Mao’dan Şi’ye Filistin Davasında Çin’in Rolü

Çinliler, yeni hasımları ABD’nin müttefikindense Filistinlilere sempati duymaktan kendilerini alamıyorlar. Yahudilerin Gazze’de yaptıklarını Japonların İkinci Dünya Savaşı zamanında kendilerine yaptıklarıyla ne kadar benzediğini görüp mazlumla özdeşlik kuruyorlar ve bu özdeşim sosyal medyaya tahmin edileceğinden daha fazla yansıyor.

çin filistin mao şi

1949’da Doğu Türkistan işgalini tamamladıktan sonra Çin devrimini kemale erdiren Mao, o yıllarda kurulan İsrail’e karşı Filistinlilerin yanında yer aldı. Fiilî yardım ve desteklerle somutlaşan bu tercih, 1964’te sahaya çıkar çıkmaz FKÖ’yü tanımak, 1988’de ise Filistin devletini -Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı dışında- tanıyan ilk ülke olmak şeklinde tezahür etti.

 

1959-69 arasında FKÖ’ye tam destek, 1969-79 arasında uluslararası platformlarda Filistin davasının savunulması suretiyle kademeli biçimde azalarak da olsa devamlılık arz etti. BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyesi olarak Çin’in diplomatik desteği Filistin tarafı için çok kıymetliydi. İnsanî yardım ve fon aktarımları da FKÖ için son derece yarayışlıydı. Gelgelelim 1979-89 arasında Pekin Filistin’in yanında yer alma tutumunu ve İsrail tenkitlerini ciddi biçimde en aza indirgemeye yöneldi. Eski dost, artık İsrail’in “bağımsızlık ve var olma hakkını” tanıyor, sorunları iki tarafın müzakereler yoluyla çözme yoluna gitmesi gerektiğini savunuyordu.

 

Komünizmden kapitalizme tedricî geçişe paralel biçimde Filistin meselesi etrafındaki söylemini Çin bir hayli yumuşatarak, bambaşka bir tona büründürdü. 90’lı yıllarda Filistin’i askıya alarak İsrail’le ticarete ağırlık verdi; 2000’li yıllarda ise genel olarak Ortadoğu’nun ihtilaflı meselelerinden uzak durmayı daha akıllıca buldu. Hakkını yememek lazım, en azından ABD gibi ortalığı fütursuzca kargaşaya sürükleyen kovboyluklardan da uzak durmak manasına geliyordu bu. Ticaret ve diplomasiyle, “kazan-kazan” prensibiyle mütenasip biçimde, kimseciklerle karşı karşıya gelmeden, istikrarlı ve güven verici bir üslubu kendisiyle özdeşleştirmesini bildi.

 

2022 sonunda ise yepyeni bir üslupla yüzünü Ortadoğu’ya döndü. Bu teveccüh Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Suudi Arabistan ziyaretiyle ivmelendi ve mucizevi sayılabilecek bir süratte ve mahiyette İran-Suud uzlaşması sağlandı. Bir çırpıda diplomasi hanesine kazanılmış büyük bir puandı bu. Ticaret, Kuşak-Yol, yapay zekâ her şeye kadir görünüyordu, Filistin-İsrail uzlaşması bile imkânsız olmayabilirdi artık. 

 

2022 Aralık’ında Suudi Arabistan ziyaretinde ilk defa Çin-Arap Zirvesi tertiplendi ve Şi orada FKÖ lideri Abbas ile bir araya geldi. Orada Abbas’a “Filistin sorununa erken, adil ve kalıcı çözüm bulunmasına yönelik çabalara destek sözü” verdi. Akabinde Ortadoğu Özel Temsilcisi Cai Cün 2023 Nisan’ında Filistin ve İsrail taraflarıyla temas kurarken Dışişleri Bakanı Çin Gang da İsrailli ve Filistinli mevkidaşlarıyla telefon görüşmeleri yaparak barış müzakerelerine dönmeleri davetinde bulunup gereken kolaylıkları sağlamaya hazır olduklarını bildirdi. Haziran’a gelindiğinde Mahmud Abbas da Pekin’i ziyaret edip Şi ile görüşünce liderler “stratejik ortaklık”tan ve uluslararası barış konferansından söz eder oldular. 

 

Şi’nin bizzat dile getirdiği uzlaşma önerisindeki üç madde şu şekildeydi: 1967 sınırları temelinde, Doğu Kudüs başkentli, bağımsız Filistin devletinin kurulması; uluslararası toplumun Filistin’e ekonomik ve sosyal yardımlarını artırması; Kudüs’teki kutsal mekânların statüsüne saygı gösterilmesi, provokasyonlardan sakınılması… Doğrusu bu maddeler ekseninde bir uzlaşmaya İsrail’i ikna edebileceklerini sanmaları Çinlilerde kabaran özgüvenle veya aşırı iyimserlikle ilgili olabilirdi.

 

7 Ekim Sonrası

 

Derken 7 Ekim’e gelindi. Paramotorlu, motosikletli yüzlerce Filistinli militan herkesin önüne başka bir plan ve öneri koydu. Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bu dönemeçte Çin’in Filistin-İsrail uzlaşısı fantezisi de Ortadoğu politikası da elbette ki rafa kalktı. Bundan sonra ne yapacakları ise kendileri için bile belirsiz bir hâle gelmiş durumda.

 

Şu var ki nahoş bir sürpriz gibi görünse de 7 Ekim’in Pekin için esasında hoşnutluk verici bir gelişme olduğu kısa zamanda anlaşıldı, çünkü ABD’nin ilgisini Ortadoğu’ya çevirmesi, Hint-Pasifik hattındaki stratejik itiş kakışı ertelemek zorunda kalması, Çin’in arayıp da bulamayacağı bir ferahlama vesilesiydi. Ukrayna’da zorlu bir parkuru geçmekte olan ABD’nin işi artık iyice başından aşkındı, Çin’le ciddi bir kapışma hesaplıyorduysa bile bunu bir kez daha tehir etmek zorundaydı. 

 

Beri yandan İsrail’in hamisi sıfatıyla imajı o derece harap oluyordu ki ABD’nin küresel bir güç olarak tartışmalı meşruiyetinin bile bu süratte aşınması da gayet müspet bir gelişmeydi. Filistin’de yaşanan insanlık dışı katliamları gören birinin Çin’in Doğu Türkistan’da yapıp ettiklerini hatırına getirmesi pek olası değildi. İsrail’in dizginsiz şiddeti uzun bir süre Uygurları gündemin dışında tutmayı başaracak ölçekteydi. Nitekim 30 Ekim’de Çin’in Paris Büyükelçiliği Doğu Türkistan’daki mamur binaların fotoğrafının yanına Gazze’nin virane mahallelerinin fotoğrafını koyarak tweet’lemek suretiyle kendilerinin ne kadar az zalim olduklarını anlatmanın kolay bir yolunu buldukları için keyifliydiler.

 

Öte yandan Çinliler, yeni hasımları ABD’nin müttefikindense Filistinlilere sempati duymaktan kendilerini alamıyorlar. Yahudilerin Gazze’de yaptıklarını Japonların İkinci Dünya Savaşı zamanında kendilerine yaptıklarıyla ne kadar benzediğini görüp mazlumla özdeşlik kuruyorlar ve bu özdeşim sosyal medyaya tahmin edileceğinden daha fazla yansıyor.

 

Bu verilerin üstüne emekli bir generalin 14 Ekim’deki makalesinde İsrail’i “bölgedeki Amerikan çıkarlarını gerçekleştirmek için Ortadoğu’ya yerleştirilmiş bir piyon” olarak nitelemesi sadece hissiyatın değil fikriyatın da İsrail aleyhtarı bir ivme kazandığını gösteriyordu. Üstüne bir de Pekin’deki İsrail Büyükelçiliği’ndeki bir diplomatın aile üyesinin bıçaklanması, Çin cenahındaki “antisemitik” potansiyelin bir dışavurumu sayılabilirdi.

 

Gel gör ki Ortadoğu demek petrol demek, Kuşak-Yol için güzergâh demek; Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi tedarikçilerini ve refakatçilerini gücendirecek olursa Çin bunun çok pahalıya patlayacağını biliyor. Hele hele ABD’nin kendisini bölgede bypass etmek üzere Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Koridoru (IMEC) devreye sokulmuşken Çin’in hata lüksü yok. Bu kadar Filistin yanlısı gözükmek yeter de artar bile; filvaki bu iki Arap partneri ABD’nin tarafına büsbütün itmek telafi edilemez sonuçlar doğuracaktır.

 

Bu kadarına belki göz yumabilir partnerleri; alışılageldik biçimde ateşli beyanları hazmedebilirler, fiiliyata dökülmediği müddetçe. Dolayısıyla Çin hakiki manada İsrail’i veya ABD’yi karşısına alacak girişimlerden kesinkes uzak duracak ama bir büyük oyuncu edasıyla konuşmayı sürdürecektir. Velev ki Ortadoğu’da hâlâ küçük bir oyuncu olduğu gerçeği devam ediyor olsun.

 

21 Kasım’da Gazze gündemiyle video konferans yoluyla acilen toplanan BRICS Zirvesi’nde Şi Cinping’in söylemi her halükârda not edilmesi gereken bir sağlamlıktaydı: “Filistin meselesi çözülmeden Ortadoğu’da sürdürülebilir barış ve güvenlik olmayacaktır.” Bunun yanında Çinli diplomatların şu söylemlerini de kaydetmek lazım: “İslam dünyasının Filistin sorununda dayanışmayı güçlendirmesini ve tek ses olmasını destekliyoruz.” 

 

Evet, Çin bir şey deniyor. Krize bu nitelikte müdahil olmanın İslam âleminde ve ezilen Güney’de güçlü bir karşılık bulacağını hesap ediyor. Şu “küresel fetret devrinde” bu kurgunun ne kadar tutacağını anlamak için çok beklememiz gerekmeyecek. Önümüzdeki aylarda Arap dışişleri bakanlarından kaç tanesinin Pekin’e doğru uçtuğuna bakarak gidişatı anlayabileceğiz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.