Modern Dünyada Vicdan-Din: Filistin Sorunu Neden Çözülemiyor?

Müslümanlarda ve insanlıkta vicdan henüz tamamen ölmemiş/sönmemiş olsa da; Batı’nın yeryüzünde yaratmış olduğu büyük politik canavarlıklara, vahşete, katliama, teröre engel olamıyor. Son Filistin katliamı, bunun aleni bir örneği olarak herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Vicdanı diriltmekten ve daha sonra Tanrı’yı yardıma çağırmaktan başka çıkar yol yoktur. Tanrı’nın rahmetinden de, insanlıktan da umut kesilmez.

filistin sorunu

Günlerdir dünya medyasında ve Türk medyasında “Filistin Olayı”nın nedeni üzerine yazılıp-çizilen ve konuşulan şeylerin “Çağın Ruhu”ndan (Zeit-Geist) kopuk derinliksizliği ve temelsizliği; konuşmacıların yüzlerinde ve ses tonlarında zerre miktarı acı-sızı-hüzün (vicdan) olmayan pornografik analiz-konuşma şehveti, bunun nedenini arayan yazımı biraz uzun tutmama sebep oldu. Okuyuculardan şimdiden özür dilerim.

 

Din ve Şiddet

 

Hz. Adem’in çocuklarından Habil’in şiddeti/öldürmeyi reddetmesi (5/28-29), İsrailoğulları için Tevrat’ta: “Haksız yere bir insanı öldürmenin, bütün insanlığı öldürmek; bir insanı yaşatmanın da, bütün insanlığı yaşatmak gibi olduğu” (5/32) ve Tevrat’ın ilk emrinin “Öldürmeyeceksin” ( Çıkış-20/13) olması; Hz. İsa’nın hayatı boyunca kategorik olarak barışı, affetmeyi, sevgiyi, merhameti savunması (İnciller); Kur’an’da savunma/korunma savaşı (Kıtal-Cihat) dışında (60/7-9) yine sulhun-salahın, selamın, selametin savunulması, Nebi Nuh ve Hz. İbrahim çizgisindeki ilahi dinin asıl davasının, insanın doğasındaki şiddeti bastırmak, geriletmek, reddetmek ve barışı savunmak olduğu söylenebilir. Muharref Tevrat’taki teolojik şiddet ve terörün, Yahudilerin siyasal tarihte -biraz da rahat durmamaları sonucu- bulundukları siyasal hegemonyalardan (Mısır-Babil-Roma) sürülmeleri sonucu ortaya çıkmış olması, kuvvetle muhtemeldir. Spinoza’nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eseri, bu konuda doyurucu bilgiler vermektedir. Benzer bir durum, Ortaçağ’da İspanya’da ve 20’nci yüzyılın başında Nazi Almanya’sında yaşandı. Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Amerika tarafından kurulan “İsrail” devletinin, din/teoloji soslu (Arz-ı Mevûd) bir şiddet/terör makinası haline gelmesinin, tarihsel-kültürel bir arka planı mevcuttur. Filistinli Arapların, İsrail tarafından yerlerinden sürülmeleri, katliama tabi tutulmaları (Sabra-Şatilla…) ve aşağılanmaları, onların da şiddete başvurmalarını haklılaştırmakta ve ölümü-öldürmeyi kutsallaştırmaktadır (şehadet). “Kudüs ve Mescid-i Aksa”nın -kutsiyeti değil- “Bereketi”,  Hz. İbrahim’in çağrısına uygun olmayan bir çekişmeye veya komşuların “Kan Davası”na dönmüş durumda. Hâsılı, dogmatik teolojisiz bir üçüncü göz (vicdan) arabulucu olmadıkça; sorun, kıyamete kadar sürecek gibi.

 

Belli ki, şiddete maruz kalma, dindarlarda zamanla şiddeti meşrulaştırma/kutsama yönünde bir etki yaratabilmektedir. Hz. İsa’nın Roma tarafından çarmıha gerilerek öldürülmesi, zamanla Latin halkların genetiğinde olan güç istenci tutkusunun (Roma), Katolik Kilisesi’nde ölüm ve şiddet üzerinden bir teolojinin ortaya çıkmasını doğurdu (Ortaçağ-din savaşları). Benzer bir şekilde, Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in öldürülmesi, Şia mezhebinde şiddeti kutsayan bir halet-i ruhiye doğurdu. Haricilerin ve Sünnilerin (Emevi-Abbasi) yaratmış olduğu politik şiddet ise, dinsel olmaktan ziyade, Arap Antropolojisi ile ilgilidir. Türklerin siyasal “Fütuhatçı”lıkları ise, “Asker” ve “Göçebe” oluşları ile ilgili olsa gerek (Gaza-Gasp-Ganimet). Demem o ki, ilahi dinin (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) tarihindeki şiddet/savaş/terör/katliam, teolojik (Tanrısal) olmaktan çok; antropolojik ve politiktir. Maalesef, Tanrı’nın, vahiy tarihi boyunca yaptığı “Darusselam” çağrısı (10/25), müminler nezdinde pek itibar görmemiştir.

 

Modernite ve Şiddet

 

Milattan sonra 4’üncü yüzyıl ile 16’ncı yüzyıllar arasındaki Kilise/Hristiyanlık parantezinden sonra, Aydınlanma/Rönesans-Reform, Bilim-Teknoloji ve Kapitalizm-Ulus Devlet olarak yeniden çiçeklenip dünyayı hegemonyasına alan Batı kültürüne gelecek olursak, Alman filozofu ve medeniyet tarihçisi Walter Schubart, bu kültürü şöyle tasvir ediyor: “Kahraman kültür-zihniyeti ve insanı, dünyayı örgütçü çabası ile düzene sokulması gereken bir kargaşa olarak görür. Kahraman insan, dünya ile barışçıl olarak geçinmez; var olan biçimi altında ona karşı çıkar. Benlik güvenciyle, benlik gurur ve erk tutkusu (“Güç İstenci”-Nietzsche) ile doludur. Dünyaya bir köleye bakar gibi bakar; ona efendilik etmek (egemen olmak) ve onu kendi planlarına göre kalıplamak ister. Dünyaya Kahraman insanın belirlediği amaçlar verilir. Bu insan, gözlerini yukarıya kaldırıp gökyüzüne saygıyla bakmaz; tersine, erk tutkusu ve gururla dolu olduğu için, aşağıya doğru, düşman ve kıskanç gözlerle yeryüzüne bakar. Tanrı’dan gitgide daha çok uzaklaşır ve deneysel şeylerin dünyasına gitgide daha çok gömülür. Laikleşme, onun kaderidir; “Kahramanlık”, başlıca yaşam duygusu; Tragedya ise, amacıdır. Böyle bir dünyada, özellikle böyle bir kültür ve insanda her şey dinamiktir. 

 

Kahraman evrende hiçbir şey statik değildir. Prometheus gibi, Kahraman insan, her güce ve her Tanrı’ya meydan okur. Etkindir, gergindir ve alabildiğine enerjiktir. Buna uygun olarak, Kahramanlık ya da Prometheusçuluk çağları özellikle dinamik, hareketli ve etkindir. Roma erkinin doruğunda Roma dünyası, kendini böyle hissetmiştir. 16’ncı yüzyıldan sonraki Germen-Roma Batısı’nda da bu prototip egemen olmuştur. Son 400 yılın Prometheusçu Batı kültürü ve insanı, bu prototipin iyi bir örneğidir.” (P. A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri. Çev. Mete Tuncay. Ank. 1972. S.117)

 

Heidegger, Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” sözünü, yukarda saydığımız ve son 300 yılda Batı’da meydana gelen Aydınlanma/Rönesans, Reform, Bilim-Teknoloji, Kapitalizm, Endüstri Devrimi, Ulus Devlet/Milliyetçilik, İki Dünya Savaşı… olaylarının Metafizik/Ontolojik Çanağını (Fikr-i Müdiri) “Hiççilik”, “Ebedi Dönüş” ve “Güç İstenci” olarak yorumlar: “Hiççilik, Nietzsche’nin bildiği, geçen yüzyılda egemen olan, şimdiki yüzyılı da belirleyen tarihsel bir akımın adlarından biridir. Nietzsche, bu akımın yorumunu kısa bir cümlede topladı: “Tanrı Öldü”. Nietzsche’nin sözü, Batı tarihinin 2.000 yıldır süregelen yazgısını dile getirir.” (M. Heidegger, Nietzsche’nin Tanrı Öldü Sözü. Çev: Levent Özşar. Bursa. 2001. S. 14-15). Nietzsche’nin kendisi, bu sözün derin anlamını kendisi yorumlar: “Bu tekinsiz olagelme, daha yolda, yolculuğunu sürdürüyor. O daha hâlâ (henüz) insanların kulağına ulaşmadı. (Örneğin): Şimşeğin de gök gürültüsünün de (gerçekleşmesinden sonra görülmesinin, duyulmasının) zamanı vardır. Yıldızların ışığının, (yeryüzüne ulaşmasının) zamanı var. Siz bir şey yaptıktan sonra da, onun bilinmesinin-duyulmasının zamanı vardır. Bu eylem, onlara hâlâ en uzak yıldızlardan bile uzak; ama yine de bunu onlar yaptı” (s. 17).  Özünde düşünüldüğünde, “Hiççilik”, daha çok Batı tarihinin temel olayıdır. Hiççilik, öyle bir derinlik gösterir ki, onun yayılması, olsa olsa dünyanın yıkımıyla sonuçlanabilir. Hiççilik, Yeni Çağın güç dünyasına çekilen yeryüzü halklarının dünya tarihi hareketidir. Bundan dolayı, o, (salt) şimdiki çağa özgü bir görüngü değildir. O yüzyılda Hiççiliğe keskin bir göz atılmış; “Hiççilik” adı kullanılmış olsa da, o 19’uncu yüzyılda üretilmemiştir. Hiççilik, bu çağın ürünü olmadığı gibi; düşünürleri, yazarları Hiççilikten açık açık söz eden tek tek ulusların ürünü de değildir. Kendini Hiççilikten kurtardığını sanan biri, belki de onun yayılmasını en temelli bir biçimde sürdürmektedir (s.19). “ Burada ‘Hiç’, duyuüstü, bağlayıcı, ahlaki yükümlülük getiren bir dünyanın yok oluşunu gösterir” (s. 18).

 

Özetle Tanrı’da, dinde, ruhta, kalpte yoğunlaşan vicdanın, ahlakın, merhametin, adaletin, ötekinin, paylaşmanın kökünün kurumaya başlaması; dinlerin temel telosu olan “Olgunlaşma” yerine; “Sahip olma”nın ikamesidir. “Değerlerin Yeniden Değerlendirilmesi” ile Güç İstencinin, zekânın, beynin, içgüdünün, arzunun, hazzın, hızın, tekniğin-dijitalin tekerleğinin “Ebedi Dönüşü” hızlanmıştır.

 

Rusya (Ortodoksluk) ve Çin (Budizm-Konfüçyanizm), dinsel genetiklerine rağmen; Marxizm’in Tanrı’nın ölümünü bir ara ideoloji olarak tescilleyen “Komünizmi” (Materyalizm) uygulayıp bir müddet eylendikten, gevşedikten sonra Kapitalizme evrildiler. Japonya, Batı ile aynı tarihlerde teknoloji tekerleğini döndürmeye başlamıştı. “Zahit Kültür” ve insan prototipinin tek örneği olup “Doğu”nun bir parçası olan Hindistan (Hinduizm) da, İngilizlerin şiddetinin zorlaması ile kervana katıldı. Hâsılı Doğu, toptan ve tedrici olarak kestane doğal kabuğundan çıkıp (ona tükürerek); Batı’nın icat ettiği Kapitalist yaşam tarzını, teknolojik-dijital elbiseyi giydi.

 

Şiddetin Küresel Topolojisi

 

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatacak olan Nazizm’in/Faşizmin politik ve hukuk filozofu Carl Schmitt’in “Şiddet Topolojisi”ni Güney Kore kökenli Alman filozofu Byung-Chul Han şöyle tasvir eder: “Schmitt’e göre politikada mesele karar almaktır; karar alma mücadelesidir; evet, karar almanın keskin şiddetidir. Karar, tartışmayı fuzuli kılar. Heidegger olsa şunu eklerdi: Man (herkes/kitle) tartışır. Tartışma karar gücünden, kararı tanımlayan o vurucu güçten yoksundur. Schmitt, bu yüzden, tartışmadan küçümseyerek söz eder: ‘Böylece aslen siyasi bir kavram olarak mücadele, liberal düşüncede tartışmaya dönüşüyor…; net bir kararın yerini…bitmez tükenmez rekabet ve tartışmalar alıyor.’ Bilindiği gibi Schmitt, parlamenter rejimin kararlı muhalifiydi. ‘Parlamento’ sözcüğü Fransızcada ‘konuşmak’ anlamındaki parler’den geliyor. İnsanların birbirleri ile konuşması, evet tartışması, politikanın özüdür. Sadece diktatörlük, hiçbir tartışmaya ihtiyaç duymaz. Dil’i, emre indirger. Ama emretmek, parler değildir. Schmitt’e göre, dilin parlamentolaşması, hatta ruhun parlamentolaşması, çöküş anlamına gelirdi. Schmitt’in ruhunda parler’in uzunluğuna ve açıklığına katlanacak sabır yoktur. Onun gözünde parler, bir türlü bitmek bilmeyen ve nihai sonuca varmayan ‘palavra’ya indirgenir. ‘Karar’ anlamına gelen Dezision, Latincede ‘kesmek’ anlamındaki decidere’den gelir. Ötekinin, düşmanın boğazını kesilerek alınacaktır karar. Ötekinin sözü kesilecektir. Dezision, kılıçla alınan dolaysız karardır. Şiddete dayanır. Politikanın aracı olarak tartışma ise, bambaşka bir ‘Ruh’ a aittir.” (Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi. Çev: Dilek Zaptçıoğlu. İst. 2015. S. 51)

 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da, iç politikada böyle bir “Liberal-Demokrat” ruhun gelişmeye başladığını ve bir müddet etkili olduğunu biliyoruz. Dış politikada ise, “Avrupa Merkezci”, Nietzsche’nin deyimi ile “Sarışın Canavar”, ırkçı bir politikanın hep egemen olduğunu hepimiz biliyoruz. Kendi tabiatın avcı hayvan ise; ötekini ya “av” veya “rakip-düşman” olarak görürsün. Birleşmiş Milletler ile İsrail’in kuruluşunun aynı tarihlerde olması; BM’nin, uluslararası hukukun, ‘Güç İstenci’nin galiplerinin hegemonyasında (Güvenlik Konseyi-Beş Daimî Üye) hadım doğmasını; ABD’nin dünya jandarmalığını ve İsrail’in pervasızlığını ifade eder. 

 

Fransız düşünür Jean Baudrillard, şiddet sarmalının küreselleşmesini, yani “terörizmin viral şiddetini” günümüzün şiddet biçimine geneller. Buna göre “İslami terörizm”, bunun farklı versiyonlarından biridir sadece. Sahnede bir “teröre karşı terör” vardır. Kendisi, “olağanüstü şiddet” üzerine gelişen küreselleşmenin terörünün karşısında tikelleşmiş bir terör. Terörizmin “her yerde” ve “her birimizin içinde” olduğunu söyler. Terörizm, her önüne gelen aktörü sanal suç ortağı haline getirip kullanmaktadır. Her yerde hissedilebilir ve insanların uyguladığı şiddet de olsa, kaza veya doğal afet biçiminde de olsa, şiddetin her şeklinin ardında (terör) görünürdür. Küreselliğin çözen, dağıtan ve homojenleştiren şiddeti her yerde heterojen, yalnız farklı olmakla kalmayıp; antagonist ve karşı konulmaz bazı güçler açığa çıkarmaktadır.” (Şiddetin Tipolojisi, s. 99)

 

Sonuç

 

Prometheusçu-Kahraman/Seküler kültür ve insan prototipi, gezegeni büyük ölçüde etkisi altına almış durumdadır. Tanrı’nın öldürülmesinin semptomları giderek artmaktadır. Nietzsche’nin selamlayarak yaptığı: “Çöl büyüyor; vay haline çölü görmekten gelenlerin” uyarısı acı/zakkum meyvelerini vermeye başladı. Heidegger’in dikkat çektiği, Dasein’ın (insan varlığın), doğal varlığı stok, rezerv, kaynak, teçhizat… olarak gördüğü teknolojik/dijital açılımı, kendini Güç İstenci/Narsisizm, Nihilizm/Hiççilik yani Post-Modernizm, Post-Humanizm, Post-Truth olarak meşrulaştırmaktadır. Yahudiliğin tahrif edilmiş; Hristiyanlığın iğdiş edilmiş teolojilerinin, modern dünyaya bir mukabelede bulunmasını geçin; onunla nasıl aynileştikleri de büyük ölçüde ortada. İslam’a gelince, evrensel mesajı -Allah’a şükür” tahrif olmadan elimizde (Kur’an) olsa da-; Allah’ın Kur’an’da defaatle uyarmasına rağmen (8/21, 10/95, 16/92 28/86…); “Kitap Ehli”nin durumuna düşmüş; yaratılan ve dogmatikleştirilen teolojinin (Sünnilik-Şiilik), mesajın asaletine mümasil olmayan teorisi ve pratiğin içler acısı durumu ortadadır. Müslümanlarda ve insanlıkta vicdan henüz tamamen ölmemiş/sönmemiş olsa da; Batı’nın yeryüzünde yaratmış olduğu büyük politik canavarlıklara, vahşete, katliama, teröre engel olamıyor. Son Filistin katliamı, bunun aleni bir örneği olarak herkesin gözü önünde gerçekleşiyor. Vicdanı diriltmekten ve daha sonra Tanrı’yı yardıma çağırmaktan başka çıkar yol yoktur. Tanrı’nın rahmetinden de, insanlıktan da umut kesilmez.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.