Metafizikten Sessiz İstifa
Son dönemde giderek yaygınlaştığı düşünülen, genelde dinden özelde aşkın olandan uzaklaşmayı aslında bir tür sessiz istifa hatta sessiz feryat olarak okumak ve aşkı/nı mümkün kılabilmenin çarelerine bakmak gerekmektedir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin en altındakileri sağlamaktan öteye geçemeyen mankurt bir insandan fazlası olamayacağız.
Pandemiyle şöhret bulan kavramlardan birisi de “sessiz istifa” (quiet quitting). Kavram, Sezai Karakoç’un Kara Yılan şiirindeki “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” mısraındaki ifadesinin bir anlamda iş hayatına uygulandığı haliyle düşük hatta kaybolan motivasyonun sonucunda “çalışmıyor gibi çalışmak” anlamına geliyor. Lakin burada anlatılan 40 kişinin bir yumurtayı taşıdığı ya da Sovyet dönemi bir işyeri fıkrasındaki “Patron devlet bize maaş veriyor gibi yapıyor, biz de çalışıyor gibi yapıyoruz” ifadesindeki verimsizliği değil bireyin işyerindeki ücret ve dikey promosyon olarak maddi ve/ya değerli hissetmek gibi manevi beklentilerinin karşılanmadığını düşündükçe sadece iş tanımına girenleri yapıp üretkenliğini kaybetmesi. Kavramın daha ziyade iş dünyasını ilgilendirmesine rağmen şöhret olması da sosyal medyada viral hale gelmesi sonucunda oluyor. Modern insanın adeta kariyeriyle özdeşleştirilmesinin sonucunda “başka bir insanlık da mümkün” taleplerinin ayyuka çıkmasından başka bir şey değil aslında bu gelişme. Hatta bir tür sessiz feryat desek de pek yanılmış olmayız.
Bu kavramı öğrendikten sonra aslında benzer bir sessiz istifanın metafizik bağlamda olduğundan hareketle giderek birçok mecrada ifade edildiği üzere deizmin, agnostisizmin hatta ateistleşmenin yaygınlaşmasını açıkladığı kanaatine vardım. Son dönemde Türkiye’de çok dillendirilen, özellikle artık her olumsuzlukta günah keçisi haline getirilen Z Kuşağı arasında arttığı düşünülen, genelde dinden özelde İslam’dan uzaklaşma anlamında da kullanılabiliyor bu kavram. Bireysel gözlemim, gençlere atfedilen bu dinden uzaklaşma eğiliminin daha yaşlı kuşaklarda da kabul görüp dünyevileşmenin ya da materyalistleşmenin giderek yaygınlaşması. Bu bağlamda, dinin siyasal ve kurumsal etkinliğiyle kamusal alanda görünürlüğü arttıkça dostlar alışverişte görsün kabilinden ya da başımıza bir şey gelmesin diye belirli dinsel ritüellere katılımın riyakarca sürdürülmesinden ya da umarsız bir umursamazlığın görünümlerinden daha fazlası değil. Bir siyaset bilimci olarak kurumsal veya değil, genelde din özelde inanç meselelerinde beni fenomenin teolojik hatta sosyal boyutları cezbetmiyor, beni ilgilendiren buradan siyasetin yeniden nasıl kurgulandığı ve böylece iktidarın nasıl dönüştüğüdür. Yoksa Voltaire’in “Tanrı olmasaydı bile biz onu icat etmek zorunda kalacaktık ama bütün tabiat O’nun varlığını bize haykırmaktadır” ifadesindeki gibi bir kelam tartışmasına girişmek değil zaten amacım, çünkü dinsel inancı ve siyasal izdüşümünü verili olarak alıyorum.
Artık dilimize pelesenk ettiğimiz pandemiyle tedarik zincirlerindeki lojistik kırılmanın tetiklediği ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle derinleşen küresel enerji piyasalarındaki dengesizliğin ivmelendirdiği küresel ekonomik kriz kaçınılmaz olarak yaşadığımız dünyayı daha fazla maddi cihetten fark etmemizi sağladı ya da maddileştirdi. Aynı şekilde insanın biyolojik yönü, pandemiyle birlikte diğer boyutlarına ağır bastı. Elbette kapitalizm küreselleştikçe maddi olan manevi olana galebe çalmaktadır. Hal böyle olunca da sadece özelde din genelde herhangi bir inanç değil, manevi alanın içine giren örneğin aşk veya değerler de değer kaybetmektedir. Böylece insanın biyolojik yönü ağır bastıkça, bu tarafı tatmin edebildiysek gerisi zaten hallolur anlayışı daha fazla kabul görmektedir.
Dinin Kurumsallaşması
Aşkın -geçtim ilahi olanından- insani olanının bile bu kadar cinselliğe indirgendiği bir dünyada, metafiziğin tabutuna son çivi de çakılırken insan aşkın olanla bağını giderek kaybetmektedir. Bu bağlamda, din sadece bir inanç meselesi değildir hatta hiçbir zaman da olmamıştır. Zira bütün dinler, ontolojilerinin gereği, kurumsallaştıkça kaçınılmaz olarak bir sistem mühendisliği çerçevesinde bürokrasilerini de inşa eder ve aynı zamanda ahlaki normlarla bezenmiş bir hukuk üretirler. Zaten bir hukuki çerçeve inşa ettiğinizde bunun sistematik bir düşünce setinden ziyade uygulamaya geçebilmesi eşyanın tabiatı gereği bir bürokrasisinin inşasını gerekli kılar. Dinin kurumsallaşmasının dışında kalan inanç sahipleri için -pratiklerinden bağımsız olarak- “inançlı ama dindar değil” gibi bir tanımlama anlamlı olmaktadır. Zira bu anlam, bireylerin herhangi bir dinin inanç çekirdeği konusunda temel görüşü içselleştirdiklerini ama bunu pratiğe çevirme konusunda ne o işleyen sistematiğe ne de o bürokrasiye ihtiyaç duyduklarını duyurmaktadır. Kaldı ki dindarlık, din sahibi olmanın ötesinde interaktif bir ilişkinin sonucu olarak dinin kurumlarıyla da bireyi sahiplenmesidir.
Dinin sosyal boyutunda ise hem bireyler arası hem toplumsal bağların hem de sosyalleşme süreçlerinin sınırları çizilir, çünkü günün sonunda din sadece bir inanç değil o inancın nasıl hayata geçirileceği ve böylece bireyin ve yaşadığı toplumun şekillenmesidir. Görüldüğü üzere din doğası gereği siyasaldır, zira bütün dinler yeryüzünde ebedi bir esenliğin tesisi için ilahi emir ve yasaklar vaaz ederler. İşte bu emir ve yasakların da pratiğe geçirilebilmesi için bir otoriteye ihtiyaç duyarlar. Bu otorite inşası dine özgü değildir, zira herhangi bir emir ve yasağın uygulanabilmesi ve bunun bireye ve topluma mal edilebilmesi, kısacası herhangi bir hukuk mevzuatının uygulanabilmesi ancak siyasal otoriteyle mümkündür ya da bunu mümkün kılan otorite siyasaldır. Örneğin, uluslararası hukukun iç hukuktan temel farkı, birincisini uygulayacak devlet gibi belirgin bir otoritenin yokluğudur. İç hukukun uygulanabilmesi için kolluk kuvvetlerinden tutun da yargı bürokrasisi ve bu yargının işlediği hapishanelere kadar geniş bir yapı ortadadır. Bu yapıyı inşa edemeyen ne bir inanç ne de bir fikir hayatta kalabilir, kalsa da sönükleşir.
Materyalist Rasyonalite
Maneviyattan sessiz istifa, materyalist rasyonaliteyi belirginleştirmektedir. Ölüm sonrası öbür dünya inancı, bu dünyanın geçici zevkleri ve acılarından ebedi olanlar için vazgeçmeyi veya bunlara katlanmayı gerekli kılmaktadır. Bu dünya, sonrasının bir tarlası olarak bir meşakkat yurdu, bir sürgün hatta bir çilehanedir. İnsan ruhunun koptuğu anakaraya ulaşabilmesi ancak bir geçiş tüneli veya bir anahtar olarak ölümle mümkündür. Mevlana’nın ölümünün her yıl düğün gecesi (Şeb-i-Arus) olarak anılması bu anlayışın kristalleşmiş halidir. Lakin hiçbir din bu geçişi hızlandırmak için intiharı olumlamaz. Aynı şekilde birer ilahi imtihan olarak görülen hastalıklar da ne kadar elem verici olurlarsa olsunlar bunlara katlanmak ve şifalanmak için gerekli sebepleri aramak gereklidir ama ötenazi de olumlu karşılanmaz.
Materyalist bir perspektifle öbür dünya, eşyanın tabiatı gereği bilgi alanına değil inanç alanına tekabül ettiğinden varlığı ancak ihtimal dahilindedir ve dünyaya atfedilen önem “eldeki bir kuş daldaki iki kuştan değerlidir” ilkesinden hareketle bu dünya ve sundukları bir imtihan değil tam tersine yegâne alan olarak betimlenir. Tarih boyunca maddi olana erişim kolaylaştıkça manevi olana ilgi azalmıştır. Bir diğer paradoks da dinlerin kurumsal güçleri ve dolayısıyla kamusal görünürlükleri arttıkça maneviyatın zayıflamasıdır. Örneğin, Katolikliğin güçlenmesiyle debdebeli kiliseler en çok da bu dinin müntesiplerince “Hz. İsa fakirdi ve fakirleri severdi” bilgisiyle çeliştiğinden, bireylerin inanç alanından kopuşunu kolaylaştırmıştır. Çünkü bilgi ve inanç özünde iki ayrı alanı temsil etmektedir. Bildiklerimize inanmamıza gerek yoktur ve bil/e/emediklerimize de doğal olarak ya inanırız ya da inanmayız. İlla dinsel olması gerekmiyor; herhangi bir inanç nihai kertede bir ikna oluş, teslim oluş kısacası itminan halidir. Öte yandan bilgilerimiz de inançlarımız da istikrarlı olsalar bile sabit değillerdir ve değişime münhaldirler. Doğru bildiklerimiz zamanla yanlışlanabilir ya da yanlış bildiklerimiz doğrulanabilir, inançlarımız başka inanışlarla ortadan kalkabilir veya en azından pratik geçerliliklerini kaybedebilirler. Dahası, herhangi bir dinsel inanç bilgi alanına tekabül etmediğinden agnostik olmayı gerektirir çünkü bilsek zaten inanmamıza gerek yoktur.
Ters Yüz Olan Değerler
Öte yandan zaman, her anlamda getirdiği değişim ve dönüşümlerle bireyin ve toplumun algılarını çeşitlendirmektedir. Nasıl ki beş yaşındaki dünyayı kavramsallaştırmamız 15 yaşında anlamlı gelmiyorsa, hayatımızın herhangi bir döneminde anlamlı bulduklarımız da anlamsızlaşabilir veya daha önce anlam dünyasında yeri olmayanlar anlam kazanabilir. Bu durum değerler dünyası için de geçerlidir. Bireysel ve/ya toplumsal anlamda değer atfettiklerimiz zamanla tersyüz olabilir. Genelde modernite hatta artık hiper-modernite ve özelde kapitalizm bu değişimin aynı modada olduğu gibi hızını ve ivmesini artırmaktadır. Daha öncesinde yüzyıllara şamil değişimler on yıllarda hatta daha kısa sürelerde gelip geçmektedir. Güncel bir örnek vermek gerekirse Metaverse, NFT veya kripto piyasalarının pandemi sürecinde hızla değerlenip aynı hızda yere çakılması sanırım bu baş döndürücülüğü açıklamaktadır. O yüzden modern insan, limansız bir denizdedir ve kendisini denizci düğümüyle bağlayabileceği bir kulp arayışındadır. İşte madalyonun öbür yüzünde tam da kişinin kendini çıpalayacağı bir limanın olmaması maneviyat ihtiyacını kamçıladığından yeni dinsel hareketler ön plana çıktığı gibi kadim dinler de varlıklarını sürdürebilmektedir.
Sonuç olarak, son dönemde giderek yaygınlaştığı düşünülen, genelde dinden özelde aşkın olandan uzaklaşmayı aslında bir tür sessiz istifa hatta sessiz feryat olarak okumak ve aşkı/nı mümkün kılabilmenin çarelerine bakmak gerekmektedir. Aksi halde Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde piramidin en altındakileri sağlamaktan öteye geçemeyen mankurt bir insandan fazlası olamayacağız ve bunu da çalışma günlerini beşten dörde indirerek aşamayacağımız aşikârdır.