Muhafazakâr-İslamcı Gençlere Açık Mektup
Dünün meşruiyet tarafında yer almanın bu ülkeye kazandırdıkları/kazandıracakları ile bugüne dair -sırf bu iktidar kaybetmesin, sınırlı imkânlar yitirilmesin, maddi-manevi koşullar kayba uğramasın diye- eskinin kutuplaşma konularını öne çıkarmak hem züldür hem de ülkeye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, kaybettirecekleri bir hayli fazladır.
Sevgili gençler,
Bu mektup iki kısımdan oluşacak. Özellikle ikinci bölüm, hepimizi bir iç yangınına davet edecek. Mektubun bamteli de burası. Seçimlerde taraf olmaktan öte bir ufku ve itikadı kuşanmaya daveti de içeren, ciğerimizden gelen feryat olarak da görebilirsiniz.
Seçim sath-ı mailine girildiği bu günlerde ortam iyice kızıştı. Bir kez daha ortaya çıktı ki, bu ülkede adalet, hak, hukuk, emanet, emek, yetimin hakkından daha üstte, daha “hakiki”, daha geçerli olan şey kutuplaşma ve kimlikçilikmiş! Kayıp-kazanç ikliminin telaşı/korkusu içinde bu gerçek bir kez daha yüzümüze sertçe vurulmuş oldu.
Kaçacak yerimiz yok. Etrafımız bunlarla çevrili. Bunların hep “haklı”, hep “ahlaklı”, hep “tutarlı” yanlarına karşı elimiz oldukça zayıf! Tarafı hiç önemli değil; sağcısı, solcusu, sözde demokratı, seküleri, muhafazakârı bu cenderenin içinde kavrulup gidiyoruz. Hiçbir üst norm, hiçbir evrensel değer, hiçbir çözüm yolu bu “gerçeğin” önüne geçemiyor.
Bu “gerçek” bizden size kalan kötü bir miras. Bunda sizin dahliniz yok. Zamanında bu tarafgirliklerin haklı inşası için hepimiz seferber olduk. Elbette o zamanlar bunun belli bir anlamı vardı. Ahlaki ve siyasi meşruiyet karşısında darbeciler, anti-demokratlar, hukuk ve toplum düşmanları; gayrı meşruluğu ideolojileri ve kimlikleri adına savunanlar vardı. Çevrenin ötelenmesi karşısında merkezdeki şahinler hâlâ diriydi. Arap Baharı karşısında temerrüdcüler vardı. Ya darbeciden yanaydın ya da İslam’ın, demokrasinin ya da toplumların haklı taleplerinin yanında.
Özellikle 80 yıllık resmi ideoloji, jakoben kibir, dışlayıcılık ve kutuplaşmanın körüklenmesinin baskın olduğu bu ülkede geçmişe gittiğinizde malzeme bol. Bu malzemelerle yarına ilişkin kitleleri korkutmaya çalıştığınızda da; “dünü unutmadık” söylemlerine sarıldığınızda da doğal olarak eliniz güçlü oluyor. İktidar bu mantığı bugün tepe tepe kullanıyor. Zaten “dünün başarıları” ve kutuplaşma dışında başka dayanacağı zemin de yok artık.
Çok uzatmadan ifade etmek gerekir ki; dünün Cumhuriyet Mitinglerindeki öfkeli kutuplaşmacılara karşı meşru pozisyonda olmak bir hak ve zorunluluk iken; bugünkü iktidarın cürümlerini maskelemek için başvurduğu kutuplaşma ve konsolidasyon siyasetini ahlaki olarak görmek mümkün değildir! Hepsinden önemlisi de, dünün meşruiyet tarafında yer almanın bu ülkeye kazandırdıkları/kazandıracakları ile bugüne dair -sırf bu iktidar kaybetmesin, sınırlı imkânlar yitirilmesin, maddi-manevi koşullar kayba uğramasın diye- eskinin kutuplaşma konularını öne çıkarmak hem züldür hem de ülkeye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, kaybettirecekleri bir hayli fazladır.
Eskinin defterlerini her iki kesimde de kullananlar var, ama daha önemlisi iktidarın kendi yarattığı yozlaşma iklimini görünmez kılmak için bunları kullanması. Unutma ki milyonlarca insanı son altı-yedi yılda yargısal ve ekonomik açıdan mağdur eden muhalefet değil. Bu yoz sisteme gark olup içinden bir türlü çıkamayan, “U” dönüşü yapamayan, çeşitli sebeplerle 90’ların aktörleriyle ortaklıklar kurup kirli siyasi zeminlerin neşvünema bulmasına vesile olan da muhalefet değil!
Kendine şunu sormalısın: Muhalefetin bir bölümünün dünkü günahlarını ortaya dökenler, günaha mı karşılar yoksa o günahları icra edenlere mi? Bu soruyu hem kendine hem de mahalle bekçilerine bir sormalısın! Bu gerçeği -şu ya da bu sebeplerle- görmezden gelmeni ya da bu gerçeğe rağmen saftan ayrılmamanı isteyenlere başka bazı soruları da sorman gerekir ki, az sonra ikinci bölümde bu konuda sana destek olmaya gayret sarf edeceğim.
Yukarıda mecburi kutuplaşma dönemlerine değindik. Lakin mecburi kutuplaşmanın bir ahlakı olduğu, kutuplaşmayı süreklileştirmenin ise genelde günahkârların işi olduğu, toplumu korkutarak cürümlerinin üzerini örtmede bir yöntem olarak kullanıldığına değinmiştik. Yani kutuplaşmanın süreklilik arz ettiği yerde adaleti, hakkı, hukuku, bilimsel gerçekleri, ekonomik reçeteleri aklıselimle konuşmak adeta imkânsızlaşır. Hatta bu sayede rant ve yolsuzluklara ilişkin öfkeyi bile manipüle etmek mümkündür. Siyasetin bildiği ne kadar bel altı varsa, seviyenin oralara düşmesini yadsımak, ayıplamak zorlaşır. Bunu yapanların sesleri o hercümerçte kaybolur. Dolayısıyla kutuplaşma, muktedirin kullandığı bir aparata dönüştüğünde zararı bütün bir toplum görür. İktidarın yamacında, bir süreliğine ondan istifade ettiklerini düşünenlerse, bunun bedelini ahlaki meşruiyetlerini günbegün yitirerek öderler.
Yani dünkü haklılık zeminlerini eritip günden güne daha fazla yozlaşan bir iktidarla birlikte olmayı eski defterleri açarak meşrulaştırmaya çalışanların yanıldığı nokta da burasıdır. İktidar ya da muhalefet fark etmeksizin, velev ki memlekette birileri hâlâ konsolidasyon adına bu kutuplaşmacı siyasete ram olsa da, adı “silm” olan bir dinin mensuplarının bundan ne kendilerine ne de toplumun geri kalanına bir fayda sadır olacağını görmeleri ve bilmeleri gerekir.
“Muhalefet korktuklarımı başıma getirecek” diyerek kutuplaşmanın buna engel oluşturacağını düşünenlerse, asıl yozlaşan bir iktidarın o korkulanları günbegün kendi başlarına getireceği gerçeğiyle yüzleşmek istemezler; hem de muktedire/despota/despotizme mecbur olduklarını itiraf ile o yozlaşmaya daha da katkı sağladıklarının farkında bile olmazlar!
Öte yandan bir dinin, sürekli savaş halini resmeden bir tabloya izin vermeyeceğini de herkesin bilmesi gerekir. O halde çözümü başka yerlerde aramamız kaçınılmazdır. Hele ki bu çözümleri arayanlara hayalperest muamelesi yapıp elini zayıflatmak için, bu ülkeye 1930’ların ya da 28 Şubatların karelerini hatırlatıp “unutmadık!” nidalarıyla seslenmenin hiç kimseye faydası olmadığı gibi, bugün olan biten o günlerden farksız değilken bunları görmezden gelmek de başlı başına gayrı ahlaki bir tutumdur.
Olan biteni görüp kısmen eleştiri getirenlerin de sana fısıldadıkları şudur:
“Bu iktidar ne kadar yozlaşırsa yozlaşsın, o düşmanlar kadar kötü olamaz”. Bu genelleştirme, bir nevi “Bizden olsun çamurdan olsun” itikadıdır. Fitne çıkmaması için zalim sultana itaate kadar varan akaid dizilimi böyle başlar. Bunları söylediğinizde ise size şunu fısıldar: “Onlar geldiğinde itikat mı bırakacaklar? Hepimizi hedef alacaklar”, “Cemaatlerin kökünü kazıyacağız” diye boğazı yırtılırcasına cazgırlık yapan toplum düşmanlarını gösterip “İşte kaybedersek bunlar gelecek” korkusu yayan mezkur cümleleri bir de sivil ölüme mahkûm edilmiş, cüzzamlı muamelesine tabi tutulmuş herhangi bir KHK’lının, haksız siyasi kriterlerle 6-7 yıla mahkum edilmiş, aileleri dağılmış, intiharın eşiğine gelmiş, geçim derdinden bahsederken mütekebbirlerden azar işiten insanların yanında söyleyin bakalım ne cevap alacaksınız.
Sırtında geçmişe dair bagajlar taşımayan sizlerin işi, öğütleriyle büyüdüğünüz nesle nazaran aslında daha kolay. Onlara bu gerçekleri kavratabilmenizin zor olduğu açık ama sizlerin gerçeklerle adilane şekilde yüzleşmesi için de bugün bir hayli olgu mevcut. Sizler ne dün yaşananların ne de “gelecekte yaşanacak” denerek kurgulanan yakın geleceğin esiri olmamalısınız. Sizler sadece seçim sath-ı mailindeki tartışmaların değil, daha derinlikli, kuşatıcı, yeni ve doğru sorularla herkes için sarmaldan çıkışa vesile olacak zihniyet kodlarının deşifresine gayret sarfetmelisiniz. Sizlerin “kötüleri” dünkü kötüler olmamalı; “iyileri” de dünkü iyiler olmamalı. Kötüyü de kötülüğü de, iyiyi de iyiliği de bugünün somut birikiminde görmeli, evrensel değerler terazisinde tartmalısınız. Sizler -dini, ladini fark etmeksizin- sadece içinde olduğunuz küçük gruplar dünyası adına değil, 85 milyon için dertlenen bir zihniyet dünyasını kuşanmakla yükümlüsünüz. En doğru sistemik çözümler adına imanını tazeleyen bir ruh ve akılla hareket etmelisiniz. Sizin yanınızda hiç kimse -eskinin bagajlarını ortalığa döküp- emaneti, ehliyet ve liyakati, şurayı, ortak aklı, kurumların bağımsızlığının önemini, denetim ve şeffaflığı küçümseyerek konuş(a)mamalı. Yozlaşma iklimine giden süreçleri hafifset(e)memeli. ‘Hak-batıl’ formuyla sana, zaaf ve eksiklerle dolu dünyasını tılsımlı bir küre gibi sun(a)mamalı. Hiçbir efsunlu tablo gerçeklerle ve toplumsal dönüşümde sana rehberlik edecek yeni arayışlarla arana set çek(e)memeli. Sen çözüme kafa yorarken, sana eski ezberlerini boca edip düşüncelerine ve ufkuna ket vur(a)mamalı. Böyle düşünen ve konuşanların sizlerin dünyasında yeri ol(a)mamalı. Düşünce dünyanız, bu değerlerin yüceltildiği ortamlarda gelişmeli.
Bir Türlü Anlatamıyoruz; Çünkü…
Sevgili gençler,
Anlatamıyoruz…
Çünkü dinlerken belli bir zihniyet kalıbının içinden dinliyorlar.
Tarihi kesitlerin fıkhıyla kulak kabartıyorlar.
Güce endeksli tarihi algıların büyüsü ve gelecek korkusu gözlerini perdeliyor.
İlkeleri, zahmetsiz ve emeksizce simgelere indirgiyorlar.
“Bizden ise çamurdan olsun” anlayışına mahkûm olduklarının; o “bizden” olanlar tarafından ketenpereye getirildiklerinin farkında değiller.
Din ile maruf, din ile insanlık tecrübesinin nimetleri arasındaki ilişkiyi kurmaya zahmet etmiyorlar.
Ne zihniyet sorgulamasına niyetleri var,
Ne de gerçek bir özeleştiriye.
En temizi “iktidar ve günahlarından beriyim ama ona da bir şey olmasın, asla kaybetmesin” itikadında.
Din ile çağdaş normlar arasındaki ilişkiyi, “iyiliği tavsiye” bağlamında okumaktan acizler.
“Suç”a, “suçlu”ya kimlikçi nazarla bakmaktan kendilerini alamıyorlar.
Emanete hıyanetin, yetim malına el uzatmanın, kamu malını çarçur etmenin, geleceği ipotek altına almanın, rantı ganimet bellemenin, “Kurtlu Bulgur” edebiyatıyla örtbas edilmesinden rahatsız değiller.
Aliya’nın, Mehmet Akif’in, Kevâkibî’nin, Abduh’un derdi onun derdi değil.
Safları korumak dedin mi akan sular duruyor.
Kutuplaşma yegâne iman umdesi haline gelmiş.
Sürekli çatışma halini dinin emri zannetmeyi daha maliyetsiz bir uğraş sanıyor.
Trollüğü zaten dine de, siyasete de, topluma da, hukuka da vurulmuş bir lanet.
“Düşman”a hak olanın kendine de hak olduğunu sanıyor.
Gençlere hamaset dışında cevabı yok.
Hukukun üstünlüğü, birlikte yaşam fıkhı, şeffaflık, denetim, işin ehline tevdi edilmesi, insanlık tecrübesi ve birikimiyle sarmalanmış çözümlere odaklanma hak getire.
Yegâne oksijeni dikotomiler, çelişkiler, tutarsızlıklar.
Gettonun ihtiyaçları ve sorumlulukları yanında toplumun hakları, ihtiyaçları, taleplerinin lafı bile olmaz!
“Her ne koşulda olursa olsun biz kendi işimize bakarız” sözü ağızlarda sakız ama nasıl bir bencilliğe tekabül ettiğinin farkında bile değil!
İşin kötüsü, dostane uyarılar, velev ki içinde eksik ve zaafların da olduğu “kötülüğü defetme”ye dair tavsiyeler umurunda bile değil.
Ne aklını önemsiyor ne dinini ne de bugünü.
Önünü göremezken, geleceği kâbus gibi tasvir etmekte mahir.
“Din” diye bellediği bir zihniyet sarmalının içinde debelenip duruyor.
O zihniyet kodlarının sorgulanmasından ödü kopuyor ve maalesef esas korkusu da bu.
Şu satırları karalayanı taşlamanın onda birini iktidarı eleştirmek, onu dünya ve ahiretteki karşılıklar ile korkutmak için harcasaydı bugün bu halde olmazdı.
Hem iktidarın kaybetmemesi için niyazda bulunup hem de her durumda, her konuda haklı olmak ne ise, dostumuzun hali de o.
Kendine kurduğu zihniyet dünyasında hep haklı, hep meşru.
Gözünün önünden nice yozlaşma örnekleri film şeridi gibi geçse de,
Kulakları bataklıktan gelen fokur fokur kaynama seslerine aşina olsa da,
Yetim malına el uzatanın hangi ateşle korkutulduğunu her gün okuyup dursa da,
Kaybolduğu deryada “Kurtlu Bulgur” edebiyatına sarılarak kurtulacağını ümit ediyor.
Dün, ne adaleti savundu ne de hukuksuzluklara “dur” dedi.
Konuşanı “düşmana koz vermekle” itham etti.
“Bindiğiniz dalı kesiyorsunuz” diyeni safları bozmak, fitne çıkarmakla suçladı.
Şimdi de “düşman” bellediğiyle, “öteki” olarak kodladığıyla geçmişin hesaplarını ortaya dökerek vicdanını susturacağını zannediyor.
Muhayyel geleceği bugünün cürümlerini örtmede silah olarak kullanıyor.
Siyaseti, ilelebet sürecek bir savaş gibi gördüğünden, “öteki” olarak kodladığına asla şans vermek istemiyor.
Kendinden olanı bile sırf bu ahlaksızlık batağını sürekli gündem ettiği için kriminalize ediyor. (Dünün toplum ve hukuk düşmanı mütekebbir Kemalistlerinden farklı düşünüp davranmadığını anlayamıyor.)
Bu sürecin ilelebet devam edemeyeceğini, sünnetullahın da bunu nakzettiğini görmek istemiyor.
Böylelikle aslında kendi içlerinden çıkabilecek alternatif toplulukların da önünü kesmede pervasız olduğunu kavramak istemiyor.
“Ya bizdensin ya da elin” kolay, emeksiz, hadsiz, ufuksuz, neticesiz, faydasız itikadını terk etmek istemiyor.
Sorgulayan genç nesilleri de ketenpereye getirebildiğini zannediyor.
Bu cendereden, bu sarmaldan çıkmak isteyen, seküler-dini her türlü despotizme ve ideolojik dogmalara karşı hakkın, hukukun yanında, kadim ve çağdaş, değişmez evrensel değerlerin savunuculuğu imtihanını yaşamak isteyen genç dimağları da karşısına aldığının farkında değil.
A’raf suresinde muktediri uyarmaya gidenleri engelleyenler konumuna düştüğünün şuurunda hiç değil.
Varsa yoksa gelecek olanın yaratacağı muhtemel kötülükler!
E peki senin yıllardır “olur” verdiğin fiili kötülükleri ne yapacağız!
Bir sosyolojinin geri dönülmez, tazmin edilmez şekilde kökü kazınırken karşıdan seyrettin, muktedire övgüler düzdün, onu ne yapacağız!
Ve süreç bitimsiz devam ediyor.
12 Eylülcülerle, 28 Şubatçılarla karşılaştırmalara maruz kaldığının farkında mısın?
Peki gitmesin bu iktidar!
Çözümün ne?!
“Erdoğan olmasa bunlar bizi çiğ çiğ yer” öyle mi?
Peki iktidarın çiğ çiğ yedikleri ne olacak?
Zulmü normalleştirmeler, üç maymunu oynamalar, sadece “öteki”nin zihniyet çelişkilerini görmeler, harama helal, helale haram fetvaları, buyrukları, hukuksuzlukları; mahvettiği hayatlar ne olacak?
Tamam gitmesin bu iktidar, çözümün ne?!
Var mı çözümün?
Var mı bir gelecek tahayyülün?
Üstelik sen kimsin? Baktın mı hiç aynaya?
Tamam gitmesin bu iktidar;
Ve bir 5 yıl daha (ömrü yeterse) bu bataklığın dibini görmeye devam edelim.
Çözümsüzce, kendi küçük dünyalarımızın sevaplarını toplayalım, günahları başkalarına tevdi edelim.
Elini büyük günahlara daldırmış olanların bir kısmını reisi zor duruma düşürüyorlar diye lanetleyelim,
Reisi de tüm bunlardan habersiz, sorumsuz, “günahı ümmet adına sırtlanmış, geleceğimizi koruyan baba ikonu” olarak mimleyelim.
Son çözümünüz bu mu?
Bu satırlar en vicdanlı olanlarınıza bir seslenişti; yoksa maddi çıkarlar gereği bu iktidarın kulu kölesi olmuşlar zaten konumuz dışı.
Hadi şimdi sigaya çekin beni, “Erdoğan’a öfken tamam da bu sorunları CHP ile mi çözeceksin?” diye.
O zihniyet dünyası içinden sorabileceğiniz yegâne soru bu.
Oysa o çok korktuğunuz şeyi başınıza getiren ve bunu dünyanın sonu gibi algılatan algoritma, tam da o çelişkili zihniyetin içinde.
40 defa yazdım, bir kez daha yazayım:
Ne yaptılarsa, siz de neye göz yumup sustuysanız, işte bu hali başınıza getiren odur!!!
Ne yaptıysak kendi ellerimizle yaptık, işte bu kadar basit!
Yasa belli, kaçış yok!
Kendi kaderimizle birlikte toplumun kaderini de buralara sürükledik. (Oysa dün aynı topluma müjdeler bahşeden, sorunlarını çözen, itikadını düzelten yine bizlerdik!)
Suçlu arıyorsanız; yitirilen ahlaki meşruiyeti her geçen gün daha da dibe vurduran hukuksuzluklara, adaletsizliklere, yozlaşmalara ve kibre bakın dönüp de.
Suçlu arıyorsanız, suçlu orada ve aynadaki akiste.
Üstelik “öteki” gördüklerinizin kazanması dünyanın sonu falan değil.
Bu cürümlere batmış, maskelemek için de dini ve milliyetçiliği kullanan bir iktidarı ötekileştirmeniz lazımdı itikaden.
Hatta kişilerin/çevrelerin değil, ilkesizliklerin, günahların, cürümlerin, hukuksuzlukların ötekileştirilmesi gerekiyordu aslen.
Eğer itikat kendini bugüne yenilemiş olsaydı bir arada yaşam fıkhına, siyasetin normalleşmesine, hukukun tırpanlanmasına, insan haklarının yerlerde sürünmesine, yargıyı kendine oyuncak etmelere karşı çıkılıp ötekileştirilmeliydi; lanetlenmeliydi.
Kimliği ne olursa olsun bunları savunanlarla elbirliği etmeliydi.
Hakiki itikat, bugün ve yarın bu günahları kim işlerse onları dışlamak, ötekileştirmek, ayıplamak, suçlamak olmalı.
Ama önce bütün bu tabloyu doğru değerlendirecek adil bir zihniyete kavuşmak gerek.
Ekonomide, siyasette, hukukta, toplumsal sorunların çözümünde kadim ve çağdaş insanlık tecrübesinin birikimlerinin bizim yegâne kriterlerimiz olmasını sağlamak.
Kriter mahalle olamaz,
Kriter tarih olamaz,
Kriter kimlikler olamaz.
Maharet onlarda değil, yukarıdaki ilkelerde.
Ve bu iktidarın yanlışlarını sorgulayacağına inansam, bizlere kulak vereceğine ikna olsam yerimde durmam koşarım.
Ama iktidarı bu inadıyla, bu haliyle sahiplenmeyi İslam’ın izzetiyle bağdaştıramam.
Yarın yukarıdaki ilkeleri kim çiğnerse, kim inşasına engel olursa onun da karşısında olurum.
Hiç kimseye kefil değilim, değiliz.
İlkeleri buyruk olarak iletmiş, fıtratımıza ekmiş, kodlarımıza yazmış, insan aklına da bunları kavrama kabiliyeti bahşetmiş Allah’tan (cc) başka hiç kimseye de sırtımızı dayamadık.
İşte bu yüzden birilerinin bugünkü cürümlerine “tahammül” ve “görmezden gelme”yi de dinimin şeref ve izzetine yakıştıramam.
Gördüğüm halde sessiz kalmayı da…
Bu bataklığın sürgit devamına da ne aklım ne vicdanım izin verir.
(Ben değil, benim gibiler değil, 50+1’den başka çıkış yolu bırakmayanlar utansın! Kendilerine helal gördüklerini başkalarına haram görenler utansın! “Zulüm bizdense ben bizden değilim” diyemeyenler utansın!)
İşte yarın önce halkın önünde, bilahare de din günü Rabbimin huzurunda vereceğim hesabın şekli şemaili budur.
Umulur ki öğüt alırlar diye…
Mazeretimiz olsun için…