Mavi Yolculuk
Bu toprakları mesken edinen halk, büyük imparatorluklar kurmuş bir geçmişe sahip. En eski zamanlardan bugüne temel hedefi dirlik ve düzenlik olmuş, bunu her şeyin önüne koymuş. Bugün de bunun yolunu arıyor, ayrılık ve kavganın değil. Demokrasi tam da bunun için önem kazanıyor.
- ABDULKADİR İLGEN
- 9 Eylül 2022

Bu yaz da geçti. Ne olduğunu anlamadan geçiyor günler. O yüzden biraz da dinlenirim ümidiyle Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk kitabını aldım elime. Belki biraz serinler, gündemin ağır baskısından çıkarım diye ümit ettim.
Bir şeye kadın eli değince iş değişiyor. Bu sadece eşyaya değil, yazıya değince de öyle. Azra Erhat’ta bu daha da belirgin. Tabii kendisi meslekten bir sosyal bilimci, halkiyatçı, filolog, arkeolog ve çevirmen. “Kör değneğiyle toprak kazılmaz, kazılsa da toprağın bağışladıklarına ad konamaz” diyor. Kaç sosyal bilimci kurabilir bu cümleyi!
Benim asıl ilgimi çeken cümle şu oldu: “O yöreleri iyice anlamak için söylencelerine kulak vermek gerek”.
“Halkın çağlar boyunca türettiği bu veriler daha da anlamlıdır çünkü çok boyutludur, zaman ve mekânda daha bir birikimi yansıtır. Bir olguyu tek kişinin yanılgıya açık bireysel algısına bırakmaz söylence, tarih süreci içinde bütün bir toplumun görgü tanıklığını yapar. Taşlaşmış, kalıplaşmış da değildir, çeşitli varyantlarıyla çağlar, dönemler boyunca görüş ve yorum değişikliklerine yer verir.”
Bilim dilinin kültürel olandan yalıtılmış steril dünyasının zıddını veriyor bu cümleler. Yönlendirilmiş ve örgütlü aklın artık birer endüstri halini almış o bildik kalıplarını değil de serbest çağrışımlı ve imgeci olanın yol ve duraklarını gösteriyor.
Bilim dilinin analitik yöntemiyle yapılmak istenen Goethe’nin Faust’unu bir Gotik katedrali mineral yapısı bakımından anlamaya çalışmak gibi bir şey. İkincisinde ise varlıkla çok daha farklı bir açıdan temas ediliyor. Fakat burada bile gerçek yekpare değil, parçalı ve sisler arasından gösteriyor kendini.
Güliver’in Ülkesinde
Toplum, ekonomi, politika ve ne bileyim işte modernlik ve geleneğin dünyası diye söze başladığımızda bir yığın soyut ve steril kavram canlanır gözümüzde. Canlanır canlanmasına da orada tam olarak gündelik hayatın gerçek kişileri değil, harita üzerinde yeşil, mavi veya kahverengi çizgilerle boyanmış vadi ve nehirler, yüksek dağlar gibi soyut renkler görünür. Fakat asıl gerçek, yalın haliyle çok daha başka bir şeydir.
Gerçek; ilişkide, bütündedir. Bazen ona yaklaştığımızı sanır ve ona yakından bakarız. O zaman da ormanı kaybederiz, görünmez olur her şey ve detaylarda boğulur kalırız. İlkinde Güliver’in cüceleri gibi, ikincisinde ise devleri gibi olur ve nispetleri kaybederiz. Yaklaşımın kendisi gibi nispet de bir dolayımdır ve dolayım sonuç yaratır.
Dahası vardır, persona gibi ruh da tamamen olmasa bile, ilişkinin bir işlevi, dolayımıdır. O yüzden ilişkiye girdiği sonsuz kadar dolayımın renkleriyle boyanır, onun şeklini alır. Bu dolayım sadece bilincin erişimine giren maddi ve manevi unsurlarla sınırlı değildir. Bir de “mitolojik imgelerin bilinçdışı dünyası” girer devreye. Ruh ve persona bu iki alan arasındaki karşılıklı etki arasında şekillenir. Söylence de öyledir. O da bir dünya gizemi barındırır bağrında.
İnsan psişesinin tarihsel arka planı olan bilinçdışı dünya, toplumsal hafızanın bütün bir kayıt dışı dökümünü barındırır. Bu alan daha ziyade olgunun bizatihi kendisi değil de daha çok söylencenin nesilden nesle aktarılan mitolojik motif ve imgelerinde gizler kendini. Vakıa, bu alanın biriktirdiği olgunun kendisi değildir pek tabii ki, bunlar olsa olsa kolektif belleğe imge ve simge olarak kazınan etki kalıntılarıdır, bir tür arkeolojik malzeme.
Bütün bunların yanında bir de bilincin şu veya bu şekilde inşa ettiği nesnel dünya vardır. Dille oluşturulan, onun tezgâhından geçen bir dünya. Bu da varlığın bizatihi kendisi değildir. O da önce büyü ve mitoloji, Aydınlanma sonrası ise bilim tarafından kurgulanan sentetik bir dünyadır. Fakat öyle bile olsa bu da bir gerçekliktir, kendinde varlık kadar gerçek ve sahici bir gerçeklik. Bir de bizatihi olgunun kendisi olan ve hiçbir zaman tam olarak bilinmeyecek bir alan olarak kendinde varlık vardır.
Siyasetin Büyüsü
Vakıa, söylence böyledir de hayatın kendisi farklı mıdır? O da yarı söylence yarı gerçek arasında şekillenir. Siyaset de öyle, o da yarı gerçek yarı söylence arasında yolunu arayan bir eylem. Bazıları burada da benzer bir yanılgıya düşerek onu sırf rasyonel olanın mekanik dünyasında arama yanlışına kapılıyor. Oysa o da tıpkı eski Yunan mitolojisinde olduğu gibi efsane ve gerçek arasında yürüyen canlı bir masaldır.
Mesela mitolojideki Prometheus’u düşünelim. Çok muhtemeldir ki o, ateş yapmak için alet icat eden bir dâhiydi. Ve yine çok muhtemeldir ki halk onu tanrılar tanrısı Zeus’un tekelindeki bir kutsalı, ateşi çaldığı için Galileo’nun Vatikan karşısında düştüğü duruma düşürmüş, sonra da tanrılaştırmıştı.
Bir yanda statükonun yerleşik kuralları ve bunlara tapınan bir anlayış, diğer yanda da bu kurallarla savaşan ve onu alt eden bir başkasının savaşı mitolojide Tanrıların savaşı olarak söylenceye geçmiş ve bize kadar ulaşmıştır.
“Oğuz veya Zagreus ya da Zeus oğlu Bay Arlflkos, kalkanlarında altı ok işaretini taşıyan savaşçılarını Edirnekapı denilen, fakat Tartaros’un, yani Etna yanardağının kapısı olduğu muhakkak bulunan yerden, Sultanahmet ovasına yürüttü. İşte oradadır ki, kır atlarına binmiş olan düşman süvarilerine rasgeldi. Bu büyük savaş üzerine mitler çeşitli anlamlara gelebilir. Doğruluğu kesin olan bir şey varsa o da, Arifikos’un savaşçılarının taşıdıkları yuvarlak kırmızı kalkanlarındaki altı ok, o kahramanın babası Zeus’un yeryüzü devleriyle savaşırken o çağda Beyoğlu diye anılmış olması melhuz olan Etna yanardağında demirci tanrı Hephaistos (Vulkan) tarafından çırakları Kiklop’lara dövdürülen altmışaltı bin altı yüz altmışaltı oktan başlıca devlerin altısını yere seren ünlü altı oklar olsa gerektir. O korkunç mücadelede düşmanın demirden yapılmış kır atları, kahraman Arifikos’un yek başına olarak ağzından püskürttüğü alevlerle erimiş ve herhalde Zeus’un buyruğuyla Tartaros’a (cehenneme) akmış olacaktır. Çünkü Magnesia’lı ditiramboscu Apollon oğlu Muradlus’un eserlerinde bu savaşa değgin başka bir bildiriye rasgelmiyoruz.”[1]
Cevat Şakir’in o akıcı üslubuyla Antik Yunan’a taşıdığı Halkçılarla Demokratların kavgası, bir anda söylencenin dilinde mitolojik bir masala dönüşür. Bize tuhaf gibi gelen bu alegori, aslında yekpare gerçekliği, algının gerçekliğini verir bize. O zaman olsaydı bu mücadele dilden dile anlatılarak bize ancak bu şekilde ulaşacaktı.
Günümüzde de bütün söylemler semboller üzerinden üretiliyor. Kavga onun üzerine kuruluyor. İşin esasını kaçıran bazı safdiller, bu irrasyonel söylem ve muhataplarını kendi yapma akıllarına sığıştıramadıkları için hedef kitleyi aptallıkla suçluyorlar. Oysa bilmiyorlar ki rasyonellik denilen şey gerçekliğin bizatihi kendisi değil, pratik aklın gerçeklik içinden yontarak elde ettiği parantez içindeki steril bir hali, onun dile getirilmiş bir enstantanesi.
Ya dile getirilemeyenler! Dile getirilemeyenler imge ve sembollerle kitleye aktarılır, o yüzden de soyut söylem personanın sadece gelişmiş bir tarafına, aklın belli kalıplarına hitap ederken; halkın gündelik yaşantısında kullandığı söylencenin grameriyle yapılan bir söylem hayatın kendisi olarak personanın tanımlı ve tanımsız bütün yönlerine hitap ediyor.
Kıldan İnce Kılıçtan Keskin
Halikarnas Balıkçısı bir yerde “Anadolu halkı yüzyıllar süresince hiç akıl ve mantığa uymayan nice felaketlere uğradığı için, felaketlere akıl ve mantık dışında nedenler arayıp bulmak zorunda kalmıştır” der. Sadece Anadolu halkı mı? Pek tabii ki değil, bu her yerde böyledir.
Yüzyıllar, hatta bin yıllar içinde tarihin seyri kaç kere değişmiş, değişmez sanılan şeyler bir anda başka bir devre ait birer kalıntı, yavru bir serçe bir anda göklerde süzülen bir kartal haline gelmiştir.
Değerler de öyledir. Onlar da kültürden kültüre değişir, anlam kazanırlar. Bunun en saf halini Roma’nın karşısına dikilen Hıristiyan ahlakında görürüz. Bir anda bütün değerler seti tepetaklak olur. İsim verme hakkı efendiden alınarak köleye verilir. Değerler ve iyi-kötü üzerindeki hükümranlık hakkı yer değiştirir. Aslında bu da bir tür iktidar değişimidir. Şu, şudur ya da şu değildir deme hakkının devri.
“…Zavallılardır yalnızca iyi olan’lar, yoksul, güçsüz, aşağı olanlardır yalnızca iyi olan’lar, acı çekenler, yoksunluk içindekiler, hastalar, çirkinlerdir tek imanlılar, tek cennetlikler, sadece onlar kavuşurlar rahmete, -oysa sizler, siz asiller ve kudretliler, sizler sonsuza dek kötü, zalim, şehvetli, açgözlü, tanrısız olanlarsınız, sonsuza dek de, hayır görmeyenler, lanetlenenler ve kahrolanlar olacaksınız…”.[2]
Bir de istem dışı yolun dışında sayılma ve mahkûm edilme vardır. Bu tür durumlarda ‘insan bir anda yolun bir yönündekini seçince havari ve melek, diğer yönünü seçince de iblis ve şeytan olur. Öyle bir durum ki, iki yoldan birisini seçmek durumunda kalan insan kritik bir anda bir karıncanın dürtüşü ya da yolun üzerinde tesadüfen bir çöp parçasının bulunmasıyla havari olacakken adi bir iblis olup’ bir kenara atılıverir.
Bütün bunların dışında bir de doğrudan doğruya iktidara ve hükmetmeye ilişkin olanlar, daha açık deyimiyle siyasal olanlar vardır. Yakın tarihi, İttihatçı-İnkılapçı mücadelesini, o büyük tasfiyeyi düşünün; Kemal Tahir’in Kurt Kanunu’nda görülen manzaraları. Bir devrin kahraman ve muktedirlerini, bir anda ya bir polis namlusunun ucunda veya idam sehpasında can verirken görürsünüz.
Kahraman ve hainin her an yer değiştirebildiği durumlardır bunlar. Ziya Nur Aksun, 27 Mayıs’ın 14’lüklerinden Dündar Taşer’den bir anekdot nakleder. Kendisi İsviçre Büyükelçiliği emrinde yurt dışında, sürgündedir. O sırada Bern elçimiz de Ali Kemal’in oğlu Zeki Kuneralp’tir.
“Büyükelçi bir gün kendisine ‘Babamın hain olduğu kanısında mısınız?’ diye sormuş. Merhum da ‘Hayır’ diyerek, ‘Bizde ihanet, siyasî bir iftira ve suçlama olarak kullanılmakta. Ben de resmen hâin sayılanlardan biriyim. 27 Mayıs’ta vatan kurtarıcı sayılıyordum. 13 Kasım’dan sonra hâin oldum. Ben kendimin ne olduğunu biliyorum. Onun için siyasetteki hâin suçlamasına fazla kıymet vermiyorum. Hıyanetin kolay bir şey olmadığına inanırım’ şeklinde görüş bildirmiştir.”[3]
Düşünün ki 6 Kasım 1922’de İzmit’te mahkeme kararı beklenmeden Sakallı Nurettin Paşa’nın emriyle linç edilen Ali Kemal’in oğluna devlet kapılarını açmış ve onu büyükelçi yapmıştır. Bunun arkasındaki isim de söz konusu linçten hiç de memnun olmayan ve bu büyük yeteneği devlete kazandıran İsmet Paşa’dır. Yedi dil bilen ve daha sonra Bükreş, Prag, Paris, Bern, Londra ve Madrid büyükelçilikleri yapan bu vatan evladı, NATO’da Türkiye’nin daimî temsilciliği görevlerini yürütür.
İmdi, bugün de bütün bunlar düşünülmeden illet ve zillet kavramları ulu orta kullanılıyor. Oysa bu toprakları mesken edinen halk, büyük imparatorluklar kurmuş bir geçmişe sahip. En eski zamanlardan bugüne temel hedefi dirlik ve düzenlik olmuş, bunu her şeyin önüne koymuş. Bugün de bunun yolunu arıyor, ayrılık ve kavganın değil.
Demokrasi tam da bunun için önem kazanıyor.
Mavi Kuş’u kanatlandırmak için.
__
[1] Halikarnas Balıkçısı, (1983), Anadolu Efsaneleri, (haz.) Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınevi, İstanbul, s. 13.
[2] Nietzsche, F. (2020), Ahlakın Soykütüğü, (çev.), Zeynep Alagonya, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s. 26.
[3] Aksun, Z. N. (2010), Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 122.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

ABDULKADİR İLGEN
