Merkez Sağın Karaoğlanı mı, Statükonun Bekçisi mi?

DP hareketi, tarihteki büyük değişim hareketleri gibi devraldığı mirası “yeniden yorumlayıp yeniden ele geçirerek, yeni bir yarar doğrultusunda yeniden yapılandırıp yönlendirerek” geleceğe bir yön mü verecek, yoksa iki realiteden (doğa ve irade) birine teslim olarak çelişki ve zaruretlerin esiri mi olacak?

Merkez Sağın Karaoğlanı mı, Statükonun Bekçisi mi?

“Hepimiz, bir biçimde karşılıklı ilişki içerisindeyiz…”[1]

K.R. Popper

 

Bir şeyin oluşum nedeniyle o şeyin yararlılığı, fiili kullanımı ve bir amaçlar dizgesi içindeki konumu birbirinden ayrı şeylerdir. Çünkü bir şekilde meydana gelmiş “mevcut bir şey”, pekâlâ, “kendinden üstün bir güç tarafından yeni amaçlar doğrultusunda sürekli olarak yeniden yorumlanır, yeniden ele geçirilir, yeni bir yarar doğrultusunda yeniden yapılandırılır ve yönlendirilebilir”.[2]

 

Aynı şey “hukuki bir durum, toplumsal bir gelenek, siyasal bir görenek, sanatta bir biçim veya dini bir tapınma şekli” için de geçerlidir. Bu ifadeler çok daha ince bir meseleye, sosyal bilimlerde dilin bir gereği olarak zihnimize dayatılan bir soruna, “nedensellik” sorununa eleştirel bir itirazı dile getirir.

 

“Oysa tüm amaçlar, tüm yararlılıklar bir iktidar istencinin, daha az güçlü bir şeyi egemenliği altına almış olduğu ve ona, kendinden hareketle, bir işlev anlamı yüklemiş olduğunun göstergeleridir yalnızca; ve bir “şey”in, bir organın, bir göreneğin tüm tarihi de, sürekli yenilenen, nedenleri arasında bir bağıntı bulunmayabilen, daha ziyade sırf rastlantısal bir biçimde birbirlerini takip eden ve birbirlerinin yerini alan yorumlardan ve düzenlemelerden oluşan böylesi süreğen bir göstergeler zincirinden oluşabilir.” (Nietzsche, 2020: 73-74).

 

Pekâlâ, durum buysa, nedensellik dizgesinde gerçek “neden” nedir? Nietzsche’ye göre sebep çok açıktır. Bu tam da Toynbee’nin insanlara cansız ve bilinçsiz varlıklar gibi davranmayı nitelemek için kullandığı “apatetik yanılgıyı” tersine çeviren bir yaklaşımdır. Şöyle der Nietzsche:

 

“Buna göre bir şeyin, bir göreneğin, bir organın “evrimi” hiç de onun bir ereğe doğru ilerlemesi değildir, hele, en mantıklı ve kısa yoldan, en zahmetsizce ve en az güç sarf edilerek elde edilmiş bir ilerleme hiç değildir. Tersine, o şey (o şey her ne ise) üzerinde cereyan eden, az ya da çok derine işleyen, birbirlerinden az ya da çok bağımsız olan boyun eğdirme süreçlerinin birbiri ardına sıralanışı, buna ek olarak da bu süreçlere karşı her defasında gösterilen dirençler, savunma ve tepki maksadıyla denenmiş biçim dönüştürmeler ve başarıya ulaşmış karşı eylemlerin sonuçlarıdır… Diyeceğim şu ki: Gerçek ilerlemenin koşullarına, kısmi bir yararsızlaşma, körelme ve yozlaşma, anlamın ve işlevin yitimi, kısaca ölüm de dâhildir” (Nietzsche, 2020: 74).

 

Nietzsche bu şekilde hayatı tek taraflı mutlak bir uyumlaşma olarak değil de hayatın içindeki tüm aktörlerin “iktidar talebi” ve bu talebin “kendiliğinden, saldıran, sataşan, yeniden yorumlayan, yeniden yön veren ve biçimlendiren kuvvetlerinin sahip oldukları temel öncelik” ve bunun karşılıklı etkileşimi olarak yorumluyor. Ve ilave ediyor: “Oysa mesele yönetmek ve daha fazlası…”

 

Genç Demokratlar

 

İmdi, yukarıdaki soruna, “bir şeyin oluşum nedeniyle amaçlar dizgesi arasındaki ayrışma nedeni arasındaki farka”, bir başka açıdan bakalım. Mesela Türkiye örneğinden, onun siyasal hayatımıza mührünü vurmuş bir siyasi geleneği açısından bakalım. Göreceğiz ki orada da meseleler kendini ilk ortaya çıkış koşullarındaki gerekçe ve amaçlarla değil, o gerekçelerin çok daha ötesindeki amaçlarla ortaya koyar.

 

Kendini Ali Suavi ve Mithat Paşa’dan [3] İttihat Terakki’ye, oradan da Kemalizm’e ve nihayet “Altı Ok İnkılabın malıdır” söylemiyle CHP kadar uzatan ve nihayet CHP karşıtı bir eksende konumlanan bir gelenek ve onun kurucu lideri Celal Bayar ve DP hareketini düşünelim.  

 

Bir de muhafazakâr demokrat kavramına daha yakın olmakla birlikte liberal ve milliyetçi bir gelenekten gelen, bu yüzden de kökleri çok eskilere, bu toprakların kurucu değerleri ve tarihine dayanan genç bir lider, onun başını çektiği DP’yi düşünelim. Gültekin Uysal ve onun başını çektiği DP’den bahsediyorum.

 

Soru şu: Bu ikinci Demokratlar bu ikilemin neresinde? Sentezinde mi, devamında mı, karşısında mı, neresinde? Mesele sadece bununla da bitmiyor. Bu ikisi arasında geçen bütün bir parti içi ve parti dışı mücadele de bu ikilemin bir parçası.

 

Hiçbir siyasi hareket ve mücadelenin “bâciyân-ı rûm, ahiyân-ı rûm, abdalân-ı rûm ve gâziyân-ı rûm” retoriğindeki alplık ve şövalyelik ruhuyla yapılmadığını biliyoruz. Bu eskiden de böyledir. İzladi ve Varna savaşlarının en zorlu günlerindeki şu ifade, bizim bütün bir klasik devirlerimizin genel karakteristiğini verir. Dava lokma davasıdır!

 

Lâkin hazîneden ve mâl erzakdan bir habbemiz kalmadı. Zira bu halk eloğludur, boş yere kişiyi dinleyüb masalahat etmezler. İktiza eyledi kim, bunlara hazine paralayım”.[4]

 

Siyaset de böyledir. Orada da nihayetinde her şey bir iktidar ve güç kavgası, bir paylaşım mücadelesidir. Ve bu hepimizin, insan doğamızın gereği olan “meşru” bir tavırdır.

 

Millî İradeyle Anayasal Demokrasi Arasında

 

Yeter söz milletin!” sloganı, bir döneme karşı yapılan itirazın bir sembolüdür. Bu doğru. Ama sembolün çağrışımları her yerde herkes için aynı manayı ifade etmez; bu da doğrudur. Bayar’la “anayasal demokrasiyi” savunan “özgürlükçü bir demokrat” olan Ali Fuat Başgil için ne bu slogan ne de “millî irade” aynı şeydir.

 

Her şeyin anayasa içinde “meşru, tanımlı yollardan” genel oydaşmayla yürütülmesini isteyen bir Demirel’le anayasal kurumları milli iradenin ortakları, “vesayet kurumları” olarak gören Bayar için de “millî irade” kavramı aynı anlamı ifade etmez. Şu ifadeler Bayar’a aittir:

 

“1961 Anayasası’nda da “Hâkimiyet kayıtsız şartsız millete” bırakılmıştır; ama “kullanılış biçimi” değiştirilmiştir. Bu anayasaya göre; “Millet, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır. Demek oluyor ki, 1961 Anayasası, ulusal egemenliğin kullanılışına, yeni ortaklar getirmiştir.” (Bozdağ, 2005: 180).

 

Aradan geçen şu kadar yıllık tecrübe ve bilhassa Türkiye’nin son 20 yılı, dil aracılığıyla formüle edilerek “olurlar” ve “olmazlar” şeklinde “nesnelleştirilmiş”, aradaki farklar herkes için anlaşılabilir bir hale getirilmiş, piyasaya bu haliyle çıkılmış mıdır? Yoksa işler hâlâ el yordamıyla mı yürütülmektedir?

 

İlerleme ama Nasıl İlerleme? Kümülatif mi Devrimci mi?

 

Tekrar başa dönersek, bilimde olduğu gibi toplumsal olaylarda da değişim ve dönüşümlerin kurallı bir nedensellik ve kümülatif bir birikim içinde değil, çoğu kez şiddetli travmalar ve devrimsel dönüşümlerle olduğunu görürüz. Bu, kendisini, genellikle bir öncekinden köklü bir kopuş, onun aksi istikametinde bir yön değiştirme şeklinde gösterir.

 

DP ve Gültekin Uysal’ın önünde de bu türden bir seçenek var. Bu hareket de bir tereddüt veya tercihle karşı karşıya. Çıktıkları yol kendilerini ya yeni çözümlerle bu çözümlerin toplumsal talebi yeniden belirlediği yeni ufuklara ya da artık birer içtimai fosil halini almış arkaik ve modası geçmiş söylem ve “bagajlarla” tarihin bekleme odasına götürecek. Görünen bu.

 

DP patenti, hareketin hem avantajı hem de dezavantajıdır. Avantajıdır, çünkü tek parti dönemi sonrasında bürokrasiye karşı millî iradeyi, daha sonraki yıllar ve bilhassa AP’li dönemde kalkınma ve “normalleşmeyi”, Özal’lı yıllarda ise geleneksel olanla çağdaş olanın sentezini çağrıştırıyor.

 

Dezavantajıdır, çünkü mevcut patentin çağrışımı, “Büyük Türkiye Davası” ve devrimci bir başkaldırıyı değil, “renksiz bir mevcudu”, belli çıkarlar için bir araya gelmiş “eski bir statükoyu” canlandırıyor gibi çağrışımlarla malul.

 

Bir de bilhassa pratik gerekçelerden kaynaklanan zaruretler yüzünden, söylemde altını Demirel’in çizdiği ideal “anayasal meşruiyet” çizgisiyle eylemde Celal Bayar çizgisinden gelen eski İttihatçı, komitacı pratik çizgi arasında biriken çelişki ve gerilim alanı var.

 

Bir yanda “siyasetin doğasından” kaynaklanan pratik kaygılar, diğer yanda ise “demokrasi talebinden” kaynaklanan rasyonel ve etik kaygılar arasında sıkışmış bir parti ve lider. Bu sıkışmışlıkta ya “doğa” ya “irade”, ikisinden biri kazanacak. Şimdiye kadarki tecrübeler “doğanın” girdabına kapılarak iktidar uğruna demokrasi talebinin askıya alınmasıyla neticelenmiş deneyimlerle dolu.

 

Böyle olduğu takdirde bu hareket de ülkenin tamamını kapsayacak ulusal bir asabiyenin emrinde olmaktan öte, dar bir klik hareketi olarak sanal bir paranteze sıkışma ve hapsolma şeklinde bir yola girebilir. Uzak ve yakın tarih, iyi niyetle yola çıkmış bu tür hareketler mezarlığıyla doludur.

 

Nihaî soru şudur: Bu hareket de tarihteki büyük değişim hareketleri gibi devraldığı mirası “yeniden yorumlayıp yeniden ele geçirerek, yeni bir yarar doğrultusunda yeniden yapılandırıp yönlendirerek” geleceğe bir yön mü verecek, yoksa iki realiteden (doğa ve irade) birine teslim olarak çelişki ve zaruretlerin esiri mi olacak?

 

Unutmayalım, toplum yeni bir Karaoğlan, bir Köroğlu bekliyor.

_

[1] Popper, K.R. (2018), Daha iyi Bir Dünya Arayışı: Son Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, (çev) İlknur Ata, YKY, İstanbul, s. 111.

[2] Nietzsche, F. (2020), Ahlakın Soykütüğü: Bir Polemik, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s. 73.

[3] Bozdağ, İ. (2005), Bilinmeyen Atatürk: Celal Bayar anlatıyor, Truva Yayınları, İstanbul, s. 111.

[4] İnalcık, H., Oğuz, M (1989), Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân: İzlâdi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerine Anonim Gazavatnâme, TTK Basımevi, Ankara, s. 22.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.