Mesele Hep Temeldedir

Hem gelişmiş ekonomilerde hem de gelişen piyasa ekonomilerinde veriler alışılmadık, geçmişte benzeri görülmemiş ve hatta ancak ‘garip’ olarak tanımlanabilecek kalıplar sergiliyor.

Mesele Hep Temeldedir

Küresel ekonomide uzun süredir devam eden olağan dışı durum, yol açabileceği sorunlar dolayısıyla pratik olduğu kadar iktisat politikaları bağlamında kuramsal da bir sorunsala işaret ediyor. Bu durumun nedeni hiç kuşkusuz 2008 yılında yaşanan ve bir bakıma etkileri hâlâ süren küresel kriz. Son on iki yılda küresel ekonomide durgunluk endişelerinin zaman zaman piyasalarda büyük dalgalanmalara yol açtığına şahit oluyoruz. Örneğin; ABD ekonomisinde durgunluk riski 2011 sonunda, 2015 sonunda, 2019 sonunda bir sonraki yılları da etkileyecek biçimde söz konusu oldu.

 

Öte yandan, yine ABD ekonomisi, 126 çeyrek kesintisiz pozitif yıllık büyüme verisi ile tarihin en uzun genişlemesini kaydetmiş durumda. Finansal piyasalarda bir taraftan aşırı düşük faizlerin yol açtığı sorunlar yaşanırken, diğer taraftan küresel tahvil stoku ve hisse senetlerinin piyasa değerinin tarihin en yüksek değerine ulaşmış olduğu gözlemleniyor. Gelişmiş ekonomilerin merkez bankalarının izlemekte olduğu olağan dışı politikalar sayesinde 80 trilyon ABD doları (USD) seviyesine ulaşan küresel likiditeye rağmen, birçok ülke aşırı düşük enflasyon ve bir türlü artmayan yatırımlar sebebiyle sıkıntıda.

 

Hem gelişmiş ekonomilerde hem de gelişen piyasa ekonomilerinde veriler alışılmadık, geçmişte benzeri görülmemiş ve hatta ancak ‘garip’ olarak tanımlanabilecek kalıplar sergiliyor. En başta gelen ve tartışmaların odağında yer alan ise merkez bankalarının tüm parasal genişleme çabalarına karşın büyümede güçlü ve kalıcı bir toparlanmanın bir türlü gözlenememesi ile tarihî düşük işsizlik seviyelerinde bile artmayan enflasyon. Karar alıcılar, “veri bağımlılığı” olarak tanımladıkları sıkıntılı bir durumla adeta boğuşuyor. Sürekli bir önceki veriyle çelişen ve kafa karıştıran, bu yüzden de politika yapımına katkı sağlayamadığı gibi veriye bağlı, değişken, etkisiz ve geçersiz politikaların salgın gibi yayılmasına yol açan ekonomik veriler ciddi bir sorun haline geldi.

 

Somut bir örnekle açalım; küresel piyasalar açısından en karanlık sularda bile deniz feneri işlevi gören ve kararları bütün dünyayı etkileyen ABD Merkez Bankası Federal Reserve (Fed) 2018 Eylül’ündeki toplantısında politika faizini artırmış, Aralık ayında bir tane ve izleyen yılda -2019’da- üç tane daha olmak üzere dört faiz artırım işareti vermişti. Sadece birkaç ay sonra ise politika duruşunu tamamen değiştirerek 2019 yılında üç faiz indirimi yaptı ve daraltmaya başladığı bilançosunu yeniden genişletti. Uluslararası Para Fonu (IMF)’nun küresel ekonomiye ilişkin Nisan 2018’deki ve sadece bir yıl sonra Nisan 2019’daki öngörüleri arasındaki fark dünyanın en büyük 23’üncü ekonomisi olan İsveç’in toplam milli gelirine eşitti. Güneş altında yeni bir şey olmadığını akılda tutarak bazı dersler almak için tarihi yeniden gözden geçirmek yararlı olacaktır. 

 

Küresel Ekonominin Sisifos Laneti

 

Hızla gelişen sınırlar ötesi ticaret ve yaygınlaşan finansal ilişkiler sayesinde dünya ekonomisinin entegrasyonunun başladığı 19’uncu yüzyılın başından beri, neredeyse kırk ila elli yılda bir, finansal piyasalarda derin sarsıntılı ve yıkıcı bir kriz yaşanıyor. Kıta Avrupa’sında 1815’te patlak veren ve “Napolyon Buhranı” adı verilen ekonomik kriz, kısa sürede İngiltere’ye ve daha sonra Amerika’ya yayılarak bir dünya krizi niteliği kazandı ve 1830’lara kadar etkili oldu. Buhar gücü ile çalışan tezgâhların üretimde yaygınlaşması ve buharlı makinelerin ulaşımda kullanılmaya başlaması sayesinde ekonomik yapı ve ekonomik ilişkiler daha etkin ve verimli bir yapıya ulaştı ve bu paradigma değişimi ile güçlü bir ekonomik toparlanma gözlendi.

 

Bu bahar iklimi ancak 1873 ve 1896 yılları arasında dünyadaki neredeyse bütün ekonomileri yeniden çöküşe sürükleyen “Uzun Bunalım” dönemine kadar devam edebildi. Krizden çıkış ise tıpkı 50 yıl önceki gibi üretim yapısında, ulaşımda ve iletişimde verimlilik artışı sağlayan ikinci sanayi devrimi yoluyla mümkün oldu. Bu defa paradigma sıçramasını elektrik ve petrolün enerji kaynağı olarak kullanıldığı teknolojiler sağlayacaktı. Kırk müreffeh ve varlıklı yıldan sonra dünya ekonomisi bir kez daha büyük bir çöküş yaşadı. Tarihe “Büyük Buhran” olarak geçen kriz (1929), büyük siyasal altüst oluşlara yol açtı.

 

İnsanlık, içine düştüğü karanlıktan bu kez mitolojideki mucit Daedalus’tan aldığı ilham sayesinde kelimenin tam anlamıyla ‘uçarak’ ışığa ulaşabildi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan dünya düzeninde ulaşım alanındaki ve özellikle havacılık ve uzay teknolojisindeki gelişmeler, üretim ve satış kavramlarını adeta yeniden tanımlayarak başka bir ekonomik paradigma değişikliğini mümkün kıldı. Genişleme dönemlerini daralmaların izleyeceğini iddia eden ‘iş çevrimleri yasası’, oyunu tekrar kazandığında neredeyse tüm ulusların ekonomileri, 1973’te yaşanan ‘Bretton-Woods sistemi’ kriziyle çöküşün eşiğine gelmişti. Hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomiler yaklaşık on yıl süren ve iktisat kuramının yeni baştan kaleme alınmasına yol açan derin bir durgunluğun pençesine düştü. İnsanlığın ekonomik krize karşı kazandığı son zafer ise gerçek manada “sanal” oldu.

 

İletişim ve bilgi teknolojilerindeki gelişmeler ve internet; ekonomik paradigma değişikliğini ve büyük bir sıçramayı mümkün kıldı. Herkes bu muhteşem zaferin artık nihaî olduğunu düşünüyordu. Sağlanan başarıyı öven retorik “Tarihin Sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “Büyük Uzlaşı” gibi kavramsallaştırmalarla bu hissiyatı yansıtıyordu. Üretimin ulusal sınırlarla kısıtlı olmadan yapılmasını mümkün kılan küreselleşme ve bilginin fiziksel bir yere bağlı olmadan saklanabilmesini mümkün kılan dijitalleşme sayesinde sağlanan kazanımlar öylesine benzeri görülmemiş ölçekteydi ki, gelişmiş ekonomiler hasılatı gelişen piyasa ekonomileri ile cömertçe paylaştı; herkes tatmin olmuştu.

 

“Bu defa farklı”… Küreselleşmeyi ve ileri finansal mühendisliğin getirdiği sürekli büyümeyi sorgulamaya ve geçmişte yaşananları hatırlatarak uyarıda bulunmaya çalışanlara verilen cevap buydu. 2008 Sonbaharında pek de öyle olmadığını yaşayarak gördük. Tarih kendisini tekrarlamıyorsa bile, biz insanların her seferinde farklı sonuç alacağımızı safça umarak ve aynı akılsızca hataları tekrar tekrar yaparak tarihe eziyet ettiğimiz yadsınamaz bir gerçek gibi görünüyor. Titanik’in batmasının teorik olarak imkânsız olduğuna inanıldığı gibi, finansal sistemimizin de ilelebet büyümeyi sağlayacağına inanç tamdı.

 

Alacakların menkul kıymetleştirilerek satılması, yüksek riskli borçlarla düşük riskli borçları paket haline getiren teminatlı borç yükümlülükleri (CDO), borçlunun borcu ödeyememesi durumunda sigorta poliçesi gibi ‘alacağı güvence altına alan’ kredi temerrüt takasları (CDS), bütün bu ürünlerin bir araya getirildiği türev finansal ürünler ileri finansal mühendislik teknikleriyle birleşince, bir koyundan birkaç post çıkarmak sıradan bir iş haline geldi.

 

Kim Korkar Termodinamikten

 

Mühendislik eğitiminin daha başlangıcında termodinamik dersinin okutulması boşa değil. Enerjinin korunumu olarak da bilinen temel yasa, kapalı bir sistemde enerjinin yoktan var olamayacağını, var olan enerjinin de yok olamayacağını, enerjinin ancak yer ve biçim değiştirerek –örneğin ısı enerjisinden ışığa veya hareket enerjisinden ısıya- ama toplamı sürekli koruyarak davrandığını öğretir. Risk de benzer bir davranış sergiler. Bir riski bir diğer riske dönüştürmek veya bir taraftan bir diğer tarafa aktarmakla riskin yok olamayacağı termodinamiğin birinci yasası gibi bir kesinliğe sahiptir. Finansal mühendisler bu küçük ayrıntıyı ihmal edince, muhafazakâr bir hesapla küresel ekonomiye 22 trilyon USD maliyete sebep oldular.

 

Piyasalar, sorunun çözümünü termodinamiğin birinci yasasının varsayımını değiştirmede buldular. Sistem kapalı bir sistem olmayınca kriz çözülecekti. Yaklaşık 800 milyar USD seviyesinde olan Fed bilançosuna karşılık küresel ekonomide yaratılan yaklaşık 70 trilyon USD yükümlülüğün, herkesin riskten kaçtığı ve nakde dönmek istediği bir ortamda kriz yaratmasından daha doğal ne olabilir? Finans çevrelerinin teşhisine göre sorun yükümlülüğün sermayeye göre çok fazla olmasında (kaldıraç) değil, yeteri kadar para olmamasındaydı. Çok şükür ki kozmik denge durumunda olan, dolayısıyla toplam enerji miktarının son 13,8 milyar yılda değişmediği evrenimizin aksine ekonomide enerjiye karşılık gelen likiditenin para otoriteleri marifetiyle yoktan yaratılması mümkün. Krizin ardından yaşanan on yıllık dönemde ABD’nin GSYİH’na oranla bilançosunu yüzde 6’dan yüzde 21’e çıkararak Fed, Euro bölgesi GSYİH’na oranla yüzde 15’ten yüzde 42’nin üzerine çıkararak Avrupa Merkez Bankası (ECB) başta olmak üzere gelişmiş ekonomilerin para otoriteleri bütün sorunların üzerini para ile kapatmaya çalıştı. O dönemden beri de (en son örneğini 2019’da gördüğümüz üzere) bu politika yaklaşımı sürüyor.

 

İktisat kuramı; faiz düşünce tüketimin ve yatırımların artacağını öngörür. Bu durumda üretim, işgücü maliyetleri ve toplam talep artacağından nominal hasıla ve milli gelir de artar. Bunun bir kısmı reel üretim miktarının artmasından –yani büyümeden-, bir kısmı da fiyatlar genel düzeyinin artmasından –yani enflasyon- kaynaklanır. Son on iki yılda küresel likiditenin beş kat artmasına karşın ne büyümede ne enflasyonda kuramın öngördüğü değişimin yaşanmaması ile ilgili sürekli durgunluk (secular stagnation), Japonya sendromu (Japanification), yeni normal, tutunma hızı gibi isimlerle anılan çeşitli açıklayıcı kuramsal çerçeveler geliştirildi. Bununla birlikte, denge nötr reel faiz oranının ve inatçı düşük enflasyonun ardından yatan gerçek tarihin derinliklerindeki temellerde olabilir mi?

 

“Plus Ça Change Plus Plus C’est la Même Chose”

 

Yukarıdaki deyiş “Ne denli değişirse o denli aynı kalır”, Fransızcada bir şeyi değiştirmek için zorlamanın sonuç vermeyeceğini, sorun olarak görülen bir şey yapay yollarla değiştirilmeye çalışıldıkça, soruna yol açan unsurun daha da kökleşeceğini ifade etmek için kullanılır. Küresel ekonominin geleceği ile ilgili risklerin ve belirsizliklerin sürdüğü ortam, önemli oyuncular arasında daha güçlü iş birliğine ve olası türbülansları önlemek veya en azından hafifletmek için politikalar arasında eşgüdümün sağlanmasına olan gereksinimi artırıyor. Ancak, para politikasının bu biçimde ölçüsüzce kullanılması ve her sorunun kolay yoldan çözümünü mümkün kılacak, Lokman Hekim’in her derde deva mucize ilacı olarak görülen likiditenin piyasa çalkantılarına cevap vermekte yetersiz kaldığı görülüyor. Neredeyse bağımlılık yaratan bu yöntem, aslında küresel varlık fiyatlarında ve borç miktarında yarattığı etkiyle daha ciddi dengesizliklerin tohumunu atıyor olabilir.

 

İktisat eğitiminde de, akademik yazında da tartışılmaz bir egemenliği olan ve ana akım kabul edilen Yeni Klasik ‘rasyonel bekleyişler yaklaşımının’ reel unsurlara yaptığı onca vurguya karşın krizin finansal yönüne odaklanarak, çözümü para politikasında arama yönünde açıklaması, meşhur fıkrada samanlıkta kaybettiği yüzüğünü evinin önünde arayan Nasrettin Hoca’nın kendisini şaşkınlıkla eleştiren komşusuna verdiği cevabı çağrıştırıyor; “orası çok karanlık, nasıl olsa orada bulamayacağım, bari burada arayayım”. Küresel krizin etkilerinin kapsamı ve bu kadar uzun sürmesi, piyasalarda oynaklığa yol açan artçı şokların kalıcılığı, uygulanan ekonomi politikalarının etkisiz kaldığının görülmesi, verilerde mevcut analizlerle açıklanamayan tuhaflıkların gözlenmesi sorunun altında yatan gerçek etkenin temeller olduğunu çoktan düşündürmeliydi.

 

Aslında, küresel ekonominin, verimlilikteki azalmaya bağlı ve küresel krizin ardından kalıcı hale gelen bir çıktı kaybı yaşadığını ortaya koyan çok sayıda araştırma var. IMF’in krizden 5 yıl sonra G-20 Maliye Bakanlarının Sydney’deki toplantısı için hazırladığı raporda, krizden 10 yıl sonra bile cari açık veren gelişen piyasa ekonomileri dışında küresel üretimin dörtte üçünden ve dünya nüfusunun beşte dördünden fazlasını oluşturan bütün G-20 ülkelerinde uzun dönem çıktı eğiliminin belirgin biçimde altında kalan bir iktisadî faaliyet gözlendiğine işaret edilmişti.

Çıktıda, yani toplam katma değer üretiminde yaşanan değişimler iki etkene bağlı olmaktadır. Birincisi, üretimin temel girdisi olan emeğin ve sermayenin değişimidir. Bir başka deyişle, daha fazla emek ve sermaye istihdam ederek daha fazla üretim mümkündür. İkincisi ise aynı miktarda üretim faktörü kullanmakla birlikte, bu üretim faktörlerinin verimliliğini artırmak yoluyla katma değeri büyütmek, yani verimliliktir. Yine IMF tarafından yapılan bir çalışmada, küresel krizin ardından gözlenen çıktı açığının yaşanan toplam faktör verimliliği kayıplarına bağlı olduğu çarpıcı biçimde ortaya konulmuştu.

The Conference Board tarafından düzenli olarak yapılan küresel verimlilik araştırması bulgularına göre; son on yıldaki verimlilik yavaşlaması gelişmiş ekonomilerin tamamını içerecek yaygınlıkta ve dramatik ölçüde olmuştur. Emek verimliliğinde saat başına üretim büyüme oranları 2000-2007 döneminde ortalama yıllık yüzde 2,3 iken 2010-2017’de yüzde 1,2’ye gerilemiş, 2018’de emek verimliliğindeki artış sadece yüzde 0,8 olmuştur. Öte yandan, gelişen piyasa ekonomilerinde de durum farklı görünmüyor. Bu ekonomilerde toplam verimlilik artış oranları 2010 yılından bu yana yavaşlıyor ve bu aşağı yönlü seyrin bir süre daha devam edeceği bekleniyor. Gelişen piyasalar son on yılda gelişmiş ekonomilerle aralarındaki gelir farkını kapatma yolunda verimlilik potansiyellerinden kaynaklanan üstünlüklerinin çoğunu kaybetti. Gelişen en büyük sekiz ekonomi için (Brezilya, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Hindistan, Meksika, Rusya ve Türkiye), işçi başına çıktı büyümesi 2000-2007 arasında yüzde 5,5’ten 2010-2017 arasında yüzde 4,4’e geriledi. 2018 verisi ise sadece yüzde 3,5.

 

Düşük Enflasyon Gizemini Çözebilir Miyiz?

 

ABD Merkez Bankası, para politikasını belirlerken fiyat istikrarını ve tam istihdamı birlikte gözetir. Yazında ‘çift veya ikili hedef’ olarak da bilinen bu görev çerçevesinde, işsizlik rakamının doğal işsizlik oranı kabul edilen yüzde 5’in, enflasyonun da fiyat istikrarı ölçütü kabul edilen yıllık yüzde 2’nin altında kalacağı bir durumu kalıcı biçimde oluşturmaya çalışır. İktisat kuramı, işsizliğin doğal işsizlik oranının altına düşmesi halinde firmaların ücretleri artırmak zorunda kalacağını, bunun da enflasyonu hem gelir kanalıyla talep hem de maliyet kanalıyla arz yönlü olarak artırıcı etki yaratacağını söyler.

 

Son dönemde işsizlik (hem işsizlik oranı hem işsizlik ödemelerine başvurular gibi göstergelerin tamamına göre) tarihî düşük seviyelerde seyrediyor. Grafiklerde de görüldüğü üzere ABD işgücü piyasası son 50 yılın en iyi durumunda.

Buna karşılık, Fed’in temel enflasyon göstergesi olarak kabul ettiği kişisel tüketim harcamaları endeksinin yıllık artış oranı (PCE endeksi) hem yüzde 2’nin hem uzun dönem ortalamasının altında kalmaya devam ediyor.

Gıda ve enerji gibi dışsal şoklardan etkilenen ve talep koşullarına görece duyarsız kalemleri dışarıda bırakan çekirdek enflasyonun küresel krizin ardından 2012’de ve 2018’de birkaç ay dışında fiyat istikrarı düzeyine karşılık gelen yüzde 2’nin sürekli altında kalmış olması da dikkat çekici. Bazı iktisatçılar bu veriden hareketle iktisat kuramının geçerliliğini sorguladı, doğal işsizlik oranı ile yakinen ilişkili olan nötr faiz oranı ile ilgili bütün bildiklerimizi unutmamız gerektiğini iddia etti.

 

Oysa kuramda tutarsızlık gibi görünen durum çok daha basit bir biçimde açıklanabilir. Emek –sermaye ile birlikte- iki temel üretim faktöründen biridir. Ücret ise emeğin fiyatıdır. Denge durumunda –diğer her şey aynı kalmak koşuluyla- bir birim emeğin üretime sağladığı katkı ile emeğin marjinal fiyatının birbirine eşit olması beklenir. Bir başka deyişle, ücret artışı (bir birim emeğin fiyatındaki artış) ile verimlilik artışı (ilave bir birim emeğin üretimde yarattığı ilave katma değer) ilişkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, verimlilik artmadığı sürece reel ücret artışı olmaması doğaldır.

 

Bu durumda sorulması gereken soru; “bu kadar parasal genişlemenin nominal fiyatlar üzerindeki etkisinin neden sınırlı kaldığı” olacaktır. Finansal sistemin derinleşmesi ve finansal katılımın yaygınlaşması sayesinde ekonomik birimlerin artan likiditeyle finansal varlık taleplerini artırmalarına yönelmiş olması gerçeği sorunsal gibi görünen bu duruma yeterli cevabı verebilir. Küresel krizden sonra geçen dönemde dünyadaki toplam borç yaklaşık yüzde 40 artışla 255 trilyon USD seviyesine çıkmış ve bu artışın yüzde 60’tan fazlası ABD ve Çin ekonomilerinden kaynaklanıyor. Fed’in ikinci parasal genişleme programının devreye alındığı 2010 yılından bugüne ABD kişisel tüketim harcamaları çekirdek endeksindeki birikimli artış yüzde 16,2 iken, ABD konut fiyatlarını gösteren Case-Shiller fiyat endeksi yüzde 48,5 oranında, tasarruf mevduatları yüzde 85,4 oranında artış kaydetmiştir. Aynı dönemde ABD hisse senedi piyasasının göstergesi olan Dow Jones DJIA endeksindeki artış yüzde 164,5 olmuştur.

Sorun Temellerde Parayla Çözemezsin

 

Sisifos Laneti yeniden üstümüzde. Mevcut ekonomik yapının, üretim teknolojilerinin, ilişkiler sisteminin, işletmelerin örgütsel modellerinin katma değerde marjinal artış sağlayamayan, verimliliği artıramayan bir konumda olduğunu, dolayısıyla da yazımızın girişinde geçmişteki örneklerinden bahsettiğimiz tıkanma dönemlerinden birine geldiğimizi düşündürecek bulgular var. Dünya Bankası verileri Araştırma-Geliştirme (Ar-Ge) harcamalarıyla büyüme arasında 1950’lerden beri varlığı kanıtlanmış ilişkinin son 10 yılda istatistiksel olarak anlamını yitirdiğine işaret ediyor.

 

Ar-Ge harcamaları ile büyüme arasındaki ilişki verimlilik aracılığıyla kurulur. Ar-Ge harcamaları yeni buluşlara ve teknolojilere kapı açar, aynı miktarda emek ve sermaye ile daha fazla katma değer üretilmesini mümkün kılan yenilikçi sıçrama aynı zamanda üretim ilişkilerini, ticareti, işletmelerin örgütsel yapısını ve faaliyet modellerini iyileştirir. Öte yandan, emek verimliliği arttığı için çalışanların satın alma güçleri, sermaye verimliliği arttığı için de yatırım olanakları artar.

 

Hem ABD’de hem Avrupa Birliği (AB)’nde Ar-Ge harcamalarının GSYİH içindeki payı ile GSYİH’nın büyüme hızı arasındaki ilişkiyi gösteren grafik bunu açıkça yansıtıyor. Üstelik ABD ile AB arasında Ar-Ge harcamaları farkı son dönemde büyüme farkı ile Ar-Ge harcamaları farkı arasında neredeyse negatif bir korelasyon gözleniyor. Dolayısıyla 1970-2000 arasındaki dönemde gözlemlenen Ar-Ge harcamalarının verimliliğe ve büyümeye katkısının özellikle krizden sonrası için geçerliliği sorgulanmaya açık görünüyor.

Bu konuyla ilgili bir başka gösterge ise yazında ‘yenilikçilik buhranı’ olarak da ifade edilen husus. Yukarıdaki açıklayıcı çerçevede Ar-Ge harcamaları ile verimlilik arasındaki bağlantıyı sağlayan etken yenilikçilikti. Oysa son dönemde Ar-Ge harcamaları ile elde edilen yeni ürünler ve teknolojiler arasındaki ilişki de zayıflamış görünüyor. OECD verilerine göre özellikle son 5 yılda GSYİH’ya oran olarak Ar-Ge harcamaları ile geliştirilen patent sayısı arasındaki korelasyon istatistiksel olarak anlamlı değil. 2005 yılında OECD genelinde bir yılda alınan patent sayısı 1985 yılındakinin 2,7 kat fazlasıydı. 2017 yılında alınan patent sayısı ise 10 yıl öncekinin 1 milyon 860 bin adet gerisindeydi.

Mevcut paradigma, verimliliğin sınırlarını zorlamaya başladığında tıpkı geçmişte olduğu gibi büyümede sorunlar yaşanması, paylaşım yüzünden hem toplumların içinde hem uluslararası düzeyde gerginliğin artması, çatışmaların baş göstermesi söz konusu olur. Piyasalardaki dalgalanmalar servetin bir anda el değiştirmesine yol açabilir. Sorunun üstünü örtmek için likidite kullanıldıkça spekülatif pozisyonlar büyür ve oynaklığın boyutu artar. Geçmişte yaşananlardan bir model oluşturulacak olursa, hem nitel gözlemler hem nicel veriler şu an küresel düzenin karşı karşıya olduğu sorunun paradigma değişikliği öncesi buhranına büyük ölçüde benzediğini desteklemektedir.

 

Yakın gelecekte bilişim alanında kuantum bilgisayar, yapay zekâ, nesnelerin interneti gibi ekonominin ve toplumsal yaşamın bilgi tabanlı dijital dönüşümü; malzeme alanında polimeri, metali, seramik ve karbon tabanlı yeni ürünler ile nanoteknoloji, enerji, motor ve uzay teknolojileri alanlarında asteroit madenciliğinden başka gezegenlerde yerleşime kadar neredeyse bilim-kurgu sınırında dolaşan gelişmelere tanık olma olasılığı çok yüksek görünüyor. Böyle bir teknolojik değişim insanlığa bugün karşı karşıya olduğu varoluşsal tehditleri de ortadan tamamen kaldıracak bambaşka ufukları açabilir. Sorunun çözümü Merkez Bankasının banknot matbaasında veya faiz oranlarında değil, özgür düşünce, bilimsel araştırma, buluş, yenilik ve verimlilik artışında. Temellere odaklanma zamanıdır.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.