Merkez, Merkez Dediğin
Aslolan, mevcuda teslim olmak değil, değişim yönünde bir irade ortaya koymaktır. Değişim demek, hayatla ilişkiyi yeniden düzenleyen yeni bir nedensellik dizgesi, yöntemi inşa etmektir. Burada da öncelik araçlarda, yani yöntemde düğümlenir.
Merkez dediğin, normalin kendisidir; normal, yani normun kendisi. Norm derken de normalin kendisi, kurucu kodlar kastedilir. Değer kodlarının anası sayılan kurucu kodlar, bir kültürün grameri, rasyonellik dizgesinin temelidir. Bunun ete kemiğe bürünmüş şekli de dil ve dilin gramerini; o da zihniyeti, gerçek inancı verir. Şimdi bunları açalım.
A. von Hayek bir yerde, medeniyetimizi kuran aklın kendisidir diyenlere; hayır demiştir, medeniyetimizi kuran davranışlarımızdır. Çünkü davranışlarımız üzerinde “akıl” da dâhil, sonsuz kadar müessir vardır. Hepsi o nehirde birleşir ve nihaî hasılayı verir. Gerçekten de öyledir. Aslolan akıl değil, davranışlardır.
Davranışların kurucu kodları da zihniyeti verir. Zihniyetin temelinde ise bütün bir kültür ve yaşanmışlık vardır. Arketiplerle semboller ve bunların halk deyişleri ve davranışlarına yansıyan şekilleri, zihniyetin şifrelerini verir. Gökalp “Halka Doğru” derken, tam olarak bunu kastetmiş, bunu aramıştır.
Bugün de başta merkez siyaset olmak üzere herkes “Halka Doğru” kavramının özünü arıyor. Daha doğrusu halkın dilini, gramerini. Fakat bu zannedildiği kadar kolay değil. Dündar Taşer’in “Bizim halkımız, kolay yalancı dolma yutan bir topluluk değildir, ölçüleri sağlam bir millettir” sözü, tam da burada karşımıza çıkıyor.
Bu söz hakikatin bir yönünü gösterse de eksiktir. Çünkü ölçülerin sağlamlığı bir yerden sonra gevşemeye, çözülmeye başlamıştır. Çözülme ya da çatallanma şeklindeki ikilem, bizim ilk modernleşme devirlerimizden itibaren başlamıştır.
Yaşanan, “normlarımızda” görülmeye başlayan norm yitimi ya da norm yarılmasıdır.
Norm Yitimi ya da Normun Yarılması
Resmî norm, öncesini kimsenin bilmediği müphem bir özün yerine ikame edilmek istenen yasal düzenlemeler, reform teşebbüsleri; devletin girdiği yeni çizgidir. Bizim ilk reform teşebbüslerimiz olan Lâle Devriyle Cumhuriyet ve AB reformlarına kadar bütün bir reform tarihi bu sürecin tarihidir.
Gayri resmî olan ise, neredeyse genetiğimize kadar işlemiş olan eski nizam, onun ürettikleri ve buna duyulan inançtır. Çatışma, burada; bu iki norm arasındaki gerilimdedir. Kendilik parçalanmış, şeylerle kurulan ilişki sakatlanmıştır. Cumhuriyet devri bu ikiliği sonlandırmak ve kesin ve nihaî bir darbeyle meseleyi çözmek ister. Ne ki, bu teşebbüs de anlam ve norm yarılmasını sonlandırmak yerine, bu düalizmi daha da derinleştirir.
Bizde Tek Parti düzenine duyulan öfkenin ardında sadece modernleşme teşebbüsleri ve partizanlık değil, daha çok bu yarılmanın izleri vardır. Hayatın kendisi her ne kadar yeniyi dayatsa da, semboller ve söylemler bir türlü eskinin büyüsünden arınmaz.
Oysa Aydınlanma’nın yaptığı tam olarak budur: dünyanın ve kadim gerçekliğin büyüsünü bozmak. Bu anlamda halkın davranış kodları pratik anlamda modern ve seküler olanı, sembol ve söylem anlamında gelenekseli temsil eder.
Merkezin Taşrası
İmdi, hal böyle olunca merkezin normu, yani “inancı” nedir suali öne çıkar. Burada “inanç” kavramını seküler anlamda kullandığıma bilhassa dikkat edilsin. Sahiden de merkezin normu nedir ve gerçek sahibi kimdir? Gelenek denilen tarihsel ve parantez içindeki değerler mi, modernliğin farklı görüngülere bürünen parantez içindeki tikel bir sürümü, sürümleri mi, hangisi!
En temel sorulardan biri budur. Türk halkı ve devletin çizgisi, öteden beri hep makulün yanında olmuş, onu savunmuştur. Fakat “makul” kavramı da sorunludur. Bu da aslında ifrat ve tefritten uzak olmanın yanında, opsiyonların sürekli açık tutulmasını gösteren bir tereddüt hâlini ifade eder.
Türk Modernleşme sürecinde “rasyonel” ve “kitabî” olana harfiyen uyulmasını isteyen tip, “makul” olanı değil, kelimenin hakiki anlamında “radikal” olanı temsil eder. ‘Akıl ve bilginin belli bir sürümünü’ kutsayan, âdeta buna tapınan egosantrik ve entelektüalist bir tipdir söz konusu olan.
Diğer yandan hayatın içinde “ölü bedenler” gibi dolaşan “aruzun vezinleri” neyse, bazı hayat formları da öyledir. Onlar da hayatın içinde varlığını zoraki devam ettiren, bize ayak bağı olan ölü hücreler, vaktini tamamlamış hayat şekilleridir.
Fakat inanç yine de inançtır. Halk bir anda alışkanlıklarından vazgeçmez, geçemez. O yüzden de yeni eğilimlere tereddüt, hatta küçümsemeyle yaklaşır. İçinde hafiften alaycı bir imleme de bulunan “ukala” tiplemesi bu devirde doğar.
Bizim ilk modernleşme devirlerimizdeki Batıcı, İslamcı, Türkçü ve daha sonraları Solun muhtelif şekillerinde kendini gösteren bütün hareketlerin halk nezdindeki intibası budur. İdareyi elinde tutan gün görmüş devlet erkânı da, böyledir. Onlar da yenilikler karşısında ihtiyatlıdır.
Söz konusu hareketlerin tamamı, her kurguda görüldüğü gibi büyük ölçüde olgunun kendisinden ziyade, zihnî varsayımlarla maluldür. Bu yüzden Türkçülerin savunduğu Türk ne kadar gerçeği yansıtmışsa, İslamcıların savunduğu İslam da gerçeği o kadar yansıtmıştır. Aynı şey Batıcı ve Asyagil sol hareketler için de geçerlidir. Orada da hayallerle gerçekler birbirine karıştırılır.
Merkezin Kendisi
Merkezin kendisi, halkın kendisidir; halkın yani, mevcûdenin. Buradaki mevcûde halkın durumudur. Halkın durumu derken, onun gerçeklik ve hayatla “ne” üzerinden ilişki kurduğu kastedilir.
Marx olsa buna “üretim araçları”; Weber ise sadece “araçlar” derdi.
İyi de ya halkın hayatla kurduğu ilişkiyi belirleyen araçlar, tıpkı sihir ve ikonlar üzerinden hayatla ilişki kurmaya çalışan ilkellerin araçları gibi sahte ve hayalî araçlarsa; o zaman da mı durumu olgu olarak vasıflandıracağız?
Evet, o zaman da olguyu olgu olarak vasıflandıracağız. Olguyu olgu olarak kabul etmek başka, ona teslim olmak başkadır.
Şu halde aslolan, mevcuda teslim olmak değil, değişim yönünde bir irade ortaya koymaktır. Değişim demek, hayatla ilişkiyi yeniden düzenleyen yeni bir nedensellik dizgesi, yöntemi inşa etmektir. Burada da öncelik araçlarda, yani yöntemde düğümlenir.
Mesele sadece araçsal aklın sürümü olan nasıl sorusunun hallinde değil, aynı zamanda amaçsal aklın sürümü olan normatif değerlerin “niçin” sorusuna bulduğu uzlaşma ve anlaşma zemininde çözüme ulaşabilir.
Çünkü nasıldan önce ‘neliğin’ halli gerekir. Çünkü “nelik” bir kesime başka, diğer bir kesime göre başkadır. “Ne için” kalıbında bile bir “amaç” birliği yoktur. Hatta bu bile başlı başına bir ayrışma konusu olabilmektedir.
Bütün bunlar çözümlense bile meselenin “nasıl”, yani hangi “araçlarla” çözüme kavuşturulacağı konusunda bir görüş birliği yoktur.
Bizden önceki nesillerin tamamı burada, bu problemin çözümünde ayrıştı.
Halka doğru gidilecek ve onun neliği anlaşılacaktır. Gökalp Halka Doğru derken, onun “maşerî vicdanında” (kolektif bilinç) olan “eğilimi”, gerçek inancı anlamaya çalışmıştı.
Ondan sonra yapılan girişimlerin çoğu, bu amacın dışındaki hayalî şeylerdi. Halka doğru gidenlerden “her şeyi zihinde başlatıp bitiren rasyonalist entelektüalistler”, halkın “eğilimlerini” dikkate almadan “halka rağmen halk için” sloganıyla hareket etti. Halka doğru gidenlerden diğer bir kısmı, “realistler muhafazakârlar” da, halkla çatışmamak için “olguya” teslim olan statükocular gibi davrandı.
Halbuki yapılması gereken, kökleri çok eskilerde yaşayan eğilimle güncel arasındaki gerilimi sonlandırmak, normale dönmekti. Çünkü merkez denilen normalin kendisi; insan doğası denen olanla, “bireyselleşme/sosyalleşme/rasyonelleşme/nesnelleşme” şeklinde oluşturulan arasındaki gerilimin ortasında bir yerde, uzlaşmada konumlanan şeydir.