“Muhafazakâr” Kadınlar
Mütedeyyin bir insanın otomatikman muhafazakâr olduğu kanaati kesinlikle evrensel değil, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi açısından geçerli bir ön kabuldür. Hatta Türkiye öylesine ilginç bir ülkedir ki, konuşurken veya yazarken dindar, Müslüman, mütedeyyin, mümin, iman gibi kelimeleri kullanan birinin bile mütedeyyin olduğu varsayılır.
Mütedeyyin kadınları “muhafazakâr” olarak nitelemek Türkçede oldukça yaygın bir âdettir. Neredeyse paralel kamular şeklinde ortadan ikiye bölünmüş Türkiye Cumhuriyeti’nde bunun dışında hemen hiçbir konuda anlaşamayan mahalleler, bu konuda ciddi bir fikir birliği içindedirler. Elbette bunun simgesi de başörtüsüdür. Ortalama bir İslamcı ve ortalama bir Kemalist, başını örten bir kadının “muhafazakâr” olduğu konusunda hemfikirdir. Ama ben, on yıllardır bu konularda yazan-çizen biri olarak da, meslek hayatımda ve kamusal alanda birçok başörtülü kadın tanımış bir yurttaş olarak da bu yaygın kabulün toplumsal gerçeklerle örtüştüğü pek düşünmüyorum. Üstelik uzun yıllardan beri. Okumaya başladığınız yazıda işte bu konuyu biraz ayrıntılandırmak istiyorum.
Yazının başlığı, aklımda Bay Kemal’in sözünü ettiğim yaygın kanaati tekrar eden bazı kullanımları sonrasında belirdi. AKP’nin Cumhur İttifakı’nı genişletme aşamasında, işbirliği yapmaya çalıştığı bazı partilerle pazarlık sürecinde kadın haklarının geriletilmesinin epeyce gündeme gelmesinden sonraydı sanırım, Bay Kemal şöyle bir tweet attı: “Muhafazakâr genç kadınlara seslenmek istiyorum. Biz baskıcı olan her şeyden arındık, demokratikleştik. Onlar en baskıcı olanı yanlarına çektiler. Kadına şiddetin önlenmesi kanununa savaş açanı ittifak ortağı yaptılar. Kazanım ve özgürlüklerinizin yok edilmesine izin vermeyeceğiz.” İfadenin bütünüyle hiçbir anlaşmazlığım yok, ancak hitap edilen genç kadınlara layık görülen “muhafazakâr” sıfatını, dediğim gibi, bir sosyolog olarak da, bir yurttaş olarak da kabul etmiyorum.
İlk Batılı İdeoloji Olarak Muhafazakârlık
Önce meselenin kitabi yönüyle başlayayım. Daha önce defalarca yazdım bu konuda ama, muhafazakârlık modern bir siyasal ideolojidir ve Avrupa tarihinin bir ürünüdür. Hatta muhafazakârlığın ilk Batılı ideoloji olduğu bile söylenebilir. Kimileri için tahammül edilmesi çok zor bir gerçek olsa da, muhafazakârlık, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi tecrübesine Batı’dan gelen ilk kargoların içinde yer alan bir kavramdır. Yani sosyalizm ne kadar yerli ve milliyse, muhafazakârlık da ancak o kadar yerli ve millidir aslında.
Siyasi olarak giderek merkezileşen ve demografik olarak da genişleyen ulus-devletleşme sürecinde Marx’ın ifadesiyle sınıflaşmanın ya da daha genel bir ifadeyle ekonomi-politik bir toplumsal tabakalanmanın tipik bir sonucu olarak ortaya çıkar bütün modern ideolojiler. Muhafazakârlık da bir istisna değildir. Şehirlilik tecrübesi, kaliteli eğitime ulaşma, mülk ve servet edinme gibi bazı açılardan göreli olarak daha avantajlı olanların ideolojisidir muhafazakârlık. Avrupa tarihindeki muhafazakârlığın kültürel, hatta teolojik bir renginin hiç olmadığı elbette iddia edilemez. Ama son kertede ortaya çıktığı topraklarda muhafazakârlığın ekonomi-politik bir sınıfsallığa yaslandığı aşikârdır. Kimileri bu değerlendirmeyi bir post-Marksist için doğal bulabilir. Ancak ortalama bir liberal-muhafazakâr okuryazar da bunun böyle olduğunu teslim eder.
Ancak yazının başında belirttiğim gibi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları çerçevesinde “muhafazakâr”, kökeni olan Avrupa tecrübesiyle karşılaştırdığımızda göreli olarak daha taşralı, daha dindar, daha az zengin bir profili temsil eder. Bunun tarihsel, sosyolojik sebeplerini anlatmak epey uzun sürer. Zaten şu anda yazmakta olduğum Siyasi Simya başlıklı kitapta bu ve benzeri konuları ele almaya çalışıyorum. Bu yazı bağlamında kısaca altını çizmeye çalışacağım şey şu: Türkiye’de muhafazakârlık, en azından Avrupa’ya göre, göreli olarak daha az ekonomi-politik ama daha çok teoloji-politik ve kültür-politik bir tabakalanmanın sonucu olarak anlaşılır. Zaten Bay Kemal’in ifadesi de bunun bir sonucudur.
Mütedeyyinlik ve Muhafazakârlık
Uzun lafın kısası mütedeyyin bir insanın otomatikman muhafazakâr olduğu kanaati kesinlikle evrensel değil, Osmanlı-Türkiye modernleşmesi açısından geçerli bir ön kabuldür. Hatta Türkiye öylesine ilginç bir ülkedir ki, konuşurken veya yazarken dindar, Müslüman, mütedeyyin, mümin, iman gibi kelimeleri kullanan birinin bile mütedeyyin olduğu varsayılır. Bu tip komiklikler bir agnostik olarak okuryazar kamuda hiç başıma gelmemiş değildir. Aslında çok basit bir realitedir ama Türkiye için bir olağanüstülük olarak algılanabilir: Din (dindarlık) sosyolojisi çalışmak için mutlaka dindar olmak gerekmez.
Örneğin evlere temizliğe giden bir kadının başının örtülü olması onu otomatikman muhafazakâr yapmaz. Türkiye’de oldukça yaygın olan bu toplumsal tipoloji, aslında öncelikle büyük ihtimalle sigortasız çalışan bir işçidir. Bu açıdan bakıldığında bu profilin İslamcı bir parti yerine örneğin sosyalist bir partiye oy veriyor olması eşyanın tabiatına çok daha uygundur. Bu konuda ilgili okurlar Berkun Oya’nın Bir Başkadır dizisi hakkında yazdığım bir dizi yazıya tekrar bakabilirler.
Gelelim işin hayat tecrübesi boyutuna. Öncelikle şuna açık bir şekilde ifade edeyim: Başörtüsü benim çocukluğumda ve gençliğimde, ailemde veya sosyal çevremde çok tecrübe ettiğim bir şey değildi. Başörtülü kadınlarla özellikle akademik hayatım boyunca önce öğrenci olarak karşılaştım. Bu somut tecrübelerle ilgili yazılarım da mevcuttur. Daha sonra da yine meslek hayatımda ve okuryazar kamusunda birçok başörtülü okuryazar kadınla iletişimim oldu. Bütün bu tecrübelerin bir ortalaması olarak ve bu konularda biraz okumuş, yazmış biri olarak bu kadınları kesinlikle “muhafazakâr” olarak nitelemezdim. Nitelemedim de zaten. Onları hiçbir zaman “muhafazakâr” sıfatının içine sığabilecek toplumsal varlıklar olarak düşünmedim. Temel, evrensel insan hakları; ekonomik, hukuki eşitlik; fırsat eşitliği; sosyal devlet; ücretsiz eğitim; kadın hakları gibi konularda ortalama bir sosyal-demokrat, hatta bir sosyalistten çok farklı düşündüklerine şahit olmadım. Hatta bir gün kamusal bir toplantıda başörtülü kadınlara hitap ederek mealen şöyle dediğimi çok iyi hatırlıyorum: Bugün sizler İslamcı ya da muhafazakâr olarak niteleniyorsunuz ama eğer Türkiye yerine bir Avrupa ülkesinde doğsaydınız ve dindar bir Katolik ya da mütedeyyin bir Protestan olsaydınız savunduğunuz temel ilkelerin ortalaması açısından büyük ihtimalle solcu olarak görülecektiniz. Bir önceki cümledeki “mütedeyyin Protestan” ifadesinin bile pek çoklarının kulaklarını tırmalayabileceğini öngörebiliyorum!
Genelde pek yapmam ama dilerseniz bu konuda bir kehanetimi de sizlerle paylaşayım: Bir, en fazla iki kuşak içinde yazının başından beri tartıştığım bu muhafazakârlık ve başörtüsü örtüşmesi mümkün olmayacak. Bunu, Türkiye’nin en azından benim kişisel olarak şahit olduğum toplumsal değişim sürecinin doğal bir rölantisi olarak değerlendiriyorum. Türkiye devam edecek ama değişecek. Değişiyor da zaten.
Bu arada Bay Kemal’in de birçok diğerleri gibi bu özdeşliği tekrar etmesi üzerine bu yazıyı yazmış olmamdan, kendisinin son yıllarda ürettiği “yumuşak siyaset”i göz ardı ettiğim sonucunun çıkarılmasını istemem. Daha önce bu konuda da birkaç yazı yazmıştım. İlgili okurlar bilirler. Bay Kemal’in bugün CHP’yi getirdiği noktayı çok önemsediğimi hep söyledim. Hatta Bay Kemal’in bu siyasetinin yukarıda sözünü ettiğim toplumsal değişimi mümkün kılacak önemli bir iradi etkiye sahip olabileceğini de vurgulamak isterim. Son zamanlarda, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde CHP’nin başörtülü milletvekili adayları göstereceği konuşuluyor sosyal medyada. Bunun çok doğru bir tercih olduğunu ve artık zamanının geldiğini düşünüyorum.
Geçenlerde sosyal medyada Emine Uçak’ın CHP’ye milletvekilliği adaylığı için başvurduğunu duydum. Kendisi yukarıda sözünü ettiğim kamusal toplantıda olan başörtülü kadınlardan biriydi. Ardından da internet ortamında “Niçin Aday Oldum?” başlıklı bir yazısını okudum. Dilerseniz yazımı Emine Uçak’ın bu yazısındaki bazı değerlendirmeleriyle bitireyim ve bu satırların yazarının “muhafazakâr” olup olmadığını sizlerin hakkaniyetine bırakayım.
“Müteahhitleri zenginleştirirken dar gelirlileri şehirden atan rantsal dönüşümler yerine, insan haysiyetini gözeten kentsel güçlendirmelerin yapılması için adayım… İktidarın varlığını kabul etmediği ekonomik krizin gündelik hayata ağır maliyetini, eğitimden sağlığa her alanda derinleşen eşitsizlikleri, artan çalışan yoksulluğunu gördüğüm için adayım… Markette, pazarda, sokakta, ulaşımda yoksullaşmanın ve gelecek kaygısının etkisiyle yaşanan sosyal patlamalara her gün şahit olduğum için adayım… Çocuklarının eğitimi, sağlıklı beslenmesi için kendi ihtiyaçlarını erteleyen ebeveynleri gördüğüm ve bizzat yaşadığım için adayım… Çalışanların dahi İstanbul’da barınabilme koşullarının giderek zorlaştığını gördüğüm için adayım… Ailenin, toplumun, hayatın yükü omuzlarına binen kadınların emeğinin görülmesi, eşitliği, temsili ve kararlara katılımı için adayım… Kadına şiddetin son bulması, var olan koruma mekanizmalarının işletilmesi, kadınların kazanımlarına karşı oluşan ataerkil lobilere karşı güçlü ve dik durmak için adayım…”