Mevcut Gerilim Perdelese de Ciddi Bir Dönüşüm Geliyor

Türkiye çok hızlı kötüleştiği gibi çok hızlı da iyileşecek potansiyele sahip bir ülke. Türkiye’de her şeye rağmen kamusal alan genişliyor, kültürel kamusal alan derinleşiyor. Çok ciddi bir sosyolojik, kültürel dönüşüm olduğu açık. Mevcut siyasi gerilim bunu görülebilir olmaktan azade kılabiliyor ama bu tül biraz açıldığında, Türkiye biraz normalleştiğinde bunun daha görünür olacağını düşünüyorum.

Besim-F.-Dellaloğlu

Türkiye’de kamusal gündeme taşınan hemen hemen her konu başlığı, kısa bir süre içerisinde, siyasal önceliklerin veya kültürel ayrışmaların belirleyici olduğu keskin bir tartışmaya yol açıyor. İki asrı aşan modernleşme tecrübemizin yarattığı ve beslediği ayrışmalar bugünümüzü de şekillendirmeye devam ediyor.


Türkiye’de ve yurt dışında birçok üniversitede akademik çalışmalar yürüttükten sonra geçen sene üniversiteden emekli olan sosyolog Besim Dellaloğlu ile akademi ve düşünce dünyasını mercek altına alarak, bu durumun yapısal dinamikleri üzerine kapsamlı ve zihin açıcı bir konuşma gerçekleştirdik.

 

Cumhuriyetin yüzüncü yılına yaklaşıyoruz. Osmanlı dönemini de eklersek, modernleşme serüvenimiz iki asra yaklaşıyor. Siyasi, toplumsal ve kültürel fay hatlarına bakıldığında, iki asırdır neredeyse aynı sorunların belirleyiciliklerini korudukları söylenebilir. Devlet-din ve devlet-toplum ilişkileri veya evrensel-yerel, doğu-batı dikotomileri neredeyse iki asırdır aynı gerilim hatlarından besleniyor. Bu durumu nasıl okuyorsunuz? Bunu normal mi görmek gerekir, yoksa Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesinin kendine özgü bazı anomalileri mi bu duruma yol açtı?

 

Din-devlet, devlet-toplum, evrensel-yerel, Doğu-Batı düalizmleri belli ölçülerde etkisini koruyor. Üstelik, modernleşme ülkesi olan Türkiye’nin aceleci tavrına rağmen, aslında bu temel noktalarda çok büyük bir yol kat etmediğimizi söyleyebiliriz. Çünkü modernleşme Batı’da olduğu gibi sosyal tabana dayanan bir şey değil. Daha çok devletin etrafındaki birtakım iradeler üzerinden işliyor. Ama ona rağmen burada bir yönetilebilirlik sorununa sahip olduğumuz söylenebilir. Tanzimat’tan beri bu konuda çok fazla bir değişiklik yok. Sorunların çözümü mümkün müdür, bu da mutlak bir tartışma ama sanki sorunları tam olarak çözmüyoruz. Sorunlar nitelik değiştiriyor ve dönüşüyorlar. Ana hat sorunları hâlâ tartışıyoruz, işin devam tarafı bu.

 

Diğer taraftan her şeye rağmen bir değişim de var: Devlet ile toplum arasındaki mesafeyi bir dönemin moda terimi olan “vesayet” ile açıklıyorduk. Şimdi bu göreli otoriterleşmeye rağmen bir sivilleşme olduğunu da söyleyebiliriz. Devlet ile toplum arasındaki dindarlık, laiklik ve sekülerleşme meselesi açısından, aslında sorunun sosyal sahaya indiğini söyleyebilirim. Yani sivilleşme de demokratikleşmeyi garanti etmiyor. Hatta otoriterleşmeyi artırabiliyor. Bu, seksenlerden sonra yavaş yavaş gerçekleşen ama ağırlıklı olarak da AKP döneminde olan bir şey.

 

Ben yükselen İslamcılığı da bir tür sekülerleşme hareketi olarak nitelendiriyorum. Öbür taraf, yani CHP tabanı ise daha çok laikleşmiş bir taban. Tabii devlet burada bir taraf, devletin pozisyonu bu konuda değişti, bu doğru ama artık toplumun daha fazla müdahil olduğunu da söyleyebiliriz. Hatta bütün bu kutuplaşmanın aslında bununla ilişkili olduğunu düşünüyorum.

 

Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi kitabında “modernleşmeden modernliğe geçiş” tabirini kullandım. Ama o kitap daha çok gelenek ile modernlik arasındaki uzlaşma penceresinden okundu. Modernleşmeden modernliğe geçerken her şey güllük gülistanlık olmayacak, sadece daha farklı sorunlarımız olacak dediğimi hatırlıyorum. O yüzden böyle bir hat üzerinde, toplum ile devlet arasındaki ilişkide bir dönüşüm yok değil ama mesela evrensel-yerel, Doğu-Batı; daha zihniyetsel meseleler açısından çok dar bir kutuplaşmanın arttığını söyleyebiliriz.

 

 

Son dönemdeki kutuplaşmada, yerli ve milli söylemiyle birlikte öteki mahallede aşırı bir içe kapanma oldu ve evrensel-yerel dikotomisi açısından, 15-20 sene öncesine göre daha gerilimli bir yerde olduğumuzu söyleyebilirim. Doğu-Batı meselesini bununla birlikte ele alabiliriz diye düşünüyorum. Türkiye’de Batı merkezli düşünenler Tanzimat’tan beri daha öndeydi, şimdi yerlici kesim daha önde. Gerilimin niteliği açısından bir yükseliş var ve bu bir yandan politik gerilimi de besliyor.

 

Ama bunun orta yaş üstü kuşaklardan genç kuşaklara ne kadar devredildiği konusunda çok emin değilim. Bu konuda araştırma yapmak lazım. Politik gerilim yüzeyde, sosyal medyada, basında, sosyal hayatta çok yüksek olduğu için ve genelde hep orta yaş üstü kuşaklar daha fazla konuştuğu için biz bunu çok hissedemiyoruz gibi. Ancak sosyal medyaya doğmuş, cep telefonlarıyla büyümüş, otomatikman küresel dünyayla daha fazla iletişimi olan kuşaklarda bu aktarımın sanki biraz daha az görünür olduğunu düşünüyorum. Daha kültürel ve daha zihniyetsel dikotomiler açısından, bu daha fazla bizim kuşakların derdiymiş gibi.

 

Bu siyasi gerilim ne zaman çözülür bilmiyorum ama belli bir makul vadede çözülürse bu konuda çok hızlı bir dönüşüm olabileceğini sanıyorum. Siyasi motivasyon bunun daha fazla kamusal olmasını engelliyor sanki. Gerilim biraz düştüğü zaman onu daha fazla göreceğiz.

 

POLİTİK ÖZNELER DEMOKRAT OLMADAN SİSTEM DE DEMOKRATİK OLMAYACAK

 

Yıllardır Türkiye siyasetini ve siyasal sosyolojiyi merkez-çevre, sağ-sol, laik-dindar gibi kavramsal dikotomiler üzerinden okuduk. Öte taraftan muazzam bir toplumsal değişme de yaşanıyor; merkez ve çevre ile atıfta bulunduğumuz kesimlerin siyasal statü ve rolleri değişti. Sağ ve sol, toplumsal değişim karşısında çok dar formlar olarak kaldı. Laik-dindar dikotomisi içerik değiştirmesine karşın ancak siyasal psikoloji ile ilişkili olarak işlevselliğini sürdürüyor. Kısacası, yıllardır Türkiye siyasetini okumak için kullandığımız kavramlar büyük ölçüde işlevsizleşti. Siz bu gözleme katılıyor musunuz? Sizce siyaset bilimcilerin, sosyologların mevcut siyasal ve toplumsal yapıyı doğru okumak için ne tür yeni kavram setleri geliştirmeleri gerekir?

 

Tanpınar üzerine çalışırken, biraz Şerif Mardin ile Nilüfer Göle hocalarımın bakış tarzlarının devamı ve modifikasyonu olarak “Modernleşmeden Modernliğe Geçiş” diye bir kavramsallaştırma kullandım. Evet, büyük ölçüde 1980’lerden sonra oluşan siyasal toplumsallaşma çevrenin merkeze gelmesi şeklinde de okunabilir ama ben şöyle okumayı tercih ediyorum. Modernlik Batı’da, Avrupa tecrübesinde ortaya çıkıyor ama aslında -bunu söylemek için Marksist olmak da gerekmez- toplumsal sınıflar var. Hatta modernlik dediğimiz tecrübe, burjuvazi diye bir sınıfın hikâyesi. Türkiye, Rusya gibi Batı’nın çeperindeki ülkelerde, kolonyal bir işgal de yaşamamış toplumlarda aslında iradi olarak bir modernleşme başlıyor. Ama bu tabii ki Batı’da olduğu kadar sosyolojik derinlikten beslenemiyor. Dolayısıyla toplumsal taban ayağı aydın, asker-sivil bürokrasi gibi zümreler tarafından ikame ediliyor. Bizim böyle bir geçmişimiz var.

 

1980’den sonra aslında Türkiye’de kamusallaşma, çevrenin merkeze taşınması, kentsel kamusallığın genişlemesi, çok hızlı bir göç ve eğitime çok hızlı bir şekilde erişemeyen toplumsal kesimlerin çok hızlı bir şekilde eğitime erişmesiyle birlikte “modernleşmeden modernliğe geçiş” diye tarif ettiğim çok ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. İçinde yaşadığımız krizi geniş anlamda şöyle tarif edebilirim; modernleşmeden modernliğe doğru geçiyoruz, toplum aktörleşiyor, vesayet kalkıyor. Vesayet demek zaten toplumun reşit olmaması anlamına gelmiyor mu? Artık bu perde kalktı. Toplumun dibini de görebiliyoruz.

 

Mesela ben buna 15 Temmuz’u örnek gösterebilirim. 15 Temmuz, aslında vesayetin Türkiye’de tamamen kalkmış olmasıdır. Yani bir darbe girişimi oldu ve başarısız oldu. Tabii Talat Aydemirler falan da var, ilk başarısız darbe girişimi değil. Toplumun sahaya inmesiyle engellenmesi açısından bir ilk, çünkü diğer örnekte yine toplum sahaya inmeden, yine devlet katında engellenmişti. Ama bu, demokrasinin genişlemesine neden olmadı, otoriterleşmenin artmasına neden oldu.

 

Evet, toplumun demokratik ve kamusal tecrübeleri az ama kendini sahada daha fazla gösteriyor artık. Bunu sosyolojik açıdan bir “ilerleme” olarak algılayabilir miyiz? Bir açıdan evet ama vesayetin garantisi altında demokratik haklar ve kullanımlarımız açısından birtakım lükslerimiz, konforlarımız da varmış. Vesayet geri çekildiği için çoğunluğunun istediği her şey siyasete doğrudan yansıyor veya merkez siyaset bunu yönetebiliyor. Demokrasiye ulaşabilmemiz için sadece sistemin prosedürel demokratikliği yetmiyor, toplumsal aktörlerin demokrat olması gerekiyor. Vesayet döneminde bu açık ortaya çıkmıyordu.

 

Hatta şöyle de diyebiliriz: Türkiye’nin hukuki müktesebatı belki de Türkiye’nin sosyolojik yapısına göre belki fazla lükstü. Şu anda bir örtüşme var. Yani toplumun olduğu halle siyasi yapı örtüştü. Örtüştü ama sonuç evrensel değerler açısından hiç de ideal değil. Hukukla, normla, anayasayla demokrasi ithal edilemiyor. Belki de esas demokrasi mücadelesi şimdi başlıyor. Modernleşme Türkiye’de bol bol prosedür üretti ama toplum üretmede kısır kaldı.

 

Dolayısıyla burada hem siyasetin doğası hem de diğer disiplinler açısından yeni bir döneme de geçiyor olabiliriz. Çünkü biz toplumu hep verili bir şey olarak algıladık. Halbuki toplum da inşa edilen bir şey. Tamam, birtakım gelenekler ve din var ama sadece bunlara referansla da demokrasi olmuyor. O toplumu birtakım yeni değerlerle donatmak lazım. Toplum artık fazla görünür olduğu için ve bu süreç sosyal medya çağına denk geldiği için toplumun bütün kılcal damarlarını görüyoruz. Toplum eskiden bu kadar görünür değildi, arada vesayetin sağladığı birçok filtre vardı. Toplum bizim için hep “olması gereken”di, bu konuda fikir birliği yoktu. Sağcılar, solcular, İslamcılar, laikler farklı düşünüyordu ama toplum hep bir “olması gereken”di. Şimdi toplumun esas olduğu hali görüyoruz. Durum pek de iç açıcı değil.

 

YAŞLILARLA GENÇLER ARASINDAKİ KÜLTÜREL MESAFE ARTIYOR

 

Toplumun elbette kendine özgü bazı vasıfları, nitelikleri var ama desteklediği siyasal aktörlerin önceliklerinden çok etkileniyor. Siyaset ile toplum arasında karşılıklı bir etkileşim var ama siyaset bizde daha belirleyici. Bu gözleme katılır mısınız? Siyaset neden bu kadar belirleyici ve toplum neden buna kolaylıkla tabi oluyor?

 

Benim aklıma ilk gelen şu: Aslında bu Türkiye’nin modernleşme öyküsünün ana dinamikleriyle çelişki içinde değil. Siyasetin her şeyi belirliyor olması sadece AKP dönemine ait bir şey değil ama tabii ki bunu söyleyince şunu da eklemek lazım; ben 55 yaşındayım ve hiçbir dönemde bu kadar olmadığını söyleyebilirim. Burada bir dozaj tartışması da ayrıca açabiliriz. Ama demek ki işin yapısal bir tarafı da söz konusu, çünkü Batı’da toplumsal sınıflar var ve sınıf kavramı, daha çok iktisadi ayrımlar üzerinden dinamiğini bulan, gerilimi iktisat üzerinden, gelir dağılımı üzerinden belirlenen bir şey. Aslında bir açıdan liberal demokrasi dediğimiz şey de bunun üzerine kurulmuş. Modernleşme toplumlarında ise böyle bir hazır dinamik olmadığı için mesele daha politik ve daha kültürel.

 

Burada ekonomi-politik yerine kültür-politik terimini kullanıyorum, çünkü siyaset bu kültürel kodları hazır buluyor ve onu işlediği zaman daha fazla verim alabiliyor. Mesela AKP liderliğinin Gezi’den sonra kendi lehine ama Türkiye’nin aleyhine olarak keşfettiği bu. Zaten “yerli ve milli” söylemi başta yoktu, daha sonra gelişti. Oradan abandığı zaman hemen bir karşılık buluyor. Türkiye’de Tanzimat’tan beri var olduğunu görebildiğimiz, Şerif Hoca’nın kitaplarında bile olan “iki mekteplilik”e kadar gidebilen, medrese ile Batılı askeri okullara kadar götürülebilecek, aslında kültürel iktidar kavgası dediğimiz fakat benim daha çok hegemonya terimini tercih ettiğim bir kültürel iç savaş tarihi var. Dolayısıyla bir siyasi iktidar sıkıştığı zaman oraları kolaylıkla kaşıyıp oradan umulmadık politik rantlar elde edebiliyor.

 

Erdoğan’ın siyasi söylemleri belli bir yaş üstü seçmene çok daha kolay nüfuz ederken; belli bir yaşın altındakilere, kafası karışıklara, şehirli, daha eğitimli ama dindar tabana nüfuz kapasitesinde bir verim düşüklüğü var. Gezi’den beri biraz oraya da bakmak gerekiyor diye düşünüyorum. 68 kuşağı kadar çok büyük bir kuşak yenilenmesi olmasa bile Türkiye’de son zamanlarda; sosyolojik terimle toplumsallaşmış, çocukluğunu ve gençliğini son 20 yılda geçirmiş kuşaklar ile daha önceki kuşaklar arasında kültürel mesafenin de biriktiğini görmek lazım.

 

AYDIN ARTIK SIRTINDAKİ KÜFEYİ TAŞIYAMIYOR

 

Buradan, kamuoyunda da ilgi çeken aydın tipolojileriyle ilgili yazdığınız yazılara gelmek istiyorum. Bu yazı dizisinde, modernleşme tecrübemizle de ilişkilendirerek özerk bir kamusal alanın olmayışının altını çiziyorsunuz. Ayrıca, sol ve sağ aydın tipolojileri arasında, birisinin kültürel otantisiteyi öncelerken, diğerinin evrensel normları öncelediğini söylüyorsunuz. Bu geçen yüzyıllık süre boyunca sizce bu öncelikler neden eklemlenemedi, iki farklı mahalle arasında karşılıklı bir esneme ve örneğin asgari bir ortak zemin kurulamadı. 90’larda bu iki ekseni birbirine yaklaştıran ortak bir alan da oluşuyor gibiydi. AK Parti iktidarının ortalarında siyasal mücadelenin keskinleşmesiyle, bu geçişli alan da kayboldu sanki. Asgari bir objektiflik ve diyalog imkanı üzerinden konuşan-yazan çevreler de mevzi savunmasına çekildiler. Bu süreci değerlendirir misiniz?

 

Aydının bu kadar ön planda olması, Türkiye’nin modernleşme sendromlarının bir yansıması. Aydının bir toplumda bu kadar iş görmesi, ona bu kadar işlev yüklenmesi bence normal değil. İdeal demokratik bir toplumda böyle olmaması gerekir, çünkü işçiler, köylüler, sınıflar, zümreler var. Bizde aydın çok idealize edilmiş, hatta neredeyse peygambervari bir motif, bunu kimse taşıyamaz. Bunun Türkiye’nin modernleşme toplumu olmasından kaynaklanan bir tarafı var. Buna çok bayağı terimle bir tür burjuvazi açığı diyebiliriz. Batı’daki burjuvazi, Türkiye’de kökenlerini tam olarak bulamadığı için o açık, asker-sivil bürokrasi ve aydın kesimi tarafından dolduruldu. Dolayısıyla toplumsal değişimin temel aktörü sanki aydınmış gibi ortaya çıktı.

 

Batı demokrasisi aslında ekonomi-politik bir eksen üzerine kuruluyor. Halbuki, ekonomi-politik açığı şeklinde de adlandırabileceğim burjuvazi açığı, Türkiye’de kültür-politik ile karşılanıyor. Dolayısıyla mahalleler, sosyal cemaatler, kültürel kodlar üzerinden belirginleşiyor. Aslında Tanpınar’ın da itiraz ettiği buydu bence. Batı’da gelenek, muhafazakârlık, geçmiş ve hafıza yok mu? Oradaki mesele daha ilişkili bir şekilde dönüşürken, bizde çok kopuşçu bir dönüşüm yaşanıyor.

 

Geçmiş ve gelenekten de çok kolay vazgeçildiği algısı yaygın olduğu için geçmiş ve gelenek politize oluyor. Geleneğin politikleşmesi Cumhuriyet’in, Tanzimat’ın, Meşrutiyet’in, yani Türkiye’deki devlet aklının provoke ettiği bir şey. Başörtüsünü politik simge haline getiren de aslında Cumhuriyetçi laiklik politikaları, çünkü dindarlık, gelenekle barışık olmak politik bir kimliğe dönüşüyor. Buradan sağcı aydın tipolojisi çıkıyor ve bu tipolojinin aşırı defansif olmasını, yani evrensel değerlerle bu kadar kavgacı olmasını, 2020’de hâlâ sosyal medyada gördüğümüz tiplerin o sözleri söyleyebilmelerinin aslında 19. yüzyıla kadar götürülebileceğini Şerif Mardin Hoca’nın “iki mektep” dediği şeyde görüyoruz.

 

Mesela Humboldt, 1800’lerin başında modern üniversitenin ilk örneği olan Berlin Üniversitesi’ni kuruyor. Amerikalılar bile gelip oradan alıyor. Bu, Ortaçağ üniversitesinin, yani skolastik üniversitenin dönüşmüş hali. Osmanlı tecrübesi ise medreseyi sönmeye bırakıyor, onun karşısına Grandes Ecoles’ü açıyor. Orada da tam üniversite değil de yüksek teknik eğitim okulu açıyor, çünkü hızlı kadroya, nitelikli bürokrata ihtiyacı var. Aslında Darülfünun’a kadar üniversite açmıyor, birkaç deneme yapıyor ama beceremiyor. Aslında kültürel gerilimin kökeninde bu çatışma var.

 

Mesela Türkiye’de din dersi eğitimi hep sorun olmuştur. Eğitimin laik olmaması en önemli tartışma konularından biri olmuştur. Halbuki bu basitçe çözülebilir bir şey. Dini öncelikleri olan ailelerin çocuklarına okulda bir modül paket verirsin. Dolayısıyla alternatif bir eğitim hattına gerek olmadan, Cumhuriyet eğitim kurumları içinde çözülebilir bir şeydi ama çözülemedi. Gelenek vurgulu hat ayrı bir zihniyet dünyası üretti. Mesela onların ayrı kitapları, ayrı şairleri, ayrı romancıları oldu ve bu inanılmaz bir gerilim yarattı.

 

Batılı eğitim kurumlarının birtakım evrensel değerlere referans yapması bence bir sorun değil. Ben de o mekteplerden yetiştim, oraları biliyorum. Ama burada Batı’nın antropolojik kültürünün de aşırı evrenselleştirmesi buradan gelenlerin memleketle mesafesini arttırdığı gibi, diğer tarafta da daha önce ifade ettiğim aşırı defansifliğe neden oldu. Aslında burada yerli antropolojik kültür ile Batılı bir antropolojik kültürün çatışması da yaşandı. Bugün kültürel gerilimin siyaseten bu kadar rant getirmesi başka türlü açıklanamaz.

 

Aydın niye entelektüel değil? Entelektüel tutumlar da geliştiren aydın profilleri yok değil Türkiye’de ama bu daha çok istisnai durumlarda oluyor. Toplumun çok geniş kesimlerine konuşabilen veya ürettiği eser, toplumun çok geniş kesimleri tarafından kabul gören, izlenen ve referans alınan yazarımız son yıllarda oluşmaya başladı. Ben buna Necip Fazıl-Nâzım Hikmet sendromu diyorum. Her mahallenin kendi idolleri, kendi fetiş yazarları var ve bunlar arasında bir irtibat yok.

 

Dolayısıyla bu açıdan bakarsan, Tanpınar’ın “Nesiller boyu okuduğunuz beş kitap yoktur” demesi gibi. Cumhuriyet tabela olarak var. Tabelada Cumhuriyet yazıyor ama Cumhuriyet’in bu açıdan asgari koşulları henüz gerçekleşmemiş. Dolayısıyla burada çok ciddi sorunlarımız var. Başka bir açıdan başka bir terimle söylersek, daha Tönnies’in dediği anlamda, cemaat özellikleri hâlâ daha belirgin, en azından Batı’ya göre cemiyet özellikleri hâlâ biraz daha geride. Bu aslında Cumhuriyet projesinin veya modernleşme projesinin çok da başarılı olmadığı, bütün o toplumu dönüştürme söylemine rağmen o konudaki bazı stratejik tercihlerin çok başarılı sonuçlar vermediği tespitine götürüyor bizi.

 

TÜRKİYE’DE SOSYOLOGLAR MEVCUT SİYASİ KAVGANIN DIŞINA ÇIKIP ALANI ÜRETEMİYORLAR

 

Bir yazınızda, uzmanlık alanının gerektirdiği kaliteli üretimi önceleyen, içinde bulunduğu mahallenin üretim kalitesini gölgelemesine izin vermeyen iki örnek olarak Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’yi anıyorsunuz. Elbette buna başka isimleri de eklemek mümkün. Bu istisnai örnekleri besleyen, şekillendiren bağlam ile ilgili ne söylenebilir. Bu örnekleri mümkün kılan şartlar, dinamikler ile ilgili ne söyleyebilirsiniz?

 

Tabii benim ikisini merkeze almam, öncelikle ikisinin de hocam olmalarından kaynaklanıyor. Üzerine çalıştığım bir kitap vesilesiyle son iki-üç aydır onların kitaplarını neredeyse tekrar okuyunca daha da önemsedim. Tabii ki bu iki hocanın da Türkiye’de ve yurtdışında hem öğrencilik hem hocalık yapmaları, onlara bu konuda birtakım esneklikler sağlamıyor değil.

 

Ben Şerif Mardin veya Nilüfer Göle’nin hangi konuda ne yazdıklarından çok sosyoloji disiplinini inşa etme, alan üretme, bilim yapma konusundaki hassasiyetlerini önemsiyorum.  Yaşlandıkça buna daha fazla saygı duyuyorum, çünkü bu örnekler çok daha fazla artarsa Türkiye’de sosyoloji diye bir disiplinden söz edebiliriz. “Türkiye sosyoloji bölümünü ilk açan ülkelerden biri” diye sürekli övünüyoruz ama ürüne, kitaba, makaleye, analize baktığımız zaman uluslararası literatüre geçmiş, Mardin ve Göle gibi birkaç kişi var. Bir de uluslararası literatüre Türkiye gerçeğini konu ederek de geçmişler, bu da önemli.

 

Ancak Türkiye’de makbul olan sağ-sol, ilerici-gerici, Doğucu-Batıcı dikotomileri olduğu için ve sosyal bilimcinin öncelikle bir mahallesi olması gerektiği için, ortalama bir aydın için söylediğin her şey akademisyen için de geçerli. Doçent, profesör veya müdür olacak, Türkiye’de sürekli siyasi yatırım yapması gerekiyor. Eskiden bütün rektörler Kemalistti, şimdi İslamcı. Bu kadar olabilir mi? AKP’nin yönetiminde Türkiye’de bir tane nitelikli Kemalist rektör çıkmaz mı? Veya Kemalistlerin yönettiği Türkiye’de bir tane Müslüman doğru düzgün rektör çıkmaz mı? Bu çok ciddi bir sorun.

 

Şerif Mardin’in bu kadar tepki çekmesine neden olan özelliklerinden birisi, dini sosyolojinin konusu haline getirmesiydi. Din sosyolojisi, bütün siyasi görüşlerden bağımsız, sosyolojinin temel disiplinlerinden biri. Durkheim’a, Max Weber’e bak. Kurucu babaların hepsi bu konuda sayfalarca kitaplar yazmış. Ama Türkiye’de laik mahalleden gelen biri olarak Şerif Mardin, dini sosyolojinin konusu haline getirdiği zaman kategorik olarak bir siyasi seçim yapmış gibi algılandı. Laik mahallenin kendisine gösterdiği tepkinin kaynağında bu var.

 

 

Mesela Nilüfer Hoca Modern Mahrem’i yazdı. Büyük laf etmeyeyim, mutlaka daha önce de vardır ön çalışmalar ama başörtüsü Nilüfer Hoca’ya kadar bir “olması gereken” veya “olmaması gereken” konusuydu. Kemalistler için olmaması gereken bir şeydi, İslamcılar için de mutlaka olması gereken bir şey. Ama Nilüfer Hoca ne yaptı, başörtüsünün niye böyle olduğunu anlatmaya çalıştı. Ne oldu da seksenlerden sonra başörtüsü böyle bir sorun oldu? Niye başörtülü kızlar üniversitelerin kapılarına dizilmeye başladı? Bu bir sosyolojik realite.

 

 

Türkiye’de sosyologlar, uzun yıllar sınıfta da derste de tezde de büyük ölçüde Türkiye’nin mevcut siyasi kavgasını sürdürdüler. Tabii ki sosyal bilim pozitif bilim kadar köşeli değil ama bu kadar da keyfi olmamalıydı. Dolayısıyla biz siyasi endişeler nedeniyle, Türkiye’nin ana sorunları üzerine asgari bilgiyi üretemedik. Onların değerlerini küçültmek için söylemiyorum ama Şerif Mardin ile Nilüfer Göle’yi bu kadar önemli yapan aslında Türkiye sosyoloji geleneğinin çapsızlığı.

 

ORTA YAŞ ÜSTÜNDEN BİR ŞEY BEKLEMİYORUM, AMA GENÇLERDEN UMUTLUYUM

 

Bu toprakların oldukça uzun, zengin ve dinamik bir tarihsel mirası var. Beslendiği coğrafyalar ve zihniyetler itibarıyla Akdeniz’den Mısır’a, Roma ve Bizans’tan Selçuklu ve Osmanlı’ya pek çok damara, geleneğe yaslanıyor. Felsefi, dini ve siyasi pek çok damarla etkileşim içinde olmuş. Bunun güçlü, sürekli bir düşünsel gelenek üretmiş olması beklenir. Oysa Türkiye’de akademik ve düşünce üretimi büyük oranda ulusal sınırlar içinde bir tüketime tabi. Ulusal sınırları aşan yetkinlikte bir düşünce üretimine çok nadir rastlanıyor. Bize kıyasla çok daha tekdüze siyasi, dini ve felsefi mirasa yaslanan batılı ve doğulu toplumlar, -ki onlar da bizim gibi ulus-devlet veya modernleşme tecrübesinden geçtiler- bugün küresel tartışmaları etkileyebilen düşünürlere sahipler. Bizde küresel kapsamda bir düşünce üretimi olmamasının gerekçeleri ne olabilir?

 

Bir konferansta, “Türkiye bir Zizek bile çıkaramadı” diye bir laf ettim ve bu çok sorun oldu. Bu aslında günlük bir şey değil, kökeni çok eskilere dayanıyor. Bu entelektüel alanın mahalli olarak yapılanması ve bir rol paylaşımı üzerine, “Örgütlü Düşüncesizlik” diye bir yazı yazmıştım. Mesela Şerif Hoca’da çok güçlü bir Batılı eğitim ve uluslararası literatür var ama aslında Türkiye bilgisi de çok güçlü. Nilüfer Hoca, Modern Mahrem ile meşhur oldu. Tamam, Alain Touraine’in öğrencisi ama başörtüsü buranın meselesi.

 

Türkiye’yi bir insan gibi düşünürsek, beyni ikiye bölünmüş denilebilir. Bir muhafazakârlar, yerliciler, Doğucular var; onlar geleneği iyi biliyorlar. Bir de Batıcılar, ilericiler, laikler var; onlar da “Batı süper, Avrupa çok iyi” diyor. Uzun kuşaklar boyunca sağcılar dünyayı bilmekte, tanımakta zorlandılar. Batıcı, evrenselci, okur yazar dünyamız da Türkiye’yi, geleneği, geçmişi bilmekte çok zorlandı. Hatta burada aslında politik bir iş bölümü oluştu. Akademide de vardır; Türk Dili Edebiyatı ve Tarih sağcıların, Ekonomi ve Sosyoloji ise solcuların disiplinleridir. Tabii şu anki Türkiye’den söz etmiyorum, benden önceki kuşakta böyle bir rol paylaşımı oldu. Halbuki evrensel bilgi bunu kaldırmıyor. Sadece gerçekliğin bir kısmını bilerek bütün dünyaya söyleyecek bir söz üretemiyorsun, büyük bir teori inşa edemiyorsun. Türkiye’den yola çıkan ama bütün dünyaya seslenen bir şey çıkaramıyorsun.

 

Sekülerleşme kuramlarını İslamcılar bir dönem, haklı olarak çok eleştirdi. Ama İslamcıların yükselişini sekülerleşmenin çöküşü olarak okudular. Halbuki ben şimdi diyorum ki, “aslında İslamcılık bir tür sekülerleşme yaşıyor”. Dolayısıyla “sekülerleşme kuramları çöktü” söylemi ideolojik kodlara hizmet ettiği için bir konfor yarattı ve İslamcılar o alanda derinleşmeyi sürdüremediler. Son 10 yılda laiklik-sekülerleşme teorisine çok ciddi katkılar yapan dört beş tane Türkiye kökenli doktora tezi okudum. Bunların çoğu laik mahalleden geliyor. Aslında bu Şerif Hoca’nın ve Nilüfer Hoca’nın açtığı hat. Ama mesela İslamcılar bu konuda onlar kadar başarılı olamadılar. Sekülerleşme kuramlarının bir sorunu da aslında Hıristiyan Batı tecrübesinin üzerine inşa edilmiş olmaları. İslam toplumlarındaysa onu en azından değiştirecek, revize edecek bir sürü şey olabilirdi ama bakış tarzı önce siyaset, önce politik ihtiyaçları giderme üzerine kurulduğu zaman akademik olan zenginleşemedi.

 

Doksanlarda din sosyolojisi çalışan bütün ilahiyatçılar aşağı yukarı aynı cümleyi kurdular: “Sekülerleşme kuramları bitti.” Ee, sonra? Sonrası yok. Hâlbuki AKP döneminde, belki hatta Milli Görüş’ten itibaren Müslümanlar inanılmaz bir sekülerleşme süreci içindeler. Ama sen sekülerleşme ve laiklik gibi kavramlara Türkiye tecrübesinin yüklediği politik çağrışımlar dışında bakamazsan, o zaman oradan “dünyalı bir kavram” üretemiyorsun. Tamam, sekülerleşmeyi at, alternatif bir kavram öner. Seküler kelimesi Türkiye tecrübesinde bir İslamcı veya dindar Müslümana çok negatif bir kavram olarak geldiği için sosyolog bile olsa, o kelime ağızdan çıkmıyor. O yüzden, Weber’e dönüp protestanlaşma diyorlar. Kapitalistleşme eleştirisini sekülerleşme kavramı üzerinden değil, protestanlaşma üzerinden kuruyorlar. Halbuki Weber’de protestanlaşma büyük ölçüde sekülerleşmedir. Kavramları sanki Covid varmış gibi bu kadar dokunamayacak hale getirmemek lazım.  Kemalist için başörtüsü ne ise, İslamcı için de sekülerleşme aynı şey.

 

Orta yaş üzeri kuşaklardan çok bir şey çıkmayacağına artık kanaat getirdim ama gençler öyle değil, gençlerden umutsuz olmamak lazım. Çok daha nitelikli alan çalışmaları, çok daha nitelikli tezler çıkıyor. Türkiye’de şu anda hem teorinin hem de alanın hakkını veren çok nitelikli tezler yazılıyor, çünkü gençler bu söylediğim, Nilüfer Göle’yi Nilüfer Göle yapan, Şerif Mardin’i Şerif Mardin yapan temel disipliner özelliklere bizden daha sadık. Siyasi aidiyetleri bile olsa alanın hakkını bizden daha fazla veriyorlar.

 

Türkiye’de gerek siyasi analizlerde gerekse akademik tutumlarda “özgünlük”, “istisnacılık” veya “yerlilik/millilik” gibi kavramlar üzerinden dillendirilen bir duruş, bir kaygı var. Genel olarak, bu tutumu, bu duruşu nasıl görüyorsunuz?

 

Tamamen temelsiz, dibi olmayan bir söylem değil. Sonuçta sosyoloji Batı’da üretilmiş bir makine, sen bunu ithal ediyorsun. Ve kurulmasından hemen sonra ithal ediyorsun. İstanbul’daki Ziya Gökalp Kürsüsü, 1913-1914’tedir. Geçtiğimiz günlerde rahmetli olan Cahit Tanyol Hoca bana anlatmıştı: Durkheim’ın Fransa’da verdiği derslerin ders notlarının Fransızcası çıkmadan, Osmanlıcası burada daha önce çıkıyor. Buradan giden Türk öğrenciler orada Durkheim’in anlattıklarını not alıyorlar. Daha kitabın Fransızcası çıkmadan burada Osmanlıca baskısı çıkıyor. O derece güncel takip ediyorlar. Bu vesileyle kendisini de anmak isterim.

 

Bence artık bu söylemin de sonuna geliyoruz. Eskiden, içe kapanmayı meşrulaştıracak erişim sorunu, dil sorunu gibi bir sürü engel vardı. Şimdi herkes İngilizce biliyor, bilgiye erişim kanalları çeşitlendi ve kolaylaştı. İlla yurtdışına gitmen gerekmiyor. Yurtdışına çıkmamış bir akademisyenin Cambridge’den kitabı çıkıyor. Eskiden bu kolay değildi.

 

İthal ikameci düşüncede Batı’daki modern teoriler, akımlar, isimler üzerine tez yapıyorsun, o ismin ve ekolün uzmanı oluyorsun Türkiye’de. Bilmem ne buzdolabının Türkiye temsilcisi olmak gibi. Ondan sonra ithal ikamecilik başlıyor. Yani ufak ufak lisanslı yerli üretime başlıyorsun. Bir süre sonra artık daha geniş kapsamlı marka üretmek gerekiyor. Sanayideki markanın bu taraftaki karşılığı kuram, kavram, teori üretmek, değil mi? Onun için yeni kuşaklardan bunu bekliyoruz. Bu Batılı teori, yerli malzeme düşüncesi artık yavaş yavaş geride kalıyor.

 

Orayı da şöyle eleştiriyorum. 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl, 50 yıl oldu, bir şey yazın artık. Yazın, “Yerli sosyoloji böyle yapılır” deyin ve örneğin Nilüfer Göle’nin Modern Mahrem’inin karşısına koyun. Ama açıkçası çok da fazla bir şey yok. Çünkü bu arkadaşlar siyasi söyleme tamamen teslim olmuş durumdalar. Türkiye’de üniversiteden ünvanlı sosyolog maaşı alan ama yıllardır sosyolojiyle ilgili hiçbir şey yapmamış, “o şucu, bu proje” diyerek vakit öldürmüş bir sürü sözde akademisyen var.

 

KÜLTÜREL İKTİDAR KURMADAN SİYASİ İKTİDAR OLMAZ

 

Bu sizin de zaman zaman atıfta bulunduğunuz kültürel iktidar, siyasal iktidar meselesiyle de ilişkili. Yaygın bir şekilde şöyle bir iktidar tasnifi yapılıyor: Modernleşme tecrübemizin ürettiği bir iş bölümü olarak da okunabilir. Bu tasnifte kültürel iktidar sola atfedilirken, sağa da siyasal iktidar atfediliyor. Burada kültürel iktidara sahip olduğunu varsayan kesimlerin gizli bir moral üstünlük iddiası, kendisini hiyerarşik olarak üstte konumlandırma iddiası da var. Bu ayırım ne kadar geçerli ve doğru sizce? Kültürel ve siyasal iktidarlar birbirinden bu denli uzak mı? İkisi arasında bir etkileşim yok mu? Örneğin kültürel iktidar siyasetin tonunu belirlemez mi ya da siyasi iktidar kültürel iktidar alanları da üretmez mi?

 

Ben bu meseleye biraz daha farklı olarak şöyle bakıyorum. Batı’da siyaseti belirleyen daha çok ekonomi-politik iken Türkiye’de kültür-politik belirleyici. Mesela sekülerleşme ve laiklik ekseni, dindarlığa alınan pozisyon, Türkiye’deki oy davranışını belirleyen en önemli şeylerden. Kültür alanında aldığımız pozisyon kültür-politik, dolayısıyla bu aslında solun çok fazla zemininin olmamasını da açıklıyor, çünkü sol, öncelikle ekonomi-politik bir kavram.

 

Raymond Williams’tan da esinlenerek şöyle bir üçlü kültür tanımına geldim: Birisi, sürekli antropolojik kültür dediğim; gelenek, geçmiş, din. Bir toplumu toplum yapan geçmişten gelen değerler ama kültür sadece bu değil. Bir de müfredat diyebileceğimiz, Rönesans’tan beri gelişen o klasiklerin oluşması, kanonik yapı. Batı örneğinde söylersek bütün o şiirler, romanlar, tiyatrolar, ondan sonra kütüphaneler, sergiler. Mesela kültürel kamusal alanın yurttaşı ileride cumhuriyetin ulus-devletin yurttaşına dönüşecek. 200 yıl içinde Rönesans’tan, matbaadan sonra Aydınlanma üzerinden, siyasi haklara da kavuşacak. Ama bu kültürlenme aynı zamanda sahadan, yani kültürel kamusal alandan çok yoğun bir kültürel beslenmeyle olur.

 

Bir de Almanların Bildung dediği, bizim eski deyimle maarif dediğim şey. Maarif önemli, çünkü maarif hem eğitim hem de kültür demek. Maarif daha sahici bir bakanlık ismi aslında, Milli Eğitim değil. Biz kültürü eğitimden ayırıp turizmin yanına vermişiz, bu çok sakat bir şey. Halbuki toplumu inşa etmek eğitim ve kültürün bir arada olmasını gerektiren bir şey. Orada da maarifi söylüyoruz. Tabii ki ulus-devletin en başından beri olan zorunlu eğitim, ilkokuldan doktoraya kadarki bütün o eğitim sistemini de eklemek gerekiyor.

 

Türkiye’de sağcılığın büyük ölçüde antropolojik kültürünün etrafında mevzilendiğini söyleyebiliriz. Kemalizm ve solculuğun ise daha çok Batılı bir müfredat ve ulusal eğitim üzerinden kurulmuş bir kültürel yapı olduğunu tespit edebiliriz. Zaten geçişkenlik olmamasının da aşırı politizasyona neden olduğunu söylemiştim. Türkiye’de kültür, size otomatikman politik bir kimlik veriyor. Bunun böyle olması demokrasinin önünde bir engel.

 

Politikanın kültür üzerinden oluşturulduğu, politik oyunun kültürel ayrımlar üzerinden kurulduğu bir ülkede, kültürel iktidar kurmadan siyasi iktidar olunamaz. Tayyip Erdoğan’ın iktidarı öncelikle kültürel bir iktidardır. Artık ben AKP’ye de rahatlıkla sağ diyorum, kendileri de söylüyorlar. Doksanlarda İslamcılar kendilerini ayırıyorlardı ama artık çoğunluk genellikle kendini sağcı görüyor. Toplumun çok büyük bir kesimi hâlâ antropolojik kültürel değerlere çok daha fazla referansla yaşadığı için sağcıların bu toplumsal kesim üzerinde siyasi hegemonya kurmaları çok daha kolay oluyor.

 

Solcuların iktidarı ise daha çok müfredat ve maarif üzerinden kurulan bir iktidar, onun da Türkiye’de siyasi karşılığı yok. Yani aslında Türkiye’de ikili bir kültürel iktidar var. “Sağcılar siyasette iktidar, solcular kültürde iktidar” demek bana yanlış geliyor. Sağcılar antropolojik kültürel alanda çok daha hareketli oldukları için siyasi iktidarları da daha güçlü ve daha diri. Solcular ise müfredat ve maarif üzerinden bir kültürlenme yaşadıkları için bu tür üretim alanlarında, yani roman, sinema, müzik ve şiirde göreli olarak daha iyiler. Buralarda daha güçlüler ama bunun da Türkiye toplumunun realitesi açısından siyasi oy karşılığı daha düşük.

 

Son dönemde, özellikle Gezi’den sonra bu antropolojik kültürün müfredat ve maarifle ilişkisini sınırlandırmak, evrensel olanla bağlantısını zayıflatmak siyasi bir rant da getirdiği için, mevcut iktidar oraya yüklendikçe oradan bir geri dönüş geliyor. AKP adına 10 yıl önce sağda solda konuşan insanların ortalamasına bak, bir de bugün konuşanların ortalamasına bak. Bu aslında antropolojik kültürün tenceresinin dibine doğru bir iniş oldu.

 

Antropolojik kültür Batı’da çok önemli ama müfredat ve maarifle bunu dönüştürerek medeniyete ulaşılıyor. Türkiye’de ise bu ikisi sanki zeytinyağı ile su gibi. Bunu bir şekilde kaynaştırmamız gerek. Bu da kültürel kamusal alan, entelektüel alışveriş, o mahalleyi de bu mahalleyi de bilen okuryazarla, sosyologla gerçekleşebilir mesela. Solcuların fazla eğitimli olması ve bu eğitimin çok fazla Batılı olması toplumda siyasi karşılığının daha düşük olmasına neden olabiliyor.

 

Ben yıllar önce bir tür “kültürel ateşkes” önermiştim. Yani en azından müfredatın çeşitlenmesi ve kanonik yapının oluşması açısından. Bu sadece kültürel değil aynı zamanda politik bir mesele. Türkiye’de sağ iyi roman yazmadan, sol da seçim kazanmadan asgari demokrasiye ulaşmak o kadar kolay gözükmüyor.

 

Son İstanbul Belediye seçimlerinde farkın 10 binden 800 bine çıkmasında, araştırmaların bazılarına göre karar değiştiren veya sandığa gitmemişken sandığa giden seçmenlerin önemli bir etkisi var. Bunlar genel seçmenin ortalama yaşından düşük, daha eğitimli, İstanbul’a taşradan gelmiş Müslüman orta üst sınıfların iyi eğitim almış çocukları, çünkü o tarafa ilk geçenler onlar. Ekrem İmamoğlu olmasaydı da İnce gibi Kemalist bir aday olsaydı belki bu geçiş olmayacaktı ama adam cumaya gidiyor. O işi kolaylaştıran özellikler veya CHP’nin son dönemki stratejisinin sağladığı imkânlar da var.

 

Dolayısıyla gençlerde, daha iyi eğitimlilerde, daha üst gelir gruplarında daha kolay oldu, çünkü onlar müfredat ve maariften daha avantajlı. Bence orta vadede bir denge oluşacak, zaten böyle olması da gerekiyor. Tespit ve temenniyi ayırmak Türkiye’de hep zordur. Ben de bir istisna değilim.

 

TÜRKİYE ÇOK HIZLI KÖTÜLEŞTİ, ÇOK HIZLI İYİLEŞECEK POTANSİYELİ DE VAR

 

Yüz yıllık mirası konuştuk, bu mirasın ürettiği sıkıntılara değindik. Neredeyse her cevabınızda “Yeni kuşak geliyor. Yeni kuşak bu anomalileri bu kadar fazla taşımıyor” gibi cümleler kurdunuz. Genç kuşağa yönelik gözlemlerinizi biraz daha açabilir misiniz?  Son soru olması hasebiyle, önümüzdeki günlerin projeksiyonunu yapma anlamında da güzel olur.

 

Bir eksen olarak, Türkiye’yi okuma pencerelerinden biri olarak bu kuşak meselesini önemsiyorum. Türkiye’de göreli olarak kamusal alanın genişlemesi, 80’lerden sonra gerçekleşiyor. 50’ler kuşağının göçleri var ama daha büyük göç aslında 80’li yıllarda yaşandı. Bütün kırlar şehirlere doğru boşaldı. Ben üniversiteye girdiğimde Türkiye’de 14 üniversite vardı, şimdi 200 küsur üniversite var. 26 milyon öğrenci var, 8 milyonu üniversite öğrencisi ve bunun üstüne interneti ve sosyal medyayı ekleyebiliriz. Tabii bunun bir sonuç üretmemesi çok zor olurdu.

 

Perspektif vermek, tahmin etmek kolay değil ama şimdi şunu görüyorum: 26 sene sınıfta ders anlattım, üniversite kampüslerinde yaşadım. Gördüğüm kadarıyla çok ciddi bir sosyolojik, kültürel dönüşüm olduğu açık. Evet, şu anki mevcut siyasi gerilim bunu görülebilir olmaktan azade kılabiliyor ama bu tül biraz açıldığında, Türkiye biraz normalleştiğinde ben bunun daha görünür olacağını düşünüyorum. Değişim elbette, hızlı ve keskin olmayacak. Sonuçta sosyoloji o kadar büyük dönüşümlerin değil, aynı zamanda küçük dönüşümlerin tespit edilmesini salık veriyor.

 

Şöyle bir izlenimim var: Bugünkü Kemalist gençler altmışlardaki Cumhuriyet okuru, lise öğretmeni Kemalistler gibi değil. Bugünün Müslüman-İslamcı gençleri de seksenlerdeki babaları gibi değil. Türkiye’nin kamusallaşmasını, kentlileşmesini, eğitime kavuşmasını, karşı cinsle bir arada büyüme tecrübesini kattığımızda, bugün başörtülü kızların annelerinin yaşadığı Türkiye’de yaşamadığını söyleyebiliriz. Veya Kemalist öğrenci ama artık başörtüsüyle eskisi kadar sorunu yok. Sağcı bir öğrenci ama Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali okuyabiliyor.

 

Sabahattin Ali, Tanpınar, Orhan Pamuk niye bu kadar çok okunuyor? Eskiden mahalli üretim mahalli olarak tüketilirdi. Şimdi aslında daha geniş bir kültürel piyasamız var, bunun da sonuçları olacaktır. Müfredat genişliyor. İlk okunması gereken 10 kitap, 100 kitaptaki çeşitlilik artıyor. Kalite artıyor artmıyor, o ayrı tartışma ama çeşitlilik artıyor. Gidilen filmde  ve diğer mecralardaki çeşitlilik de artıyor. O aşırı refleksler, o bizim kuşakların takıntıları eskisi kadar güçlü değil.

 

Kuşaklar arası mesafenin artması; yaşlı kuşağın gençlere kendi değerlerini aktarmada sıkıntı yaşaması, orada sosyolojik, kültürel birtakım filtrelerin oluşması, onların daha çok kendi aralarında sosyalleşmesi demek. Geçen gün bir yerde, “Aile sosyolojisi yerine belki kuşak sosyolojisi ağırlıklı bir müfredata geçilmesi lazım” dedim, çok güldüler. Çünkü aile sosyolojide artık belirleyici aktör olmaktan çıkıyor. Ebeveynin çocuklarının geleceğini belirleme oranı giderek düşüyor, çünkü çocuklar akıllı telefon üzerinden, kendi yaşdaşları üzerinden sosyalleşiyor. Bilinçleri ve kimlikleri onun üzerinden daha çok belirleniyor ve dolayısıyla ebeveynleriyle olan zihni mesafeleri artıyor. Bunun birtakım sosyal, kültürel, hatta politik sonuçları olabilir. Eski Türkiye, yeni Türkiye’ye kendini aktarmakta bir süre zorluk yaşayacak.

 

Ben çok kötümser bir insan değilim. Türkiye çok hızlı kötüleştiği gibi çok hızlı da iyileşecek potansiyele sahip bir ülke, çünkü birtakım değişkenler çok köklü değil. Dolayısıyla beş yıl sonra bunlara dönüp bakınca gülebiliriz, “Ne kötü günler yaşamışız” diyebiliriz. Türkiye’de her şeye rağmen kamusal alan genişliyor, kültürel kamusal alan derinleşiyor. “Kimse okumuyor, kitap az satıyor” deniyor. Tamam ama bu kadar çok yayınevi, bu kadar çok kitapçı, internet sitelerinden satışlar benim gençliğimde yoktu. Yeni gençlik kendi çapında okuyor.

 

Gençlerden umutsuz değilim. Dolayısıyla 10 yıl sonra dünyada ama özellikle de Türkiye’de, çok farklı yerlerde olabiliriz gibi geliyor. Ben de olumlu yönünün, bir kısmı temenni olmak koşuluyla, bu yönünün ağır basacağını düşünüyorum.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.