Muhafazakâr Seçmenle Hasbihal

İktidarın ördüğü buzdağının kırılması elzemdir. Hepimizin faydasınadır. Bu buzdağı kırılmadan ülkenin önce normalleşmeye, ardından istikrara kavuşması mümkün değildir. Masa’nın bilinmezlikleri olarak gördüğünüz ve sizlerde güven problemi oluşturan riskler, bu buzdağının topluma verdiği zararlar yanında devede kulaktır.

muhafazakar seçmenle hasbihal

Türkiye’nin tüm kimlikleri, zıt kutuplarıyla birlikte iki ayrı ittifakın içinde yer almakta. 1 yıl boyunca Masa’yı “beş benzemez” tabiriyle tahfif eden Cumhur İttifakı şimdi aynı kadraja kendisi girdi. Ulusalcı, muhafazakâr, solcu, sağcı tüm partiler terazinin diğer kefesine doluştu. Bu bir yanıyla adına Cumhurbaşkanlığı ya da ‘50+1 sistemi’ denen oyunun normali. Yani ülkenin tüm kesimlerinin iki ayrı kefede kümelenmesi oyunun kuralı, siyasetin normali haline gelmiş durumda! Her ne kadar “normal” kelimesinden uzun zamandır ırak düştüysek de hali pürmelalimiz bu!

 

Şimdi bu resme bakıp da, klasik geçmiş ezberlerle karşı tarafı “Siz şunlarla birliktesiniz, bunları iktidar yapacaksınız” diyerek itham etmenin alemi yok! Karşıdaki hangi camı taşlarsan taşla, senin evinde de aynısından var.

 

Öte yandan millet, bütün bu ayrıntıları bir kenara bırakıp gördüğüne bakacaktır: Yani Erdoğan-Kılıçdaroğlu kapışmasına. Üzerine bin tane cümle de kursanız bu iki ismin tarihsel hafızadaki yeri (kararsızlar ve çok önceden kopmuşlar hariç) itikadi ve ideolojik saiklerle değerlendirilecektir. İsimlerin, liderlerin, geçmişten tevarüs eden ideolojik ve itikadi temsiliyetleri ile değerlendirilmesi, halen halkımızın vazgeçmediği ana siyasi kriterdir.

 

Her kesimin yer aldığı alanla ilgili kendine göre açıklamaları ve ön kabulleri mevcuttur. Bu tercihleri “dinileştirmenin/ideolojikleştirmenin” sakıncaları olabildiğince fazladır ve insana tutarsızlıktan başka bir şey sunmaz.

 

Siyaset Din Değil, Uzlaşı ve Çözüm Arayışı Alanıdır

 

Lakin siyaset bizde halen kimlikler ve dini/ideolojik argümanlarla arz-ı endam eden bir sahnedir. Bu yüzden siyasetin kendi normalinin, yani uzlaşma kültürüne ve çözümlere vesile olması gerçeği zihinlerde yadsınır. İdeolojik/dindar zihin, siyasetin oluşturduğu dengelerin sebeplerine, nimetlerine, rasyonel görünümlerine ve muhtemel değişimler adına tetikleyici vasıflarına odaklanmaktan ziyade, kendi “konumu”, “şerefi/onuru” vs. diye tarif ettiği ezberlere yaslanır. Buna göre atılan bir adım, yapılan bir tercih asla kırmızı çizgilere halel getirmemelidir. Aslında bu da bir tür mikro siyaset dizaynıdır. Zira gerçekte böyle bir siyasi arena yoktur. Sadece yaptıklarımız değil, yapmadıklarımızla da sadece kırmızı çizgileri çiğnemiş olmayız, pek çok doğru fırsatı da tepmiş oluruz. O yüzden Masa’daki muhafazakârlara yakın partileri “onurlu yalnızlık” içinde avutan tercihler de, ne bize ne de siyasi arenaya bir şey katar. “Sorunlar çözülmesin, değişim olmasın, fırsatlar değerlendirilmesin ama kırmızı çizgilerimizden ödün vermeyelim” anlayışı siyasi arenada hem karşılık bulmaz hem de bir avuntudan öteye gidemez. Çünkü yapmadığınız tercihler ya da terk ettiğiniz sahalar aslında yaptığınız başka tercihlere, göz yumduğunuz çözümsüzlüklere tekabül etmektedir!    

 

İdeolojik ya da dini-itikadi zannettiğimiz pek çok tercihimiz aslında ezberleri, önyargıları, kaçışları, konforları, tutarsızlıkları ve sürüden kopma korkusunu içinde barındırır. Filmdeki kötü adam repliğinde olduğu gibi; “İnsanlar otokrattan değil, sürüden kopmaktan korkarlar.” 

 

“Gelmekte Olanın Gelmesi” Gerçekten De Dünyanın Sonu Mu?

 

Şimdi bu çizdiğimiz tabloyu bir parça somutlaştırmaya çalışalım. Yaşı 50’yi aşmış olanların ne kadar sabredeceği bilinmez ama bu satırların özellikle genç dimağlara/nesillere seslenme amacı taşıdığını baştan belirtmiş olalım. (Konuyla ilgili daha geniş değerlendirme için özellikle ‘Dindar Gençler ile Hasbihal’ yazımıza bakılabilir.) 

 

Öncelikle meselemizin halen zihniyet sorunu olduğunu kavramak gerekiyor. Özellikle siyasete bakış ve siyasetin normali içinde davranmanın künhünü kavramakta ve bunu kültürleştirmekte zorlanmaktayız. Yukarıda buna bir parça değinmeye çalıştık. Siyasi arena savaş alanı değildir. (Şu anki gerçekliğimizle uyuşmasa da öyledir; öyle olmak zorundadır.) Siyaset, içinde kaybetmenin de olduğu bir toplumsal gelenek haline geldiği ölçüde hepimize kazandıracak vasat yakalanmış olur. Elbette bu geçiş süreçlerinde kazalar olacaktır. Bu kazalar kimlikçi tarzda “Ben dememiş miydim?” diyenleri haklı çıkarmaz. Aksine tüm bunları hesap ederek yola çıkan ve kimlikçi bir atmosferde tercihlerinden ötürü taşlananların ilmek ilmek dokumaya çalıştıkları bir sürecin işlediğini gösterir. “İlelebet bizimkilerle yola devam edelim” demenin tercümesi aynı zamanda “Tüm yozlaşmalara sabredelim, göz yumalım” demektir! Zaten o “ilelebet” hiçbir zaman karşılık bulmayacaktır. (Laik-Kemalist kesimlerin 2003’lerde başlayan sükût-u hayalini hatırlayalım. İlelebet iktidarı kendilerine hak gördükleri için AK Parti’nin ve mütedeyyin kesimlerin iktidar başarısını çok yakında kapanacak bir parantez olarak görmüşlerdi. Ama Türkiye’nin demokratikleşmede atağa kalkması o süreç sayesinde ivmelendi.) O halde dönüşümlere alışmak zorundayız. Hele ki sistemik yenilenme ihtiyacı baş göstermişse, kimin iktidarda, kimin muhalefette olduğunun bir önemi kalmaz. 

 

Gerektiğinde bizzat kendi elimizle, tarafı olduğumuz siyasi oluşumlara gereken dersleri vermeliyiz. Değilse “Ben yaptım oldu” ya da “Ceketimi assam seçilir” kibrinin getireceği kötülükler gün gelip bizim de kapımızı çalabilir. Hatta “ölüm kalım seçimleri”nin sonucu bir Pirus zaferi de olabilir. Zannımızca şu an da böyle bir tercihin arifesindeyiz. Pirus zaferine “evet” mi diyeceğiz yoksa “bizden” olduklarını düşündüklerimizin hem kendilerine hem de seçmenlerine çeki düzen vermeleri için onlara muhalif saflara geçme fırsatı mı bahşedeceğiz, bunun üzerine düşünmek gerekmekte. Hele ki mahallede derin bir zihniyet ve ahlak krizi yangını yaşanırken bu muhasebeyi hep birlikte yapmakla yükümlüyüz.

 

Kişileri/Liderleri Değil Sistemleri Oylayacağız  

 

Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki bu seçimi “Erdoğan-Kılıçdaroğlu” fotoğrafına bakıp bir liderler yarışı olarak görmek hatalıdır. “50+1” oyununda bir lider seçmek zorundasınızdır ama esasen bu seçimin belirleyeni sistemsel tercihler olacaktır. Erdoğan seçildiğinde de bir sistemin ve kadrolarının devamına oy vermiş olacağız, Kılıçdaroğlu seçildiğinde de. Özellikle ikincisi, deneme fırsatının kaçırılmaması gereken umut ışıklarıyla dolu. Nitekim;

 

  • Kılıçdaroğlu lanse edildiği gibi tek başına yönetmeyecek.
  • Masada muhafazakâr kesimi temsilen partiler olacak.
  • Altılı Masa, ‘Ortak Mutabakat Metni’nde yer alan, üzerinde anlaştığı konular muvacehesinde hepimize 6-7 yıldır maddi-manevi ciddi maliyetler üreten bu sistemi dönüştürecek. (Geçiş Süreci ilke, görev ve yetkileri Ergun Özbudun hocanın şu yazılarından takip edilebilir.) Bu maddelerde de yer aldığı üzere özellikle istişare ve uzlaşı ruhunun belirleyiciliği açıktır. Parlamenter sisteme geçildikten sonra zaten politik süreçlerin kodları buna dönmek zorunda olacaktır. Gücü tek bir kurumda hatta kişide toplama gayretinin ülkemize neler yaşattığı ortadadır. “Erdoğan varken iyi, başkası olduğunda kötü” diye bir politik düşünce ve zemin zaten ne ahlakidir ne de sürdürülebilirdir. (Tersinin ne kadar kötü olduğunu vesayetle kuşatılmış 100 yıllık tarihi geçmişimizin öğretmesi gerekirdi.) O halde, her vakit herkesin görüşlerinin teraziye vurulabildiği ve asgari sahada uzlaşıların yürürlüğe girme ihtimalinin her daim yüksek olduğu sistemlere dönüş yapmak kaçınılmazdır. 
  • Eğer korkulan olur da Altılı Masa’dan ya da o liderlikten yasakçı, dayatmacı, demokratik evrensel normları çiğneyen çıkışlar sâdır olursa (ki şu anki iktidar ziyadesiyle bunu topluma yaşatmakta) o durumda yönetim sürdürülebilir olmaz. Ya da şöyle söyleyelim, zaten Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e geçişle birlikte birbirine muhtaç partilerle yeni bir güç dağılımı ortaya çıkar. (Kılıçdaroğlu’nu ‘istenmeyen adam’ olarak gören seçmene de şunu hatırlatalım ki; sistemin buna sebebiyet vereceği uyarılarını yıllarca yapanlar şimdi haklı çıkmış oldular. ‘Ya yarın Erdoğan sonrası sizin istemeyeceğiniz birisi Cumhurbaşkanı olursa’ diye uyaranlar tam da bugünleri kastetmişlerdi deyip konuya noktalı virgül koyalım.)
  • Daha önemlisi; bugün Masa’dan sâdır olan sözlere bakıp yarını değerlendirmek de sizlerin ellerinde. Eğer Kılıçdaroğlu liderliği ve yardımcıları konumundaki liderler sana ve kimliğine halel getirecek uygulamalara ‘olur’ verme makamında olurlarsa, en yakın seçimde gerekli cezayı kendilerine sandıkta kesersin olur biter. (Gönül ister ki, arada kazalar olsa da inşai süreç kitlelerin demokratik bilinçlenmesi ve hukukun üstünlüğüne saygı çerçevesinde işlesin; diğer türlü Masa da belki bir 10 yıl daha umutları örselemiş olur!)
  • Eğer Altılı Masa gereken desteği alırsa umuda tahvil edeceğimiz ihtimalin daha yüksek olduğunu düşünenlerdeniz. Dahası, Masa’ya bu fırsatı vermezsek mevcut sistemin -Allah korusun- birkaç yıl daha yürürlükte kalması, -her anlamda- bizleri daha büyük felaketlerin eşiğine taşıyabilir.
  • Elbette bu uyarılarımız Masa’nın sırtında taşıdığı yükü, kazandığı takdirde bir lider olarak Kılıçdaroğlu’nun hemen her alandaki sorumluluğunun büyüklüğüne de gönderme yapmakta. Uygulama olmadan, şahitlik ortaya koymadan, taş taş üstüne dizmeden bugünkü “helalleşme” vb. söylemlerin sahici bir güvene dönüşmesi mümkün değildir.
  • İktidarın ördüğü bu buzdağının kırılması elzemdir. Hepimizin faydasınadır. Masa’nın bilinmezlikleri olarak gördüğünüz ve sizlerde güven problemi oluşturan riskler, bu buzdağının topluma verdiği zararlar yanında devede kulaktır.
  • Bu sistemin bu şekli ile devamının oluşturacağı toplumsal ayrışmalar, toplumun tüm kesimlerinin zararınadır. Bu fırsat değerlendirilemez, enkaz daha da derinleşirse, ileride, rövanşist kurgulu bir iktidar değişiminde hasretle beklediğimiz toplumsal uzlaşı bizler için ütopya olarak kalacak ve ülkemizin gücü ve değerleri heba olacaktır.

 

Sorgulama Kimlikçi De Olsa Tutarlı Olmak Zorundadır

 

Yukarıdaki satırlar, önemli ölçüde muhayyel olana ilişkin. Yani henüz tecrübe edilmemiş alanlara ilişkin. Ama bu durum korkuya da umuda da tahvil edilecek her konu için geçerlidir. O halde fiili olanla karşılaştırmalı olarak, ahlaki endişelerimizi de kapsarcasına meseleye bakmaya çalışalım. 

 

Bu satırların yazarı bu meseleleri ne zaman mahalleden birileriyle tartışmaya kalksa, “Neden oradasın abi?” sözlerine muhatap olmakta. Bu cümle bazen gelmiş olduğumuz geleneğe dayalı olarak, kalplerinde muhabbet besleyenlerin bireysel olarak şahsımıza yansıttıkları -ortak kimliğin uzantısı- bir teveccüh cümlesi de olabilmekte, içinde olduğumuz ve görev aldığımız siyasi partinin genel duruşunun ne olması gerektiğine ilişkin bir niyet izharını da betimleyebilmekte. Bu sorunun genel anlamda siyasete bakışın -en başta belirttiğim- sorunlu olmasından kaynaklı bir perspektifi yansıttığını düşünenlerdeniz. Ve bu soru kipini -iyi niyetli olarak kurduklarından şüphe etmediğimiz- şahsiyetlerin çoğunun “Ben bağımsız değilim, ben de Erdoğan’dan yanayım” diyenlerin safında olmaları da bir tesadüf değildir. Kendisine Erdoğan’ın yanında paye biçerken, bizi “onurlu yalnızlık”a davet eden bu hamasi anlayış, böylelikle bizim siyasi arenada olmamamız gerektiği, kendilerinin de Erdoğan’a desteğin altının kalınca çizildiği bir atmosferin en ahlaki konum olduğundan en ufak bir şüphe dahi duymuyorlar! Olabilir tabii ki, bu da bir tercihtir. Ama tercihin biri “Kılıçdaroğlu’na destek veren ve sapmış olan” bir ahlaki düzlemde nitelenirken, diğer tercih mahallenin normali olarak sorgulama konusu dahi olamamaktadır. Bu taksim adil olmadığı gibi, mütedeyyin kesimlerin yarınına da hiçbir faydası yoktur.

 

Bizim öncelikle meselemiz bireysel olarak Kılıçdaroğlu olmayıp, oradaki kadro ve sistemsel değişim umudu iken, bizleri yargılayanların ‘Erdoğan figürü dışında’ alternatifsiz oluşları da manidardır. Yani “Erdoğan’dan sonra ne olacak? Erdoğan’ın başına bir şey gelse, hastalansa, hak vaki olsa bu düzen kimlerin eline kalacak? Hangi klikler arası savaşlara, hangi devlet aklının insafına kalacağız” sorusunu kimse sormaya yanaşmamaktadır. Oysa Erdoğan’dan yana olma sebepleri neye/nelere dayanıyorsa, o sebeplerin sigortası adına bu soruların sorulup cevaplarının aranması gerekmez mi? “Sorunumuz kişisel olarak Erdoğan mı yoksa onun da içine katıldığı bir sistem mi” sorusunun cevabının aranmasının gerekliliği gibi. Nitekim başında Erdoğan da olsa, bu sistemin işleyişinde sorunlar olduğu, mahalledeki ahlaki krizleri bu sorunlara sessiz kalmanın tetiklediği de bu cenahlar tarafından gayet iyi bilinmekte. O halde aslolan, buradan toplu çıkışın ne olması gerektiğine dair daha geniş, kuşbakışı ve kapsayıcı cevaplar aramaya koyulmak değil midir? Elbette soruları yarıda kesip, sınırlı imkân dairelerine hiç tükenmeyecek fırsatlar olarak bakıp, bu yozlaşma iklimi içinde de o işlerin kör topal devam edebileceği sanrısı içinde olmak mümkündür. Nitekim bugün yapılan da odur ve beyhude ek sorularla sürüden ayrılma endişesi yaşamanın alemi yokmuş gibi yapılmaktadır. Endişe edilen sorunların farklı çözüm yolları olabileceği ihtimali, dini-kültürel ortaklık içinde olduklarımızı tüm yanlışlarına, cürümlerine, büyük günahlarına rağmen sahiplenmeyi sürdürmeyi beraberinde getirmektedir ki, işte aslında siyaset arenası bu sıkışmışlıktan çıkış adına da hem ahlaki hem de rasyonel/fiili fırsatlar sunmaktadır. 

 

İşte bu yüzden artık lider seçmekten sistem seçmeye ve sistemik dönüşümlere ivme kazandırmaya gayret etmeli ve tercihlerimizi bu çoklu seçenekler dahilinde kullanmalıyız.

 

Yukarıda söz ettiğimiz mezkûr diyaloglarda “Birlikte olduğunuz partileri de böyle eleştirsenize” tarafgir eleştirisine de muhatap olmaktayız. Halbuki biri fiili, diğeri muhayyel. İktidar cürümler içinde; bir gecede bir torba yasayla, bir KHK ile milyonların hayatını etkiliyor. Yargı sopasıyla bir toplumsal kesimi inim inim inletiyor, milyonları fakirleştiriyor; hakkına hukukuna rant ve yolsuzluk üzerinden musallat oluyor ama gelecek olanın muhtemel (!) yapacaklarıyla bir karşılaştırma talep ediliyor. Hak mıdır, reva mıdır? 

 

“Abi siz destek oluyor ve iktidara kaybettiriyorsunuz” sorusuna verdiğimiz iki tür cevap oldu bugüne kadar:

 

  • Hayır! AK Parti iktidarı, insanların hayatları üzerinde kararlar alan bir icra makamı olarak, kendi oy ve seçmen kaybına kendi elleriyle yaptıkları yüzünden maruz kaldı; kaybettiği ahlaki meşruiyet seçmenin kaçışına, rakiplerinin güçlenmesine sebebiyet verdi.
  • Evet! Elbette bu iktidarın inşa ettiği buzdağı kırılmadan ülkenin önce normalleşmeye, ardından istikrara kavuşması mümkün değil. Milyonların hayallerini, umutlarını altüst eden bir iktidarın bitmesini istemekten daha doğal ne olabilir ki? Eğer başta Erdoğan olmasaydı sizler de bu düzenin devamına onay vermeyecektiniz. 

 

Üstelik iktidarın bu haliyle devamına ‘olur’ vermek halihazırda var olan imkânların elden çıkacağı, işbirliği yapılan bürokratik kadroların eleneceği dar korkusu üzerine oturuyor. Yani kendine kurduğun sınırlı imkân dünyası, milyonlarca mağduriyeti nihayete erdirme ümit ve imkânı karşısında bir bilinmeze övgüler düzdürüyor.

 

Bu imkân dünyası maddi olmak zorunda değil, manevi de olabilir. Diyelim ki yardımlar yaptığınız kesimlere dönük bu yardımların kesileceği endişesi de taşıyabilirsiniz. İyi ama bunun çözümü genel yozlaşma ikliminin sürgit devamına onay vermek olamaz ki! Şöyle düşünülmesi lazım:

 

  • Masa’da bize yakın, bizleri de temsil makamında olan partiler var, bunlar zaten kazanımların kaybına izin vermezler.
  • Velev ki engellenemedi, o durumda hep birlikte mücadelesini veririz.
  • Mağdur kesimlere destek meselesi çok boyutlu bir konudur. Çözümü de sistemseldir. Mesela ırkçılıkla mücadele ederken, sadece ırkçılığın ne kadar kötü olduğuna dair benzer cümleleri peşi sıra slogan haline getirmeniz o ırkçılıkla mücadele için yeterli gelmez. Bu tarz olumlu propagandalarla birlikte ekonomik, siyasi, sosyal alanlarda iyileştirmeler olmadan, yani soruna sistemsel yaklaşılmadan tüm çözümler palyatif ve sınırlı kalır. Konuya ilişkin bir paylaşımımızda şunları ifade etmiştik:

 

“Toplumsal bir sorunla ilgili salt itikadi ya da ideolojik önerme sunmak o soruna fazla katkı sağlamıyor. Berger ve Luckmann’ın da incelediği gibi bir ‘gerçekliğin sosyal inşası’ süreci işliyor. Bunun içinde biriken veriler ve toplumların perspektifini inşa eden süreçler var. Mesela sığınmacı karşıtlığında, hem tarihte hem de günümüzde paralel olarak üreyen aynı süreçler toplumları benzer reflekslere itiyor. Bunları ıslah etmede sadece propaganda süreçleri yeterli olmuyor. Ekonomik, sosyal, siyasi, hayata dokunan doğru bir habitat üretimi gerekiyor.”   

 

Tıpkı, kangrenleşmiş sorunları çözmeye ahdetmiş 20 yıl evvelki AK Parti’nin uyum yasalarından askeri vesayetle mücadeleye, çalıştaylardan açılım ve çözüm süreçlerine kadar toplumdan aldığı desteği ekonomik büyüme ile taçlandırması gibi. Topluma ahlaki ve ekonomik olanı doğru biçimde sunduğunuzda ve karşılıklı güven ilişkisini oluşturduğunuzda toplum, hastalıklı bilinçlerden sâdır olacak marjinal tekliflerle ilgilenmez, onlardan minimum düzeyde etkilenir.

 

Verili Durumun Devamı Mı, Değişime Fırsat Vermek Mi?

 

Mütedeyyin kesim şunu görmek ve kendisine sormak zorunda: Sistemik dönüşüm bir ihtimal ama denemeye değer bir ihtimal. Diğerinde ise mafya dünyası hesaplaşmalarına benzer tarzda, sürgit devam edecek bir sarmal var. İçinde hiçbir ümit damlası yok. Hayat milyonlar açısından çekilmez hale gelse de ite kaka bir şekilde nefes alıp verir miyiz? Olabilir ama hadi biz katlandık, peki evlatlarımız yarınlarını inşa etmeye çabalarken bir de bu yozlaşma iklimiyle mi mücadele edecek? Nereye kadar tahammül gösterecek bu bataklığa? Tahammül göstermek zorunda mı? 

 

Açık bir enkaz ve hezimet korkusunun uzantısıdır ki, iktidarın dili bir savaş dilini andırmaktadır. (Ve hem toplum hem de maalesef mahallenin en aklıselim unsurları da bu savaş dilini istemli-istemsiz yeniden üreterek sahaya sürmekteler ki esas problem burada.) Üstelik Masa’yı kriminalize ederken kendi cenahında ulusalcılar, 28 Şubatçılar, mafyatik unsurlar ve birtakım hukuk ve toplum düşmanları vardır. Sistemin tüm nimetlerini aralarında paylaşmakta, bir elleri yağda, diğeri balda hesapsız, denetimsiz ilişkiler ağından paylarına düşeni almaktadırlar. Diyelim ki Masa tarafındaki cenahta da birtakım ideolojik şahinler mevcuttur. Cumhur İttifakı’nda bunlar dayatmacı, yasakçı, ötekileştirici bir atmosfere odun taşır ve büyük olasılıkla aktörler değişse de bu zihniyet değişmeyecek ve günden güne toplumu daha beter sarmalayacak iken; Masa tarafında demokrasi, hukuk ve özgürlüklerden yana baskın bir yapı mevcuttur. İstisnaların irapta mahalli yoktur. Oluşan sinerji rövanşistlere bile baskın bir atmosfer oluşturmaktadır ki Masa’daki hiçbir lider asla rövanşist bir sürece izin vermez.

 

Farkındaysanız Kılıçdaroğlu’nun adaylığıyla birlikte mahalledeki öfke krizleri kimliksel ayrışmanın tüm değerlerin üzerinde olduğunu açık ediyor. Halbuki tam da bu kimlik, nitelikli insanların kökünü kazıyıp hepimize kök söktürecek, liyakatli, ehil, dürüst, namuslu insanları sırf biat etmeyecekleri ve yürüyen işlerde doğal bir denetim düzeni oluşturacakları için kendilerine engel oluşturacak bir mekanizma inşa etti. Her geçen gün bu mekanizmanın dişlileri daha da büyümekte, kendi içinde çirkin rekabet koşullarını sisteme adapte etmektedir.

 

Görülen o ki sevgili gençler, yaklaşık 30 yıllık hikâyenin de etkisiyle, ortalama muhafazakâr seçmen için, Erdoğan varsa, sistemin tüm handikaplarına tahammül de var. Yani derindeki kavga kimliksel. Onlara şunu anlatabilmek gerekir ki; madem bu kavga hiç bitmeyecek, o halde varlığını çok önemsemediğin sistem gün gelip seni de vuracak, hem de öyle böyle değil. Peki buna bir son verme çabası anlamlı değil mi? 

 

Kiminle konuşsanız bir sonraki aşama yok! Yukarıda da ifade ettiğimiz hususun bir kez daha altını çizelim ki “Bir yıl sonra nasıl bir Türkiye arzuluyorsun?” ya da “Erdoğan’ın olmadığı bir ortama kafa yordun mu hiç?” gibi sorular cevapsız, çünkü hiç sorulmamış halde. Adeta mütedeyyin orta yaşlılar anı ve anın korkularını yaşamakla meşgul. Şu anki korku ve endişe Masa sayesinde oluşan öfkeyle bastırılmakta! Öfkeyi korkunun yerine ikame etmekteler! 

 

Haklı da olsa ezberler üzerine dayalı tarih okuması yarına dair sağlıklı değerlendirmelerin önünü tıkıyor. Kimse yarını düşünmek istemiyor. “Kaybetmemeliyiz” sözde haklı kaygısı her şeyin üzerinde ve üstelik ‘ahlakilikle’ meşrulaştırılıp taçlandırılıyor.

 

Pirus Zaferine De Hazır Mısınız Gerçekten?

 

Çözümsüzlük dediğimiz bu. Diyelim ki haklısınız ve “geliyor gelmekte olan”:

 

– Mademki ‘geliyor gelmekte olan’, o halde onu her konuda dengeleyecek, etkileyecek, olumlu anlamda yönlendirecek birilerinin orada olması iyi değil mi?

“Onlardan ayrı olmalıydınız” deniyor. Neden? Mahallenin Reisçileri daha fazla tekme vursun diye mi? “Bak böldünüz de oldu, yüzde 1-2 için değer miydi” desinler diye mi? Kazanılsa da, kaybedilse de günah keçisi olarak anılmak için mi? Ayrı olsak bu “onurlu yalnızlık”a destek mi verilecekti? İnanın bu soruya “elbette” diye cevap verenler kalplerindeki samimiyetsizliği sorgulamaktan acizler. Nitekim o durumda da kaybetme korkusuyla “oyum boşa gitmemeli” endişesi geçerli olacaktı.

– Diyelim ki “gelemedi gelmekte olan” ve yine Erdoğan kazandı. Peki bu yeni döneme ilişkin tahayyülünüz nedir? 

 

Yozlaşma arttıkça o saatten sonra içinizden “Emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker” (iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıracak) de bulunacak kahramanlar falan mı çıkacak? “Edi bese”, “Yeter artık, bu kadar da olmaz” falan mı denilecek? 

 

Bu sistemin gün gelip sizin de kapınıza dayanmayacağının bir garantisi var mıdır? Kapımıza dayanıp dayanmadığına bakmadan, sırf dayandığı kapılar için erdemli bir karşı çıkış üretmek gerekmez mi?

 

Zihniyet bu olunca “Bu iktidar sonrasına ve sürgit devam eden toplumsal sorunlara ilişkin ne düşünüyorsun?” sorusu cevapsız kalıyor. 

 

“Riski elbette var ama tecrübe etmekten başka çaremiz yok” seviyesini denemek dahi istemiyorlar. (Halbuki bunu eninde sonunda tecrübe edecekler; zira Pirus zaferi sonrası yozlaşmanın tavan yapmasıyla erime daha da artacak.) Halbuki kapılarını çalan tam da bu ve büyük iddiaları olan bir dinin müntesipleri olarak hiç de o misyona uygun bir kuşatıcılığa soyunmak istemiyorlar. Tipik “devlet yoksa (biz yoksak) adalet de yoktur” milliyetçiliği ya da sürekli toplumsal ayrışma konularına, tarihi nefrete, ötekileştirmeye vurgu yapan Kemalist zihniyet sahipleri gibi.

 

Mahalle hem milliyetçiliğin hem de Kemalizm’in zihniyet kodlarıyla korkularını tanımlayıp siyaseten yaygınlaştırıyor. Ama bunun topluma verdiği zararları hesap edecek mecali dahi yok!

 

10 yıldan fazla bir zaman önceki “Siyasetin Normalleşmesi” ahlaki kodu hak getire. Kimse ağzına dahi almak istemiyor. Korku siyaseti savaşın dilini, ayrılıkları, düşmanlıkları öne çıkarıyor. Hiçbir işe yaramadığını bile bile. Günbegün daha da topluma zarar verdiğinin muhasebesinden uzak kalarak. 

 

Mahalledeki zihniyet sorunu işte bu maliyet hesabını da yapmaktan aciz hale gelmiş durumda. Mağdurken yapmak zorunda değildi. Halbuki şimdi üstüne bir de adaletsizlik ve haksızlıkların da üzerini örtercesine bunu yapıyor. En ‘iyi niyetliler’ belki bir gün buradan dönüş yapılır umudunda. Halbuki önce aynaya bakmalı ve mezkûr zihniyetle hesaplaşılmalı. Tarihi misyonunu yerine getirmediğin, sorumluluklardan kaçtığın yerden nasuh tevbesi beklemek meşru bir dua mıdır?

 

Seçimler Sonrası Ağır Sınava Hazır Olmak 

 

Yeni nesillere, ayaklarını daha sağlam yere basacakları yepyeni bir vizyon ve motivasyon sunmak gerek. Lakin bunun için de ateşten gömleği giyip, özellikle bir sonraki aşamada (sonuç ne olursa olsun) tüm partilerin kendilerini ispat etmeleri adına ciddi bir toplu şahitlik ortaya koymak gerek. Bizlerse kimler, hangi siyasi çizgiler umut kırıcı siyasetler geliştirirse geliştirsin inatla, azimle, sabırla bu yeni zihniyetin ve sistemik dönüşümün inşasını zorlamalıyız. Kim hayatla gerçek manada yüzleşirse onun önü açık olur. Birileri siyaseten kaybettiğinde zaten zihniyetleri de sorgulanacaktır. O halde bu ülkenin mütedeyyin gençlerinin doğru siyaset okuması, ıslah edilmiş, özeleştiriden geçmiş bir zihin inşası, hukuk ve özgürlüklerden yana yepyeni bir dimağa kavuşmuş halde, ülkeye yeniden umut olma misyonunu kuşanması gerekir. Hangi ahlaki-siyasi-inşai kriterlerle hayata ve sistemik düzene bakacağını kavramış bir toplumsallığa ihtiyaç var.

 

Siyaseti din merkezli (yani ayetler, siret vb. kaynaklar üzerinden spesifik okumalarla) yorumlama biçiminin sıkıntıları (herkesin herkesi suçlayacak-aklayacak malzemelerin bu kaynaklarda var olduğu) yeni nesillere belletilmedikçe, yani bu sarp yokuşa entelektüel düzlemde yelken açılmadıkça, kimlikçi perspektiflerin çatışması üzerinden üretilen çözümsüzlük habitatı her alana zarar verecek. Sarmal sürgit devam edecek. Hayata ve siyasete doğru kavramlar, denenmiş ciddi tecrübeler üzerinden bakacak, buradan basiretle mantık yürütecek bir akıl ve vicdan üzerine odaklanmak gerek. 

 

Siyasetin din (itikat) değil, kuralları ve geleneği üzerinde bir uzlaşma, pazarlık ve çözüm sahası olduğu iyi kavratılmadıkça, dinin çağdaş kavramlarla irtibat ve ilgisinin ahlaki köklülüğü ortaya konmadıkça, yani bu zihniyet sorunu çözümlenmedikçe, bizler de sahada somut şahitliklerle bir mücadele ortaya koymadıkça, birlikte hareket ettiklerimizin de kendilerini ve tabanlarını demokratik teamüllerle dönüştürmedikçe işimiz zor.

 

Bu Buzdağı Kırılmalı; Bu Düzen Değişmeli

 

Gençlerin, fikir teatilerinde bulunurken muhataplarına şu birkaç hususu gündeme getirmelerinin elzem olduğunu düşünüyoruz:

 

  • Bunca yozlaşmanın ardından hâlâ Erdoğan’ın kaybetme ihtimali üzerinden bir öfke patlaması yaşamak hak mıdır, reva mıdır?

  • Siyasete din gibi bakıp, eski ezberleri mihenk taşı kabul edip, yoruma açık hususları dogmalaştırmak bir zihniyet sorunu değil midir? 

  • Madem dini saiklerle bakacağız, o halde emanete hıyanet eden, milyonlarca insanı aileleriyle birlikte 28 Şubat’tan beter mağdur eden, yüzbinlerce KHK’lı üreten, ana-baba-evlat demeden aileleri parçalayan, yüzde 95’i mütedeyyin olan bir kitlenin üzerinden silindir gibi geçen bu düzene yol verenleri ne yana koyacağız? (Herhalde bunları Altılı Masa’dan birileri yapmadı!) “Eleştiriyoruz” demek yetmez ve fiili olarak bu cürümlere son verecek bir hukuk ve siyaset dizaynı gerekir. 6-7 yıl geçti ve 12 Eylül’den beter bir süredir haklarına ve güven içinde normal bir hayat düzenine kavuşamadı bu insanlar. 2,5 milyona yakın insan da tarihte ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş şekilde terör şüphesiyle soruşturmalardan geçti. Binlercesi, siyasi kriterlerle mahkûm oldu. Yani bir şekilde bu sorunların ivedi olarak çözümü gerekir. Hakeza yanlış ekonomi politikalarına “savaş, pandemi” diyerek bahane üreten ve ülkenin yarıdan fazla nüfusunu asgari ücrete (onu da açlık sınırının altına) mahkûm eden, orta sınıfı ortadan kaldıran, toplumun yüzde 80’ini fakirleştiren bir sisteme bir beş yıl daha imkân mı vereceğiz? Nasıl olacak bu hiç sorduk mu kendimize? İşte “O Masa’da ne işiniz var?” diyenler meseleye bir kez daha buradan bakmalı. Eğer “birilerinin” adaylığına ya da birlikteliğine öfkeyle ve seçimlerde iktidar kaybedilecek korkusuyla Erdoğan’a destek ilanları yapılıyorsa, bu yozlaşmış buzdağının kırılması için bir araya gelmekten daha doğal ne olabilir! (Üstelik 50+1 de bunu dayatırken; yani oyunun kuralları böyleyken. Bu oyunu iktidar/Erdoğan-Bahçeli kurdu ve ona helal olan bizlere neden haram? Kimlik dediğimiz şey evrensel normların üstünde midir yoksa esas evrensel ilkelerin kendisi midir kimlik edinilmesi gereken?) 

  • Tam da istediğimiz evet bu düzenin, memlekete zarardan başka bir şey getirmeyen buzdağının kırılması, sonrasına zaten hep birlikte bakacağız elbet. Ama önce fiili olanın, bilfiil günahlarına günah katanın, halka karşı suçlar işleyenin çaresine bakmak gerek! (Üstelik kaybından korktuğunuz iktidar tümden siyaset sahnesinden de çekilmiyor. Hem Meclis’te temsiliyeti olacak hem de belki de parlamenter sistemle birlikte bir koalisyon hükümetiyle birlikte yeniden sahalara dönebilecek. Bu, muhalefetin ve mezkûr iktidarın performansına bağlı. Bu kadar yani. Korktuğunuz şeyin bedeli en fazla bu! Ama eğer Masa’daki partiler ümitleri yeşertip, ekonomiyi düzeltip yeni özgürlük alanlarına yelken açarsa, sadece bu ihtimalin kendisi bile denemeye değer bir umut bahşediyor milyonlara.)

  • Sevgili gençler bizleri savunduğunuz için sizlere “Mahalledeki ahlaki krizi Masa’dakilerle mi çözeceksiniz?” diye soran olursa siz de aynı soruyu muhatabınıza sorun: “Mahalledeki ahlaki krizi Erdoğan ve düzeninin ayakta kalması niyazı ve fiili duasıyla mı çözeceksiniz?” diyerek. (Bu sorunun muhataplarının düşünce metaforlarındaki çelişkilere yazının bütününde yeterli cevapların verildiğini düşünüyoruz.) 
  • Ve deyin ki; “Şu asla unutulmamalıdır ki Kılıçdaroğlu’na aday olma cesaretini bizzat Erdoğan’ın kendisi verdi. Ahlaki meşruiyeti yitirdikçe Kılıçdaroğlu’nun cesareti daha da arttı ve iş Masa’daki krize kadar vardı. Öte yandan bizzat bu ucube sistemin kendisinin gün gelip buna sebebiyet vereceği söylenmişti. Şimdi oturup ağlamanın alemi var mı! ‘O halde neden destek veriyorsunuz’ demenin de alemi yok, dedik ya; biz bu alternatifsizliğe, bu sistemik yozlaşmaya son vermek istiyoruz. Bu alternatifsizliği ve tıkanmayı üreten de bizzat devlet aklıyla birlikte Erdoğan’ın kendisi. Şimdi bumerang çalışıyor. Ha, Erdoğan da kazanabilir ki bizce asıl o zaman oturup ağlama vaktidir; zira bu bir Pirus zaferi olacaktır.” 

  • Kılıçdaroğlu da elbette eleştirilir, yerden yere de vurabilirsiniz. Ama ona mesela sığınmacılar meselesinde kızarken, iktidarın ve avenesinin pek çok cürmünü görüp de “Eleştiriyorum ama değişmese de, yozlaşmaları artırsa da, sırf düşman sevindirmemek için ayakta kalması adına da duacıyım” dediğinde o eleştiriler ne yana savrulmuş oluyor? Ya nicelerinin üzerinin örtülmesine ne demeli!?

  • Dolayısıyla, liderlik üzerinden yapılan tartışmanın din, ideoloji ve kimlik merkezli bu derece derinleşmesi, sosyo-politik kültürün sürgit devam eden niteliğini ortaya koyduğu gibi, meselenin sistemsel görülememesinin de bir sonucudur. Mahallede yaşanan ahlaki sıkışmışlığı aşmak için gereken bahane adeta -Kılıçdaroğlu’nun aday olmasıyla- imdada yetişmiştir!

 

Mahallenin üstatları maalesef Erdoğan ve düzeni meselesinin sistemik ve ahlaki bir kriz/erozyon/yozlaşma olduğunu gördükleri halde, alternatif üretmekten aciz olduklarını ikrar edercesine dönüp Erdoğan’ın yamacına yanaşmaktan kendilerini alamıyorlar. Kimisi kapalı kapılar ardından, kimisi açık şekilde “Biz de eleştiriyoruz” diyor ama ona kurtarıcı gibi sarılmaktan da geri durmuyorlar! Oradaki “baba” figürü sadece sokaktaki vatandaşın değil, “Tabii ki biz de eleştiriyoruz” diyen akil adamların da kıramadığı bir prangaya dönüşüyor. Ve esas ahlaki erozyonun bu sarmal yüzünden büyüdüğünü göremiyorlar. Erdoğan sonrası ne olacağına dair de ne bir fikirleri ne de öngörüleri var. Despotik, dışlayıcı milliyetçilik ve din istismarıyla harmanlanmış propaganda mekanizması itikadı günbegün daha da zehirlenen koca bir sosyolojiyi de maalesef bir bilinmezin içinde sürükleniyor. 

 

İşte seçimlere bu atmosfer içinde gireceğiz. “Kurtlu Bulgur”a tahammül etmeye hacet yok; dini saiklerle değerlendirmek isteyenlere de, ahlaken ya da salt politik rasyonalite üzerinden meseleye yaklaşanlar için de malzemeler bol. Ama bilelim ki hemen hepsi aynı hikmetli kapıya çıkıyor! 

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.