Merkez Kavramının Kısa ve Yoğun Serencamı
Kapsayıcı ve kuşatıcı olan, arkasına iki büyük merkez tecrübesini almış yeni ve hibrid merkez potansiyeli heba edilmezse ve devletle merkez arasındaki esaslar sağlam bir norma bağlanabilirse aktörler değişse de merkezin karakterinin uzun süre yaşayabileceği bir hayattan bahsedebiliriz.
Merkez kavramı, Türk siyasi hayatında kavramın kendisinden de büyük bir şeye tekabül ediyor. Onun nezdinde tüm toplumsal refleksler çöken hayatı yeniden kurabilmeyi, tükenen siyasi, hukuki ve iktisadi imkânları yeniden kurtarmayı hedef alıyor. Bu anlamda siyasi merkezin bu memlekette doğrudan hayatı hedef alan bir tarafı var. Hayatın temel iki bileşeninden söz etmek mümkün: Ekmek ve güven, yani çağdaş politik terminolojiyle refah ve istikrar. Tabii bunlar özgürlükten ayrı düşünülemez. Özgürlük veya serbestiyet kimi zaman ekmek ve güveni yeniden yaratacak bir zeminin anahtarı kimi zamansa ekmek ve güvenden doğan huzurlu politik ortamın neticesi olabiliyor.
Bu üç parametre yani ekmek, güven ve özgürlük toplumun merkez arayışında çok temel birer işaret görevi üstleniyor. Bu parametreleri aktüel siyasete çeşitli programlarla taşıyabilen partiler, merkezin de bu topraklarda müstakbel sahibi olabiliyor.
Merkezin Hayatla İlişkisi
Merkezin bu anlamda hayatla ilişkisi, toplumun en geniş kamusal menfaat arayışının sonucu sayılabilir. Bunun yolu da bu topraklarda iktisadi, hukuki ve siyasi gücün yegâne kaynağı olan devleti ele geçirmekten geçer. Bu topraklarda asırlardır devletten daha güçlü bir siyasi, iktisadi ve hukuki aktör yok. Zira ortada devletten daha esaslı bir aktör yok. Hâl böyle olunca tüm zenginliklerin kaynağı da devlet oluyor. Madem sivil hayatta devleti iktisadi, hukuki ve siyasi olarak dengeleyecek çoklu aktörler yok; o zaman millet devleti iktidar aracılığıyla optimum bir dengeye kavuşturarak aramak mecburiyetinde kalıyor. Bu arayışın adıdır merkez, devleti en geniş kamusal mutabakata ve menfaate tahvil etmektir.
Devletin kontrolsüz imkânlarına ve aşkın gücüne kavuşmak ve onu merkezin vadettiği geniş kamusal mutabakatla öylece sürdürmek, gelenekten bu yana belirli sağlam verili normlara dayanmadığı için bir süre sonra esneklik ve kayganlıkla malul zemin çökmeye mahkûm kalıyor. Siyasi merkez adayı partiler önce merkez vaadiyle iktidara geliyor sonra zeminin muğlaklığından ve devletin aşkın gücünden hareketle merkezin kamusal menfaatini kendi zümre menfaatine, yani mahallesine çalıyor. Böyle olunca siyasi aktörle hayat ve merkez arası makas açılıyor nihayet marjinalleşerek iktidardan gidiyor. Aslında giden iktidar değil çalınmış hayatın ta kendisi oluyor. Millet çalınan hayatını iktidardan alır; kurtarılmış hayatı kuracak yeni aktörü aramaya koyulur. Bu döngü böylece merkezin karakterini ve aktörlerini her daim tüketse ve yeniden üretse de merkez arayışı baki kalıyor.
Millet dediğiniz şeyin bilinç dışı bir başka deyişle ekmek, güvenlik ve özgürlük arayışı bu acı ve hoyrat hatıralarla doludur. Bu bilinç dışı hatıralar ve tehditler zaman içinde, asırlardan süzülerek gelen rafine bir politik bilince dönüşmüştür. Ekmek dediğiniz şey ekonomi politikle, güven dediğiniz şey hukuk politikle ve özgürlük dediğiniz şey siyasi politikle karşımıza gelerek tüm bu hayat üçgenini kurar. Mamafih merkez, aktüelde bu üç bileşenin en geniş kamusal mutabakatı ve menfaatine dayanır. Tabii tablo son kertede, tüm bu bileşenleri bir araya getirecek psiko-politikle şekillenir.
Kurucu Aksiyoner ve Reaksiyoner Rövanşist Merkezler
Bugüne kadar iki önemli merkez tecrübesi yaşadık.
Birincisi, Kemalizm’in Meşrutiyetten siyasi bir sürekliliği miras alarak ve aynı zamanda ondan zihni bir kopuşla radikalleştirerek ürettiği; metodu tepeden inkılaplara dayanan ve olağan dışı siyasetle şekillenen; aktörü asker, bürokrat ve aydın, hedefi hayatı devlet eliyle kurtarmak olan; kriterleri avamı dışlayıcılıktan ziyade kısıtlayıcılıkla malul eğitim, liyakat ve görgüye bağlı olarak erişilebilen devletin siyasi, iktisadi ve hukuki imkânlarına dayanan kurucu aksiyoner merkez.
İkincisi, ilk işaretlerini Terakkiperver ve Serbest fırkalarla gördüğümüz, çok partili hayata geçişle genişliği, derinliği ve şiddeti artan, bugünlerde en radikal haline bürünmüş; metodu olağan siyasetle tabandan rıza yoluna dayanan, aktörü halk ve hedefi hayatı devlet eliyle kurtarmak olan; kriterleri eskiye tepkiden ibaret bir kuralsızlık, yayılma ve kayırmacılık ile malul reaksiyoner rövanşist merkez.
Bu tez ve anti tez sayabileceğimiz tecrübelerin salt birer kültür savaşı olmadığını, dini ve geleneksel sembollere indirgenerek konuşulamayacağını, zira her iki merkezi oluşturan aktörlerin, metotların ve kriterlerin tümüyle ayrı dünyalara ait olduğunu belirtmek gerekiyor. Meselenin günümüze kadar gelen gelenekçi-modern ya da çevre-merkez çatışması ile bilinen temel hattının esas özelliği; kurucu merkezin keyfi bir dışlayıcılıktan ziyade geçişken de olsa seçkinliğe dayalı bir kısıtlayıcılığa bağlı olmasıdır; reaksiyoner merkezinse bu kısıtlamaları aşacak kümülatif bir zemini, yeteneği ve imkânlarının olmayışı ile beraber ürettiği tepkinin eskiyi yıkması, yerine yeni bir şey koyamayışıdır.
Bu iki merkezin çöküşü ise ortak bir prensibe yani ekmek, güven ve özgürlüğün tükenişine, günümüz terminolojisiyle ekonomi politiğin, hukuk politiğin ve siyasi politiğin marjinalleşerek hayatın dışında kalmasına dayanıyor. Kurucu aksiyoner merkez devlet aracılı hayat üçgenini, merkezi sağlam bir zeminde taşımak adına kısıtlayıcılıkla malul halk tepkisiyle tüketmiş; reaksiyoner rövanşist merkezse önce kendisini eskinin imkânlarının istilasına bağlamakla ve onu kamuya açmakla, sonra amme menfaatini zümre menfaatine tevil etmekle ve nihayet istila edilen tüm kaynakların kendi zümresinde de tükenmesiyle tüketmiştir.
Bu iki ana merkez türünün de çöküş hikâyesinin daha olağan dışı ve uzun sürmesinden de bahsedilebilir. Zira ara siyasi dönemlerde yaşanan merkez sağ ve merkez sol tecrübelerine şahit olduğumuz partiler siyasi, hukuki ve ekonomik marjinalleşmeyi bir arada yaşıyor; böylece merkez ve hayat ellerinden kayıyor, nihayet iktidarları da tükeniyordu. Bilakis ana aksiyoner ve reaksiyoner merkez hattında ise bundan söz etmek mümkün değil.
Kurucu aksiyoner merkez bir süre sonra halkın ve hayatın siyasi, hukuki ve ekonomik olarak dışında kalmasına rağmen askeri vesayet aracılığıyla bu merkezi uzun süre gayrı tabii biçimde ayakta tutmayı başardı. Kendisi prensip olarak merkezi terk etmiş olsa bile merkez onu uzun süre terk edemedi. Bu durum reaksiyoner merkezin tepkiselliğini de olabildiğince harladı ve askeri vesayet sonrası büyük bir iktidar alanı doğdu.
Reaksiyoner rövanşist merkez ise bugün devlet imkânlarından gayrı tabii yollarla öylesine büyük bir hayat ağı kurmuş durumda ki, siyasi, ekonomik ve hukuki olarak marjinalleşmesine rağmen hâlâ bu menfaat ağı sayesinde merkezi elinde tutabiliyor. Kendisi prensip olarak merkezi çoktan terk etmiş olsa bile, merkez onu reel hayatta henüz terk etmiş denemez. Ancak bu gayrı tabii vaziyet, yeni bir gelecek potansiyel merkezi de bir o kadar tabii bir genişliğe ve derinliğe de yaslıyor.
Yeni ve Hibrid Bir Merkez
Ben bu yeni ve hibrid merkez imkânına kapsayıcı ve kuşatıcı merkez adını veriyorum. Bir tez ve anti tez diyalektiğinden türeyen bir sentezden söz edilebilir. Tecrübeleri, metotları, aktörleri, hedefleri ve kriterleriyle tam bir hibrid potansiyel taşıyor. Metodu rıza yoluyla tabandan üretilen; aktörü kutuplaşmaya dayalı tek taraflı bir cepheden değil bilakis Cumhuriyet tarihinin gördüğü en geniş kamusal mutabakatı ve menfaati temsil eden halk olan; kriterleri daha küresel bir eğitim ve görgüden gelen şeffaflık, denge denetim ve liyakate dayalı olarak halkla uzlaşık biçimde yeniden üretilme imkânına sahip; hedefi hayatı devlet eliyle değil de devleti sınırlandırarak ve fakat kurumlarını güçlendirerek kurtaracak olan bir merkez.
En önemlisi arkasına iki büyük merkez tecrübesini almış bir merkez. Bu potansiyel heba edilmezse ve devletle merkez arasındaki esaslar sağlam bir norma bağlanabilirse aktörler değişse de artık merkezin karakterinin uzun süre yaşayabileceği bir hayattan bahsedebiliriz.