Merkel’den Sonra Avrupa Birliği
Almanya’nın öncülük ettiği, koşulların ancak olağanüstü önlemlerle çözülebilecek raddede kötüleşmesini bekleyerek tedbir alma stratejisi Avrupa Birliği’ni bir arada tutuyor. Ama, aynı zamanda, bu strateji AB bloğunun önemli konularda net bir tutum almaktan kaçmasını da mümkün kılıyor. Almanya Şansölyesi olarak Angela Merkel’in yerini kim alırsa alsın, AB liderleri gerçek kararlar almaya başlamak durumunda kalacak.
Avrupa projesinin fay hatlarında daima kırılmalar olmuştur ama bu faylar nadiren depremlere yol açtı. Bu önemli ölçüde, Avrupa Birliği’ne üye devletler arasındaki anlaşmazlıklarda arabulucu olma hünerini kanıtlayan Almanya sayesinde, özellikle de Angela Merkel’in 16 yıllık görev süresinde, mümkün oldu. Eylül ayında Merkel’in görev döneminin sona ermesiyle AB’nin bir sarsıntı- ya da daha kötüsünü- yaşaması kaçınılmaz mı?
Avrupa özellikle ortak pazarı güçlendirmeye ağırlık verdiğinde, faylardaki kırıklar başta ekonomiden kaynaklanıyordu. 2009’da başlayan Euro krizi süresince, ekonomideki kırılmalar derinleşti, Euro bölgesinin “tutumlu” kuzey ülkelerinin çoğu kendilerini, sözüm ona “müsrif” güney komşularından ayrı bir yerde, araları açılmış buldular.
AB üyeleri COVID-19 salgınına kadar Avrupa mali transfer sistemine benzer herhangi bir şey üzerinde anlaşmaya varamadı (bu Merkel’in yanı sıra biraz da pandemi sayesinde mümkün oldu). Ancak ortak kurtarma fonu olan Next Generation EU’nun (Gelecek Nesil AB) dâhi kapsamı dardı. Bu nedenle program çerçevesindeki ulusal harcama planları da bu anlaşmazlıkların dışında kalmadı.
Bunlara ek olarak, Avrupa ekonomisindeki kırıklar AB’nin geniş tabanlı entegrasyona doğru değişimine eşlik eden siyasi ayrılıkların artmasıyla daha da açılmaya başladı. Üye devletler arasında siyasi anlaşmazlıklar eksik olmuyorsa da (göç dikkate değer bir örnek) ayrılıkların en göze çarpanı öncelikle Avrupa Birliği Anlaşması’nın 2. maddesi ve ayrıca AB dış politikasıyla ilgili.
Avrupa Birliği Anlaşması’nın 2. maddesi AB’nin kurucu ilkelerini düzenler: “İnsan onuruna saygı, özgürlük, demokrasi, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı.” Ancak bu maddenin yorumu önemli bir anlaşmazlık kaynağı. Bu uyuşmazlığın merkezinde de Polonya ve Macaristan yer alıyor.
Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, 2010’da parlamento seçimde oyların büyük bir çoğunluğunu alarak seçimden zaferle çıktığından bu yana temel hakları yavaş yavaş ortadan kaldırarak ve yürütme yetkisini büyük ölçüde genişleterek hukukun üstünlüğü ilkesine karşı taarruza geçti. Polonya’nın iktidardaki dar görüşlü partisi PiS (Hukuk ve Adalet Partisi) de 2015 yılında iktidara gelmesinin ardından adalet sistemine yönelik saldırılarını yoğunlaştırarak aynı yola girdi.
AB, pek tabii, bu saldırıların farkında olduğunu bildirdi. Avrupa Komisyonu Polonya konusunda işi 2017 Aralık ayında, eylemleriyle hukukun üstünlüğü, insan hakları ya da demokratik ilkelerine tehdit oluşturan üye devlet hükumetlerinin sorumluluklarına ilişkin bir mekanizma sağlayan 7. maddeye başvurmaya kadar götürdü. Bu mekanizma ilk kez işletilmiş oldu. 2018’in Eylül ayında Avrupa Parlamentosu da Macaristan’a karşı aynı süreci başlattı. Ancak AB Konseyi henüz her iki ülke hakkında da bir karara varmış değil, “konuya döneceğini” öne sürüyor.
Bu arada ihlaller sürdü. Avrupa Adalet Divanı 2019 yılı Haziran ayında Polonya Hükumeti’nin ülkenin Yüksek Mahkemesi’ne getirdiği ihtilaflı reformların yargıçların “azledilememe”si ilkesini zayıflatarak AB hukukunda ihlal oluşturduğuna hükmetti. Komisyon Polonya’ya bu hükme uyması ve aksi takdirde mali yaptırımlarla karşı karşıya kalacağı ihtarında bulunarak, 16 Ağustos’a kadar süre verdi.
Ancak Komisyon’un bu gibi ihlallere ilişkin sürecin sonunu getirmeye yönelik geçmiş performansları pek de tatmin edici değil. Nihayetinde, hukukun üstünlüğü meselelerinin bu iki ülkenin Next Generation AB fonlarındaki hisselerini almalarına engel olabileceğini söyledi. İki ülke hükumeti de COVID-19 krizini tutumlarını daha da sertleşmelerine mazeret olarak kullanıyor. Buna rağmen, AB Macaristan’a ilişkin kararını önceden ertelemişti ve Polonya için de aynısını yapması bekleniyor.
Komisyon Başkanı Ursula Von Der Leyen, Almanya seçimine çok az kalmışken sorun çıkarmaktan ziyade, Orban’ın Fidesz Partisi ve PiS’in bir sonraki seçim sürecinde kaybedeceği oylara umut bağlamış gibi görünüyor. Aman yanlış anlaşılmasın: Almanya 2. maddeyi savunma konusunda gerçekten harekete geçmeyi istemiş olsaydı, bu konuda adım atılmış olurdu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Almanya liberalizm aleyhtarı üyelerini kontrol altına almaya yönelik olmayan bir stratejisiyi etkin bir biçimde yönlendiriyor.
Avrupa’nın dış politika sicili de benzer biçimde heves kırıcı. Burada da Almanya, Birliğin dış politikasına yön vermeme yönündeki kabahatinin sorumluluğun küçük bir parçasını bile üstlenmiyor. Birlik, Türkiye ile anlaşmaktan tutun da – Almanya’nın Avrupa Konseyi başkanlığının son gününde imzalanan – Çin’le Kapsamlı Yatırım Anlaşması’na kadar bir çok şaibeli karar aldı.
Ve yine de, şimdilerde Almanya’nın normalde yaptığı gibi nüfuzunun keyfini sürmediği bir alan var: Rusya. Almanya burada ilişkilerin normalleşmesi konusunda zorlayarak net bir duruş sergiliyor. Merkel’in ABD Başkanı Joe Biden’ın yönetimiyle yakın tarihte, Rusya’nın doğalgazını doğrudan Almanya’ya taşıyacak Nord Stream 2 boru hattının tamamlanmasına izin veren anlaşma bunun simgesi.
Merkel ayrıca, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un desteği ile, AB’ye Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i bir zirveye davet etme çağrısında da bulundu. AB Konseyi ise Merkel’in çağrısını dikkate almak yerine, Rusya’ya karşı sert bir duruş belirleyen bir açıklamayı kısa bir süre önce onayladı. Bu açıklamanın ortaya çıkmasına sebep olan hararetli tartışmalarla geçen toplantı, üye ülkelerin Soğuk Savaş dönemi ayrımlarını neredeyse kusursuz bir biçimde yansıtan ve birliği iki bloğa ayıran önemli bir Avrupa fay hattını derinleştirdi.
Almanya’nın bu şekilde tekdiri olağandışı. Almanya genellikle liderlik eder ve Avrupalı partnerleri de genellikle peşinden giderdi. Merkel, partnerlerine ve muhaliflerine yol gösterme, onları hazırlama ve razı etme konusundaki etkileyici becerisiyle birçok kez AB’yi uçurumun kenarından çekti. Fayları kapatamamış olabilir ama bu fayların üzerinde nasıl iş yapılacağını kesinlikle biliyor.
Ancak Rusya anlaşmazlığının da gösterdiği gibi bu sürdürülebilir bir model değil. Artık Merkel emekli olduğuna göre AB bir dönüm noktasında – ki bu da sadece Alman seçmenlerin kontrolünde. AB bir numaralı iş bitiricisini kaybediyor ve yerine gelecek olan Almanya Şansölyesi’nin bu rolü üstlenmeye istekli olup olmayacağı belirsiz.
Almanya’nın öncülük ettiği koşulların ancak olağanüstü önlemlerle çözülebilecek raddede kötüleşmesini bekleyerek tedbir alma stratejisi Avrupa Birliği’ni bir arada tutuyor. Ama bu strateji aynı zamanda bloğun önemli konularda net bir tutum almaktan kaçmasını da mümkün kılıyor. Bu da genellikle kuralları ihlal edenlere ve otokratlara yarıyor. Merkel’in yerine kimin geleceğinin önemi yok. AB liderlerinin sağlam kararlar almaya başlaması gerekecek – Hem Birlik’in sınırları içinde hem de dışında güç gösterileri yapan diktatörler hakkında ne yapılacağından başlayarak.
Bu yazı The Project Syndicate sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.