Mesafenin Sosyolojisi
Aşırı kutuplaşma her zaman faşizmi besler. Kutuplaşma ise ancak grup bilincinin çok yüksek olduğu toplumlarda mümkündür. Türkiye gibi modernleşme toplumlarında, yani kültürel olanın sınıfsal olanı ortalamanın üzerinde etkilediği ülkelerde mesafesiz aile ilişkilerini, arkadaş gruplarını da dünya ortalamasının üzerinde faşizm yuvası olarak değerlendirebiliriz sosyolojik olarak. Burada da mesafesizlik, yani aşırı samimiyettir faşizmi yoğunlaştıran.
Geçen hafta Perspektif’te “Samimiyetin Sosyolojisi” diye bir yazı yazmıştım. Bu haftaki yazımı dilerseniz ilkinin bir tür “ruh ikizi” olarak okuyabilirsiniz. Çünkü ben uzun zamandır iyi hayatın, bu ikisinin arasındaki ilişkisellik meselesini halledebilen bir algoritma bulmakla eşdeğer olduğunu düşünüyorum. Bu ilişkiselliği eşit temsil olarak hesap etmeyin lütfen. Bu konuda bir “table d’hôte” önerim yok. Her yurttaşın kendi ruhuna uygun “à la carte” bir çözümü üretebilmesi bence işin en doğrusu olurdu. Birey, yurttaş, toplum, ulus, kurum, kamu gibi makro sosyolojik kavramların hepsinin samimiyet ile mesafe arasında belli bir algoritmaya dayandığını da söyleyebilirim kolaylıkla.
Demokrasi bir olgun insanlar rejimidir derler. Büyük ölçüde doğrudur. Aynı mantıkla devam edersek o zaman samimiyet bir azizler, melekler rejimidir. Herkesin tamamen ahlaklı olduğu bir rejimde hukuka ne kadar ihtiyaç olur? Aslında bütün toplumsal sözleşme kuramları insanların melek ya da aziz olmadığı varsayımı üzerine inşa edilmiştir! Ki bu varsayım doğrudur. Hukuk hak’ın çoğuludur. Mesafe olmadan hak tanımlanamaz. Dolayısıyla mesafesiz hukuk da olmaz. Hak soyut insanlara tanımlanır. Hukuk yine soyut insanları yargılar. İşte bu soyutlamayı mümkün kılan mesafedir. Çok yakına geldiğinizde, yani fazla samimi olduğunuzda herkesi “kader mahkûmu” kılacak bir sebep silsilesi bulunabilir. “Şeriatın kestiği parmak acımaz” işte bu soyutlamanın bir ifadesidir. Bu noktada çok hassas bir noktayla fazla samimi olduğumun farkındayım! Anlayan nasıl olsa anlamıştır. Anlamayanlar da yazını devamını okumayabilirler!
Haklar, yani hukuk kişiler, birimler, kurumlar arasındaki mesafeyle mümkündür. Kamu ise samimiyet birimleri arasındaki mesafeyi iyi ayarlamakla mümkündür. Samimiyet kamu bilincinin, hukukun üzerinde olmaz. Ne kadar samimi olursanız olun yan komşunuz sabaha kadar yüksek sesle müzik çalarak sizin uyumanızı engelleyemez. Bu ve benzeri durumlarda hemen samimiyet kartını çıkararak savunmaya geçenleri en azından hödüklük kapsamında yargılamak mubahtır. Burada yargılamayı ilk aklınıza gelen manada kullanmıyorum. Değerlendirme, sınıflandırma, tespit etme, adını koymaya ikame etmek için seçiyorum. Özellikle bu ve benzeri durumlarda hödüklük ise benim açımdan “asgari medeniyet açığı” gibi havas bir kavramın avam dille ifade edilmesi anlamına geliyor. Henüz daha sempatiğini bulamadım! Hiç küçümsemeyin, mesafe iyidir. Bazen geceleri rahat uyuyabilmenizin anahtarıdır.
Hödüklerle, yani samimiyetin arkasına sığınıp hak, hukuk tanımayan, insan olmaktan gelen en temel hakkınız olan saygıyı size çok gören, kişilik haklarınıza riayet etmeyen, sizden sürekli kimliksel aidiyet biatı talep eden yurttaşlarla samimi olmanın size katacağı bir şey yoktur. Ergenler topluluğunda samimiyetin yetişkinlere getireceği hiçbir olumlu şey yoktur. “Kıyakçılığın sonu ayakçılıktır” atasözünün samimiyet fetişistlerine uygun bir versiyonu da yazılabilirdi. Bu görevi ülkemin, dünyanın şairlerine devrediyorum.
Sosyalliği Mümkün Kılan Mesafedir
Bu uzun kavramsal girizgâhtan sonra gelelim meselenin biraz da tarihsel, daha somut boyutlarına. Aritoteles’in “İnsan politik bir hayvandır” dediği herkesin malumudur. İsterseniz ben bunu sosyoloji lügatine “İnsan sosyal bir varlıktır” diye tercüme etmiş olayım. Yani Robinson Crusoe olmak ancak romanlarda, filmlerde kolaydır. Ancak insanın sosyal bir varlık olması bu tür tüm diğer varlıklarla sonuna kadar samimi olmasını gerektirmez. Bu sosyalliği mümkün kılan, sanılanın aksine samimiyetten çok mesafedir.
Çok sevdiği evladının odasına kapıyı tıklamadan giren ebeveyn, ona aslında kendi haysiyetini, şahsiyetini, ahlakını inşa edebileceği alanı, yani mesafeyi özellikle tanımak istemiyordur. Kültürel genetiğin devamını kontrol etmeye çalışıyordur. Büyürken çocuğunuza tanıdığınız mesafedir aslında onun ileride şahsiyetli biri olmasını sağlayacak olan. Bu anlamda aile, özellikle Türkiye gibi toplumlarda haysiyeti, şahsiyeti baskıladığı için en otoriter kurumlardan biridir. Ailenin otoriterliğinin bir kaynağı da gözetimci, denetimci bir kurum olmasıdır. Ailesel samimiyet ağları ise bu gözetim ve denetimin devamını sağlayan bir tür paravandır. George Orwell’dan ödünç alarak burada “Family is always watching you” desem yeridir. Yani konu sadece “birader”den ibaret değildir!
Yıllar öncesinden bir hatıram aklıma geldi. Üniversiteye yeni asistan yazıldığım günlerdi. Çok anaç, hepimize gerektiğinde sahip de çıkan, kesinlikle iyi niyetli olduğunu da düşündüğüm bir bölüm başkanımız vardı. Bölüm toplantılardaki tartışmalarda sıkıştığı zaman hep şöyle derdi: “Ama biz bir aileyiz.” Bir oldu, iki oldu, bir gün dayanamadım: “Hocam iyi güzel de aile oldukça otoriter bir kurumdur. Burası bir üniversite değil mi? Gazete Duvar’da birkaç yıl önce “Neden Emekli Oldum?” başlıklı bir yazı yazmama rağmen bana hâlâ “Bu genç yaşta biraz erken olmadı mı?” şeklinde iyi niyetli bir acımasızlıkla takılanlara ithaf ediyorum bu paragrafı. Üniversiteyi ya da herhangi bir kurumu, toplumu, ulusu aileye benzetmek çok otoriter bir tutumdur aslında ama samimiyet her zaman bunun üstünü örtmeyi başarmıştır bu topraklarda.
Arkadaşlık gruplarında da durum pek farklı değildir. Türkiye gibi modernleşme toplumlarında eğitim, özellikle de iyi eğitim en azından bir zamanlar bir sınıf atlama aracıydı. Bu sosyal mobiliteye kültürel evrenin değişmesi de dâhildi. Ben zaten yıllardır Türkiye’de sınıfsal olanın içindeki kültürel olanın dozunun yüksekliğinden yakınıp dururum. Bunun asgari demokrasi için ciddi bir engel olduğunu ileri sürerim. İşte bu iyi mektep mezunu kuşaklarda, arkadaş grupları ailelere karşı ideolojik/kültürel bir cephe olarak da kurulur çoğu zaman. Ne de olsa onlar çoğu zaman taşralı ailelerin şehirli, eğitimli çocuklarıdır. Modernleşme toplumlarında en büyük kültürel mesafe işte bu toplumsal kesimlerle aileleri arasında birikir. Ama bu başlı başına bir yazı, hatta kitap konusu olabilir. Yazmakta olduğum Siyasi Simya kitabımda bu konuya da değineceğim. Böylece kendimi de bağlamış olayım.
Bu arkadaş gruplarının iç dayanışması, bu ve benzeri nedenlerle çok güçlü olur. Hele bir de yatılı okul kültürünü üzerine koyduğumuzda. Ancak birçok aşırı samimiyet ağı gibi bu tür arkadaş grupları da zamanla kendi faşizmlerini üretmeye başlarlar. Grup içi samimiyet dozajının yüksekliği mesafeyi imkânsız hale getirir. Bir bakıma kimlik kişiliği ezer geçer. Bu çocukların önemli diplomaları, değerli uzmanlıkları, meslekleri, ciddi maddi gelirleri, servetleri olabilir. Ancak grup içi mesafesizlikten haysiyetleri, şahsiyetleri yeterince gelişememiş ergenler olarak kalırlar. Büyüyemezler. Yaşları artık ne olursa olsun herkes gruba dâhil olduğu yaştadır neredeyse. Ne güzel değil mi? Yaşlanmanın ilacını bulmuşlar! Ülkenin en seçkin üniversitelerinden birinde sadece bir kahve içimi masalarına oturduğum 60 yaş üstü iki erkek profesörün, önlerinden geçen kadın meslektaşlarının adını andıkları cümledeki bazı sıfatların benim yüzümü kızarttığı vakadır örneğin.
Samimiyet Ağları Suç Ortaklığına Dönüşebilir
Daha önceki birçok çalışmamda defalarca tekrar ettiğim gibi kişilik biraz da kimliğe rağmen oluşur. Yani kişilik ve kimlik arasındaki mücadele sıfır toplamlı bir oyundur. Biri artınca diğeri azalmak zorundadır. Samimiyet ağları olarak arkadaş grupları zaman içinde bir kimliksel aidiyet odağı haline gelir ve asgari haysiyeti, şahsiyeti tamamen anlamsız hale getirir. Her samimiyet ağı giderek bir tür suç ortaklığına dönüşebilir. Tıpkı her mafyanın bir omertası olması gibi!
İçten yakmalı, içe akıtmalı, kol kırılır yen içinde kalır gruplaşmalarının faşizmin ürediği en önemli bataklıklar olduğu hep söylüyorum. Aşırı kutuplaşma her zaman faşizmi besler. Kutuplaşma ise ancak grup bilincinin çok yüksek olduğu toplumlarda mümkündür. Türkiye gibi modernleşme toplumlarında, yani kültürel olanın sınıfsal olanı ortalamanın üzerinde etkilediği ülkelerde mesafesiz aile ilişkilerini, arkadaş gruplarını da dünya ortalamasının üzerinde faşizm yuvası olarak değerlendirebiliriz sosyolojik olarak. Burada da mesafesizlik, yani aşırı samimiyettir faşizmi yoğunlaştıran.
Faşizm aynı zamanda iç dünya ile dış dünya arasında bir ayrım kalmamasıdır. Sıfır mesafedir. İçin dışa çıkması, dışın içi teslim almasıdır. Samimiyet ağları ise içi genişletir ve gruba ait kılar. Yani kişilikler kolektif kimlik içinde erir gider. Aslında genç yaşında sevgilisiyle kaçan ablasını öldürmek zorunda kalan çocuğun üzerindeki “töre baskısı” modern, post-modern hayatımızın birçok veçhesinde hâlâ yürürlüktedir. İşin en ilginç yanı ise, bunu fark edebilmek için belli bir mesafenin şart olmasıdır.