Mantık Dışı Süreçler Ya Da Sembollerin Dili
Hakikat yolcuları mutlak olanın değil, bağlı olduğu bağlamla ilişkili tarihsel ve sosyolojik olanın dinamik içeriğini, onun insan eli değmiş kültürel yanını veri alır, onunla uzlaşmanın yollarını ararlar. Bunun tersi bir tutum, bir tür Tanrı’yla da rekabet anlamına gelen radikal, totaliter ve tutucu rejimlerin “mutlaklık” iddiasındaki antidemokratik yoludur.
“İnsan yalnızca tarihsel zamanı bilmez, aynı zamanda birçok zamansal ritmi de tanır, yani kendine ait zamanı, tarihsel çağdaşlığı…”[1]
Mircea Eliade
Tüm insan yaşamı hakikat dışılığın derinliklerine batmıştır der filozof. Hakikaten de öyledir. Kişi sadece kendini yaşar; kendini, yani bilincin de erişimine açık olmayan yazgısını. O yüzden burada da “coğrafya” son sözü söyler. Fakat kişinin coğrafyası dendiğinde kendisi kastedilir. Kişinin kendisi sadece kendi ellerinde değildir ki tam olarak “özgür, bilinçli bir iradeden” söz edilebilsin.
Kişinin kendisi çoktandır yaban ellere düşmüş ve parçaları rastlantılar arasına dağılmıştır bir kere. Sözgelimi insan güdüleri; bunlardan her biri, üzerinde binler, hatta on binlerce yılın el yazılarına ait izler taşır. Başta Freud gibiler olmak üzere bazıları insan güdülerini saf doğa olarak nitelendirerek bunları tarihin izlerinden arındırma yoluna gitmişlerdir.
Gerçekte duyular bile tarihi, tarih öncesi zamanlara ait hatıraları da içinde barındıran ve sonraki yaşanmışlıklarla kat kat örtülen arkeolojik bir katman olarak çıkar karşımıza. O da tarihsel evreler gibi canlı fosiller ve ilkellikler barındırır derinliklerinde. Güdü, duyu ve duyumsamak böyleyse, hissetmek çok daha zengin bir içerik sunar bize. Çünkü hissetmek, değerlendirmeyi de içinde barındıran insan yapımı kültürel bir içerik olduğu için duyu ve duyumsamaktan çok daha farklı bir şeydir.
Mantığın Dışında
Söz konusu alan, “saf mantığın” dışında verili ve yaşayan bir alandır. Mantığın kendisi ise sözü edilen verili alandan soyutlanmış sentetik bir alandır; tercüme yoluyla dile aktarılmış steril, parantez içindeki oluşturulmuş bir içerik. Hiçbir tercüme aslının aynısı olmadığı gibi buradaki mantıksal tercüme ise canlı olanın kuramsal bir tasviri olarak çok daha başka bir şeydir.
Çünkü “aklî düşünce sadece varsayılan bir tasarım”, tanımlı bir nedensellik ilişkisi içinde faaliyetini yürütür ve “onun dışında hiçbir şey içermez”. Mantığın dışında kavramı bu metinde mantığa aykırı anlamında değil, mantığın dışı ve ötesinde anlamında kullanılıyor.
Tutkular mesela, hiçbir tutku saf mantığın eseri değildir. Sanat ve dinin çoğu içeriği de böyledir ve tam da bu yüzden ikisinin de dili semboliktir. Bir yanda Tanpınar’ın “mizaç” dediği mantık dışı alan, diğer yanda ise ihtiyaç duyuldukça başvurulan bir alet kutusu, mantık vardır. İnsan varlığının bu iki yüzünden birine doğa, diğerine de mantık denirse, insan davranışlarını daha çok doğası yönetir; doğası, yani mizacı.
Bu o kadar böyledir ki, zihniyet dediğimiz şey de burada, insan doğasının derinliklerinde yeşerir. Zihniyetin oksijeni, gıdası, mantığın kendi içinde tutarlı açık-seçik alanları değil, zihnin kesin bir inanç olarak davranışlar ve insan doğasına aktardığı eğilimlerdir. İnsan doğasının bu tarafı her an hükmünü icra eden ve çoğu kez de kendini sembollerle dışa vuran canlı bir organizma, bilinçdışının ele avuca sığmaz gizemli dünyasıdır.
Değerler de öyledir. Onlar da oluşturulmuş düzenlemelerdir. Mesela bir kültür, intikamı adaletin önüne koyarken; başka bir kültür pekâlâ adaleti intikamın önüne koyabilir. Asalet, kudret, ihtişam, onur, gurur, gösteriş, zafer ve öç almak Roma ahlakının; miskinlik, zayıflık, sadelik, tevazu, uzlet, çilecilik ve acı çekmek ise Hıristiyan ahlakının değerleridir.
Aynı şey Nietzsche’nin Apolloncu ve Dionysosçu dünya tasarımlarında da kendini gösterir. Nietzsche’de Apollon biçimin, uyumun ve kontrolün; Dionysos ise taşkın ve coşkun duyguların, tutkunun simgelendiği kavramlardır. Nietzsche’ye göre bu iki öğe, tabiatın yaratış/yıkış süreçlerini devindirir. Nietzsche, yeniden ele alıp yorumladığı bu iki kavramla estetik ve sanat anlayışını ortaya koyar.
Mantığın dışı zamanla kendi rasyonellikleri ve gerekçelerini de üretebilir. Hatta bu yüzden bazen sonuç sebeple karıştırılarak kendi öznel çağrışımlarını oluşturmaya başlar. Mesela katı ve sert dendiğinde taş, ağaç dendiğinde de yeşilin anımsanması gibi burada da sonuç zamanla neden olarak kavranmaya başlar.
Renkler ve yönler bile öyledir. Sağ ve sol, ak ve kara; onlar da zamanla değerler sıralamasındaki yerlerini alır. Bu yüzden iyi, doğru, güzel şeklinde ahlak, bilgi ve estetiğin alanına giren her şey zamanla kendi değerler seti ve çağrışımlarını oluşturur.
Değerler de öyledir. Onlar da psişenin sorumsuz ürünleri değil, kökleri tarih öncesi zamanlara kadar giden insanlığın büyük birer parçası, tarihsel ürünleridir. Bu nedenle insanlığın ortak hafızasında kayda giren hiçbir imge saf bir mantık ünitesi olarak değil, çok yönlü bir anlam demeti olarak kayda girer.
Bir imgeyi sadece mantığın öğrenilmiş sınırlarına havale etmek, onu çarpıtmaktan da öte yok etmek kadar fena bir anlama gelir. Bir ulusun tarihindeki mitler ve masallar da öyledir ve kendi bağlamında anlamlıdır. Ve bunlardan her biri hakiki bir gerçekliğin tarihsel bir dışavurumundan ibaret anlatılar olarak bir ulusun varlık ve zamanla kurduğu ilişkilerin şifrelerini verir bize.
Zamanın Fenomonolojisi
Mutlak zamanı sadece Tanrı yaşar. Onun dışında her şey içinde bulunduğu zamanın izlerini taşır. Mitler ve efsaneler de öyledir. Onlar da zamana ait izlerin belgeleridir. Orada yaşanmış gerçek bir olayın imgesi ve bu imgenin çevreyle kurduğu ilişkinin tarihi, yorumu ve zaman içindeki seyirleri vardır.
İmgeler ve onun zaman ve mekânı aşmak için kullandığı semboller de sabit özler değil, sürekli değişen canlı organizmalardır. O yüzden de bunların da bir tarihi, tarih içinde sürekli yap-bozlarla değişen dinamik bir seyri vardır. Orada da Jung’un “arketip” dediği ilk örneklerle insan ve varlığa nakşedilen izlerin bütün işaretleri görülebilir.
Fakat ilk örnek de saf değildir. O da bitevî olarak değişir.
İslam öncesindeki bir kahramanın İslami devirle birlikte Hz. Ali donunda yeni bir efsaneye dönüşmesi böyledir. Bir hayvan veya kuş donuna giren Horasan erenleri de böyledir. Orada da tarihsel mitlerin yeni bir medeniyet ve din değiştirme durumunda aldığı farklı şekillerin örnekleri görülür. Hacı Bektaş Veli için Abdal Musa’nın söylediği şu Bektaşi Nefesi bunun en güzel örneklerinden birini verir.
“Ali oldum, Âdem oldum bahane
Güvercin donunda geldim bahane”
Malum, Hünkâr Hacı Bektaş Vilâyet-Nâme’ye göre Anadolu’ya güvercin donunda girmiştir. Bir anda Müslüman bir veli, en eski zamanlardan kalma bir Şaman gibi kuş olup uçar ve üçler, kırklar, yediler meclisine katılır, Hızır’la hemdem olur.
Bir de şuna bakın.
“Hazreti Şah’ın âvâzı
Turna derler bir kuştadır
Asası Nil deryasında
Hırkası bir dervişdedir”
Bu mısralarda da arketip Hz. Ali’nin avazı olup Turna kuşunda dirilir. Pir Sultan Abdal işi burada da bırakmaz ve sözü bu sefer Hz. Ali’nin efsanevî atı Düldül’e getirir. Ve Düldül bir anda bütün bir inanç, kahramanlık ve direncin sembolü olur; çok ötelerde bir yerlerde zalimin karşısında zaman dışı bir sembol olarak savaşmaya devam eder.
“Yemen’den öte bir yerde
Düldül hâlâ savaştadır”
Pir Sultan’da böyledir de Köroğlu’nda farklı mıdır? Orada da gelenek zaman ve mekânla ilişkili fenomenal bir figürü bir anda zaman ve mekânın ötesine taşıyarak yaşayan, canlı ebedi bir sembol hâlinde kültürün öz malı hâline getirir.
“Bir gün Köroğlu bir yerde avlanırken iki güvercin vurur, bir pınarda bunları temizlerken güvercinler canlanıp uçarlar. Ve o pınar kırk parçaya ayrılıp su kırk yerden çıkmaya başlar. Köroğlu dönünce vakayı babasına anlatır. Babası o pınarın abıhayat olduğunu anlar. Fakat sudan yalnız kır at içmiştir ve kırk parça olduktan sonra eski vasfını kaybetmiştir. İşte bunun içindir ki Köroğlu’nun atı elân sağdır derler ve ondan her sene bir defa satılırmış.”[2]
Dikkat edilirse burada da “kır at” ölmemiş, diridir. Ne demişti Yunus: “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”! Bu yüzden sembollerin dili bildiğimiz dilden farklı bir yerde, çok daha farklı bir işlevle hükmünü icra eder.
Ya İstencin Özgürlüğü
Mantığın dışı böyleyse ya Kant’ın en temel belirleyicilerden biri olarak gördüğü “nedenselliklerin” yanındaki “özgür irade” denilen şey nereye konulabilir? Nedeni kendi olan verili bir şey midir istenç, yoksa o da ne olduğunu açık-seçik bilemediğimiz sayısız içsel döngülerden biri midir?
Burada bile dilin zorlamasıyla canlı kavramlar sabit, ölü mumyalara çevrilerek bir çıkış yolu bulunmaya çalışılır. Karşımıza burada da sabit bir özün dille kurulan mekanik ilişkileri çıkıyor. Görüldüğü gibi özgür istenç dediğimiz şey de “verili” ve “sabit” bir şey değil, bir türlü künhüne varamadığımız ve ancak “cüz’i” bir enerji olarak varlığını duyuran bir tercih eğilimidir.
O da tıpkı diğer eğilimler gibi tarihsellik ve içinde yaşadığı anın bütün değişkenleriyle ilişkili, bağlamlı bir değişken. Şayet böyle değil de verili ve sabit bir öz olsaydı, o zaman sorumluluk da olmaz ve her şey Tanrı’ya yüklenirdi. Şu halde dille inşa edilen bütün alanlar gibi burası da nihai hükmün asla verilemeyeceği bilinmezliklerle dolu mayınlı bir tarladır.
Son Söz
Sözün hepsi hakikat dışılığın izlerini taşır üzerinde. Her söz hem bir açıklama hem de bir tür sütre, perdelemedir. Dilin yapısı gereği böyledir bu. O yüzden tekrar başa dönüyor ve “tüm insan yaşamı hakikat dışılığı derinliklerine batmıştır” diyoruz.
Toplumsal olaylarla ilgili sözler de öyledir. Orada da hiçbir söz hakikati veremez. Mutlak hakikat bileşenlerine ayrılmamış halde bir ve tektir. Cüzlere ayrılmış olan ise bütünden izler taşısa da bütünü içermez; küsurlu ve parça parçadır. Parça parça ve daima ayrılığın hüznünü taşıyan bir ritmi vardır hakikatin.
Hakikat arayışı da böyledir. O yüzden hakikat yolcuları mutlak olanın değil, bağlı olduğu bağlamla ilişkili tarihsel ve sosyolojik olanın dinamik içeriğini, onun insan eli değmiş kültürel yanını veri alır, onunla uzlaşmanın yollarını ararlar.
Bunun tersi bir tutum, bir tür Tanrı’yla da rekabet anlamına gelen radikal, totaliter ve tutucu rejimlerin “mutlaklık” iddiasındaki antidemokratik yoludur.
__
[1] Eliade, M. (2020), İmgeler ve Simgeler, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Doğubatı Yayınları, Ankara, s. 43.
[2] Borotav, P.N. (1984), Köroğlu Destanı, Adam Yayıncılık, İstanbul, s. 42.