli” diyorum. Çizgimiz, Arjantin!

dünya kupası şampiyonu arjantin

Futbol olarak kabul edilebilir bir Dünya Kupası’na tanık olduk. Daha fazlası için, sürprizlerin olmaması gerekiyor, ancak sürprizsiz bir kupanın da tadı kalmıyor maalesef. Bütün favorilerin kazandığı bir Kupa, sona doğru çetin karşılaşmalar vaadetse de, genellikle tam tersi olur ve aşırı kontrolden çok da kaliteli olmayan bir futbol ortaya çıkar. Bunun örneği çeyrek finaldeki Fransa-İngiltere karşılaşmasıdır. Fransızlar normalde vermeyecekleri iki penaltıyla korkulu ânlar yaşamış olsalar bile, İngiltere’nin Kupa boyunca sergilediği muhafazakâr tutum nedeniyle finâle çıktılar, ahım şahım bir futbol sergilemeden üstelik-kadro ve kalite farkıyla.   

 

Kaybedenler

 

Bir bakıma draması bol bir Dünya Kupası’ydı. Almanya’nın elenmesi bir örnek. İlk yazıda, Almanların artık geleneksel kalite kontrollerinden geçemiyen bir kadrosunun olduğunu yazmıştım. Futbolları da gruptaki son maç hariç (o maçta da panik ânları vardı), bunu doğrulamış sayılır. Hans-Dieter Flick, bütün maçlara aynı mentaliteyle yaklaştı. Başından sonuna kadar ilk hamlesi, 65-70 dakikalar arası İlkay’ı kulübeye çekmekti. Sonraki hamleler, hücum hattının güçlendirilmesine yönelikti. Oysa, sonuçlardan bağımsız olarak Fuellkrug’un ve Sane’nin Müller ve Gnabry yerine tercih edilebileceği açıktı. Kimmich’in daha dominant olması gerekiyordu ve bunun için İlkay’ın kenara çekilmesi de dahil, daha açık bir oyun planına ihtiyaç vardı. Bunu göremedik.

 

Brezilya’nın da bir bunalım yaşadığı açık. Copa America’da Arjantin’e kaybettiler -personel kalitesi ve benç zenginliği bakımından karşılaştırılabilecekleri bir takım yoktu. Fransa sakatlarla geldi, Almanya kadrosunu yenileyememişti, İtalya katılamadı bile, belki Portekiz bu sınıfa dahil edilebilirdi -onlar da farklı problemler yaşadılar. Buna rağmen, Alex Sandro sakatlandığında Telles dışında bir sol bekleri yoktu -onun da neden kadroda olduğunu anlamış değilim. Yerine mecburen Danilo’yu kullandılar. Bu tercih çok ama çok etkiledi onları. Orta sahadaki Paqueta tercihi çok tartışılacaktır: Casemiro ve Fabinho, daha mobil bir oyun kurgusu sunabilirlerdi. Neymar kendisinden nefret eden emekli devlet memurlarını üzecek bir beceriyi nadiren gösterdi. Gerçekten de oyun sete oturduğunda Neymar’ın uzun aralıklarla oyundan kaybolduğu gözlemlenecektir. Hızlı ve güçlüler demiştik; maçlar zorlaştığında ne hızlarını ne güçlerini kullanabildiler. Bu da bir organizasyon problemine işaret eder. Kadro seçimi ve oyun planı olarak.

 

İspanya’nın problemini daha önce belirtmiş idik. Uruguay’daki (nasıl yalancı bir takımdı!) Diego Godin’e benzer bir stoper bulacaklar yahut bir santraforla oynamaya gönül indirecekler -bu santrafor Morata bile olabilir. Sadece 90 dakika tahammül etmek ve top çevirmek yerine ona pozisyon hazırlamayı amaç edinen dikey bir futbol oynamayı deneyecekler. Luiz Enrique’nin gönderilmesine şaşırdım; yeni gelen hoca, bu kadroyu aynı verimlilikle kullanmayı başaramayabilir.

 

Portekiz’de Ronaldo’nun konumu tartışmalar yarattı ancak bence skandal olan, Leao’ya, Felix’e tanınan şansın tanınmaması. İki senedir bence bir futbolcu için karar vermeyi kolaylaştıracak Serie A’da rüşdünü isbat etmiş olmasına rağmen, esas adam değildi. Ronaldo’nun daha azına razı olması ne psikolojisi ne geçmişi nedeniyle mümkün olamazdı. Bunu görmemek bir futbol yanlışıdır. Oysa Ronaldo’nun geleneksel profiline ve pozisyonuna uygun bir düzenleme yapılabilir, Bernardo Silva ve Bruno Fernandes bu amaçla daha üretken kılınabilirlerdi. Silva ve Fernandes’in rolleri ötekini gereksiz kılacak şekilde çakıştı. Ronaldo sonrasında kendilerini toplayabilirler, ancak futbolcularına Avrupa liglerinde çok ağır yükler binen bir takımın turnuva elemelerinde çok başarılı olması beklenmemelidir. Müzmin bir başaltı (underachiever) takımı olarak İngiltere’ye gelince, Tanrı Kral’ı korusun ve milli takımın başına Gary Lineker getirilsin.

 

Kazananlar

 

Fas’ın arka arkaya İspanya ve Portekiz’i elemesi turnuvanın en büyük sürpriziydi -üstelik bunu anti-futbol oynayarak gerçekleştirmediler. Büyük bir savunma eforu, takım disiplini, savunması ve oyunu açmadaki becerileriyle gerçekleştirdiler. Ancak bir savunma takımı oldukları gerçeğini hem Fransa hem de Hırvatistan maçında unuttular. Bu arada, savuma takımı olmak, hücumu düşünmemek değildir, oyunun savunma esasında şekillenmesidir. Özellikle üçüncülük maçında turnuva boyunca yapmadıkları kadar pas hatası yaptılar. Yaşadıkları sakatlıklar defans kurgularını bozmuş olsa da, set oyununa dönmeyi lehlerine sayarak hareket ettiler ve her defasında maalesef kaybettiler. Kaleci Yasin “Bono”, turnuvanın kalecisi olma şansını son maçta iki kolay gol yiyerek kaybetti. Bence, maalesef, hocaları Halid Regragui kritik ânlarda yanlış kararlar verdi. Üçüncülük maçında Bufal ve Ziyeç’in pozisyonlarını değiştirdiği bir ân vardı ki kendi oyunlarını kilitlemeyi başardılar.

 

Kupa’nın açık ara en iyi orta sahası (Modriç-Kovaçiç-Brozoviç) Hırvatistan’daydı. Buna kalecileri (Livakovic) de eklenebilir. Bütün turnuva boyunca Arjantin maçı hariç, aynı oyunu oynadılar. O maçta, topu Messi sebebiyle Arjantin’e vermeye korktuklarından oyunun sahibi gibi davrandılar. Öyle de gözüktüler ancak Arjantin yükselen grafiğiyle yorulmadan skoru elde etti. Hem Hırvatistan hem de Fas’ın esas problemi, santraforlarının yetersizliğinde. Kramariç ve el-Nesri, ne çabuktular ne de efektif. Hırvatistan daha önce Nordik ülkelerde gördüğümüz bir takım istikrarıyla, anlaşılan, hep buralarda olacak. Sadece o pötikareli geleneksel formalarına bağlılıkları nedeniyle bile alkışlanmalılar. Biliyorum burada liberal ve siyaseten doğrucu ve külyutmaz dostları tatmin etmek için bir “ustaşa” paragrafı açmalıyım fakat, kimin tarihi temiz ki? Pas geçiyorum.  

 

“Kazanan” ve “Kaybeden”

 

Final maçı başladığında, Scaloni Di Maria’yı sahaya sürmüştü; Fransa’nın sağ kanadındaki Kunde ve Dembele’nin kenarı korumadaki sınanmamışlığını cezalandıran bir hamle oldu bu. Ancak aynı Scaloni, maçın bitmesine daha 25 dakika varken üstüste sol kanadından yediği iki ataktan ürktü ve yorulmuş olan Di Maria’yı kenara alıp Acuña’yı sahaya sürdü. Bu Fransa’ya ve Deschamps’a hayat öpücüğü veren bir değişiklikti. Üstelik o kanadı da bırakarak her yerden saldırmaya başladılar; oyunu tutmak mümkün olmadı. Fakat, bu şampiyona başlarken “her şeyin bir araya gelmesi” gerekiyor dediydik Arjantin’in kazanması için. Uzatmaların bitmesine saniyeler kala bile Kupa elden gidebilirdi. Bir yerlerden, bir şekilde oyuna “müdahale” edildi!

 

Deschamps, oyunu değiştirme kararını daha devre bitmeden almıştı. Peş peşe radikal adımlar attı. Bunun meyvelerini de topladı; ikinci yarı Arjantin’i kendi sahasına mahkûm etti. Dakikalar ilerledikçe De Paul yoruldu; futbol düşünürümüz Ömer Üründül’ün sık kullandığı bir ifadeyle, bloklar arası iletişim kesildi. Mbappe’nin olağanüstü solosu Arjantin defansını perişan etti. Scaloni uzatmalarda üçlüye defansa döndü ve buna rağmen oyunu kaybetti. Arjantin bu süreçte gol de buldu ama kalesinde sayısız tehlikeler de yaşadı. Penaltılar nerden bakılırsa bakılsın, adaletsizlik ama yapacak bir şey yok. Messi için sevinmek gerekiyor. Messi de sevinsin.

 

Gerçekten ama gerçekten “unutulmayacak” bir finaldi -bunun için mükemmel bir futbol gerekmiyor görüldüğü üzere. Tam tersine, çok yanlış, dram, gözyaşı ve hüzün gerekiyor. 120 dakikada maçın kaderi belki 10 kere değişti. Fransa turnuva başlarken açık favorilerden biriydi, Arjantin, turnuva boyunca giderek gelişti ve finalde de görüldüğü üzere, kazanma fırsatı geldiğinde, bunu değerlendirdiler. Fransa için söylenecek bir şey yok, öyle ya da böyle finale çıktılar. Kadroları eksikti ama bunu çok hissetmediler.

 

Sezon ortasında Dünya Kupası oynatmak, tartışılır bir karardı. Bu konuda ortalığa yayılan haberlerin büyük bir kısmı gerçek olsa bile, esas yolsuzluğu yapan, yeni yetme zenginlerin parasına göz koyan, beyaz adamlar; üçkağıtçılık, onların işi, onların içişleri de beni ilgilendirmiyor. Sermayenin bu kadar belirlediği bir futbol düzeninin bütün suçunu Katar’a yüklemek kolaycılık, siz sattınız, onlar da aldı. Beyaz adamların, “söz konusu bile olamaz” kalıbını unutmalarından biz neden sorumlu olalım ki? Bir sonraki kupa için özgürlükler ülkesi ABD, komşuları Kanada ve Meksika’da Avrupa’ya maç yetiştirmek üzere futbolcuları kilometrelerce uçak yolculuğu ve en az 40 derece sıcağa mahkûm edecek, yetmezmiş gibi 40 ya da 48 takıma tamamlanacak bir şampiyonada buluşmak üzere hoşcakalın diyorum.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.