Majestelerinin Muhalefeti

Üzerine serili ölü toprağını babaanne yorganı gibi benimsemiş bir ana muhalefetin, daha kendi iç hesaplaşmasını bile yerel seçimler sonrasına ötelemekten başkasına mecalinin olmadığı ayan beyan ortadadır.

Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerin üzerinden yaklaşık iki ay geçmesine rağmen muhalefet cenahındaki hayal kırıklığı o kadar derin oldu ki; halen ne ana muhalefet ne de diğerlerinde gözle görülür bir iyileşme var ve ataletleri kronikleşerek nekahetleri başka bir bahara erteleniyor. Dahası yerel seçimler de kapıda olduğundan adeta bu Fetret Devri albasmalarının sıklıkla eşlik ettiği uzun lohusalığa dönüşüyor. Aslında bu derin hayal kırıklığı pek de yersiz değil. Hayalleriniz ne kadar güçlüyse -nasıl ki başarıyla taçlandığında sevinçleriniz bir o kadar katmerleniyorsa- başarısızlık halinde eşyanın tabiatı gereği derin, kes/k/in ve kesif oluyor. Nasıl ki insana dair hiçbir şey aynen insan gibi mutlak değil göreceliyse, zaman ve mekân koordinatlarında şekillenen anlam gibi bağlama göre değişkenlik arz ediyor. Hayal kırıklığı dediğimiz de günün sonunda deruni bir tecrübeye dönüşüyor. Tecrübelerimiz de ilk yaşandıklarında ciddi can yakıcılıklarına rağmen zamanla rakiplerimize ve/ya düşmanlarımıza karşı kullanabileceğimiz bilgi hazinesine ve böylece avantaja dönüşebiliyor. Öte yandan elbette hayalkırıklığıseviciliği (sanırım Almancadaki gibi böyle uzun kelimeler Türkçede de kullanılabilir diyerek ilk adımı ben atayım) yapacak değilim, zira hayal kırıklıkları tecrübeye dönüşse de tecrübelerin de bütün ezberler gibi bir ayak bağı yönünün ve yanının olduğunu anlayacak kadar hayal kırıklığı ve tecrübe biriktirdim. Bundan kelli, “Bir musibet bin nasihatten evladır” ilkesi gereği en azından ana muhalefet partisi “kıra döke” hiçbir seçimin kazanılmayacağını bu acı tecrübe eşliğinde öğrenmiş oldu. 

 

Meşhur hikâyedir: Sovyetler Birliği döneminde Batılı bir araştırmacı Rusya’da bir fabrikayı araştırma için ziyaret eder ve araştırması esnasında şahit olduğu verimsizlik karşısında şaşkına döner. Bir gün dayanamaz ve bu verimsizliğin fabrika çalışanlarının da bilgisi dahilinde olup olmadığını öğrenmek için bir işçiye sorar. Aldığı cevap fark ettiği verimsizlikten daha ürkütücüdür. Çalışan, araştırmacının bileceği üzere sosyalizmde bütün üretim araçları kamu mülkiyetinde olduğundan hareketle kapitalist anlamda bir patrondan bahsedilecekse bunun bizatihi devlet olduğunu söyler. Bu çerçevede patron olan devlet çalışanlara maaş veriyormuş gibi yaparken çalışanları da “çalışıyormuş gibi çalışıyormuş gibi çalışmamaktadırlar.” Aslında Türkiye siyaseti biraz da bu hikâyedeki rollere benzemektedir. Muhalefet muhalif gibi; iktidar da muhalefetin bu amansız muhalefetinden yaka silker gibi yapmaktadır. Öte yandan iktidar, siyasal anlamda muktedir olsa da kendisinin de müşteki bir şekilde itiraf ettiği üzere kültürel hegemonyasını henüz tesis edememiştir. Dahası, 20 yılı aşkın kesintisiz siyasal iktidarına rağmen iktidar partisi bırakın kültürel hegemonyayı bu meyanda muktedir olamamıştır. Bu iddiayı bir adım daha öteye taşırsak “dindar nesil yetiştirmek” konusunda yine aynı şekilde muvaffak olamamış iktidar partisi, parçası olduğu ittifakın ekonomi politikalarında da daha çok değil birkaç yıl önceki heterodoks söyleminden hızla çark edip tilkinin dönüp dolaşıp geleceği kürkçü dükkânı ortodoks ekonomi politikalarına ivedilikle rücu etmiştir. Hatta bu çelişkisini başka bir noktaya taşıyarak rasyonel ekonomi politikalarını uygulayacağını söyleyen bakanın ağzından memur maaşlarına zam yapmasalarmış enflasyonu indireceklerini söyleyecek kadar bu ne lahana turşusu bu ne perhiz kıvamına iki aydan kısa sürede gelebilmiştir. Bu kadar çok sürücü, araç ve vites değişikliğinin yapıldığı bir yolculukta hegemonyanın asli unsuru süreklilik ve iç tutarlılık olmadığına göre, haliyle hegemonyanın h’sinden bile bahsetmek mümkün olmamaktadır. Olağan şartlarda muhalefetin seçimler sonrasında yaşadığı yenilgiyi bir kenara bırakıp onlu sayma düzeninde Altılı Masa ve yedi cumhurbaşkanı yardımcısı hesaplarının tutmadığını içselleştirip sadece bu söyleme bile kasabın sevdiği deriye yaptığı muameleden yaparak en az bir haftalık ekmeğini çıkarması beklenirdi. Lakin üzerine serili ölü toprağını babaanne yorganı gibi benimsemiş bir ana muhalefetin, daha kendi iç hesaplaşmasını bile yerel seçimler sonrasına ötelemekten başkasına mecalinin olmadığı ayan beyan ortadadır.

 

Nominal Muhalefet

 

Sadece itikadım gereği değil hem eşyanın tabiatı hem de diyalektiğin gereği olarak hayır ve şer Allah’tan geldiği gibi bizim hayr gördüklerimiz şer ve şer gördüklerimiz de hayır olabilir, zira kısa vadede avantaj olarak gördüklerimiz orta ve/ya uzun vadede dezavantaja dönüşebildiği gibi tam tersi de yaşanabilir. Mesela -kendi adıma- Kılıçdaroğlu ikinci turu kazanıp Özdağ ile yaptığı gizli protokole sadık kalsa, bir tanesi İçişleri Bakanlığı olmak üzere üç bakanlığı ve MİT Müsteşarlığını Zafer Partisi’ne verebilirdi. İlmek ilmek ördüğü ittifakını nasıl buzlu cam gibi kendi eliyle dağıtacağını da çekirdeklerimizi çitlerken izleyebilirdik. Elbette bazılarınızın aklına “Komik olma kuzen Lary, seçimleri aldıktan sonra aşikâr Altılı Masa protokolleri dururken gizli protokole neden riayet etsin ki?” şeklinde Zihni Sinir bir Ali Cengiz sorusu gelebilir. Bu sefer de bugün siyaseten bile açıklanmakta zorlanılan bu gizli protokolün uygulanmaması gibi etik bir problemle karşı karşıya kalınmayacak mıydı? Bunları yazarken siyasetin bir uğraş olarak temelde erk ve güç odaklı olduğunu ve etik, moral veya ahlaki değerlerin daha ziyade söylem düzeyinde fonksiyonu olduğunu bilecek kadar matematikten de nasipli olduğumu söyleyebilirim. İşte “Bu ne yaman çelişki anne” açmazlarının sonucunda genelde muhalefetin özelde de ana muhalefetin neden reel değil de nominal bir muhalefet kaldığını anlayabiliyorum. 

 

Seçimler öncesinde zaten bu ekonomik krizde de iktidar değişmezse hiç değişmez heyecanını satın alan “dünden gelin” muhalif seçmenin cesaretle değiştiremediklerini sabırla içselleştirmelerinin de ila ahir devam etmeyeceğini ve özellikle bunu bir parti kongresinin serencamına terk etmeyeceklerini, kısacası ülkenin yeni bir muhalefete uygun bir atmosfere girdiğini düşünüyorum. Kaldı ki bunları iktidarın çeşitli vesilelerle ayan beyan ifade ettiği üzere yerli ve milli bir muhalefetin inşası üzerinden dillendirmiyorum. Tam tersine iktidarın öyle bir muhalefeti en son isteyecek konumda olduğunu ve gerek klasik otoriteryanizmin gerek rekabetçi otoriteryanizmin gerekse de demokratik siyasetin günün sonunda adı var kendi yok nominal bir muhalefeti hep isteyeceğinden hareketle cari muhalefetin seçimler sonrasında tam da böyle bir şekilde ete kemiğe büründüğünü söylüyor ve amiyane tabirle “gerçek muhalefet bu değil” diyorum. 

 

Öyle kaşlarınız hemen çatılmasın -önce o kaşları bi’ indir-. Muhalefet potansiyel iktidar olduğu gibi zaten yukarıda belirttiğim gibi kültürel ve kısmen ekonomik hegemonyasını belirli hatta belirgin ölçüde korumaktadır. “Hadi kültürel hegemonyasını anladım da ekonomik iktidarını nereden devşiriyor?” diye soracak olursanız, muhalefetin yerel yönetimlerdeki iktidarının ekonomik iktidarı bir yana en az son iki yıldır takip edilen ve dönülmeye çalışılan -hadi “irrasyonel” demeyelim de- “heterodoks” politikalar eşliğinde uygulanan servet transferinden muhalif seçmen hiç mi faydalanmamıştır? Acaba içinde faizin lafzı dahi geçen her şeyden cehennemden kaçar gibi kaçan ya da zaten sermaye temerküzünden hiç nasibini almamış olanlar mı faydalanmaktadır yoksa çeşme akarken suyu doldurmak gerek zihniyetiyle bulduğu reel enflasyonun altında -velev ki kredi kartı faiziyle- servetini katlayarak ekonomik iktidarını muhkemleştiren siyasi muhalifler mi?


Sonuç olarak, parçası olduğumuz post-truth çağında maruz kaldığımız sentetik “hakikat” nasıl ki çıplak gerçek/ler ve/ya alenen yalan/lar olmayıp içine gerçek serpiştirilmiş yalanlar olduğuna göre, iktidar ve muhalefet fenomenleri de salt anlamlarında değildir. Nasıl ki post-modernite de modernitenin alaşağı edilmesi olmayıp moderniteyi aşan ondan sonraki bir durak olarak moderniteden izler taşımaktadır, tecrübe ettiğimiz bu siyaset de aynı modernitenin hayatın her alanını kompartımanlaştırması gibi siyaseti ekonomi ve kültür gibi diğer alanlara göre avantajlı konumuna rağmen büsbütün bir kontrol imkânı vermediği alanlardan sadece biri kılmaktadır. O yüzden muhalefet kendi iktidar adacıklarında kotardığı mevzileri korurken başka bir vakte ertelediği kendisinden beklenen reel muhalefet hamlelerini nominal muhalefet lehine nadasa bırakmayı tercih etmektedir. Yoksa her şeyi geçtim, Türkiye’nin tekrar AB üyeliğine dair “U dönüşü” karşısında muhalefet en azından iktidarın hafızalarımızla bu kadar dalga geçmesine izin vermeyeceğiz diye bir kampanya da yapamaz mıydı? İktidarın her şeyi ama her şeyi “kullan at” eşyalar gibi hükümsüz kılmasını, tam da bu politikayı iktidara karşı kullanıp “Türkiye’nin mültecilerin geri döndürülmesi anlaşmasından daha fazla bir anlamı kalmayan AB ile ilişkilerini sadece fiilen değil hukuken de çöp sepetine atmanın vakti gelmiştir” diye bir kampanya başlatarak iktidarı zorlama yoluna gitmesi beklenmez miydi? “Aman ağzımızın tadı kaçmasın” tadında bir “majestelerinin muhalefeti” bu iktidar için çok bile, zira seçmeninin kredisini ve enerjisini bu kadar hoyratça harcayan bir muhalefet elbette dostlar başına. Her zaman olduğu gibi “Bir ihtimal daha var” (yok, ölmek değil), tam da bu dip sürecinin sonunda kendini yukarı yönlü itmenin ilk muharrikidir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.