Muhafazakârlık Radikalleşiyor mu?

İktidar, kendi ideolojisinden kolaylıkla elde edemediği otoriterliği, radikal milliyetçi retoriklere atıfla temin etmeye çalışır. Burada aracılık yapan figür, muhafazakârlıktır. Siyasal İslamcılık ile radikal milliyetçilik arasında kalan muhafazakârlık, her ikisinin de otoriter, keskin ve dışlayıcı genlerini almakta ve politik bir mutasyon geçirmektedir.

Muhafazakârlık Radikalleşiyor mu?

Kötülük Araçsaldır Özellikle Siyasette!

 

Güç ve iktidar mücadelesi veren kesim ve grupların rakiplerine yönelttikleri standart bir suçlama vardır: “Bir zamanlar eleştirdiğiniz her şeyi şimdi siz yapıyorsunuz!” Bu suçlama, siyaset dilinin demirbaşıdır ve güçlenen her siyasal figür bu can sıkıcı eleştiri ile yüzleşmek ve vicdanını rahatlatacak bir tarzda savuşturmak zorundadır. Bunu yaparken yaşadığı en büyük zorluk, bu suçlamayı dile getirenlerin kimliği ve yöntemleri değil, henüz elleri temiz iken söyledikleri ve yaptıklarıdır. Dilden çıkanları tevil etmek mümkündür; ancak vicdan denilen şeyi ikna etmek ve bastırmak kolay değildir. Üstelik aklın ve dilin vicdana tanıklık ettiği dönemleri hatırlatan belgeler (eski dava arkadaşları, yazılan makaleler, kitaplar, fotoğraflar, konuşma ve sohbet kayıtları ve en önemlisi bunlar sayesinde sevgisi kazanılan kitleler!) hâlâ ortalıkta iken, bu çok zordur. Değişen şartlar, yeni ittifaklar, siyasetin dönüşmesi gibi gerekçeler kendini aklama söyleminin ana unsurlarıdır.

 

Toplum-siyaset ilişkisinde sorun edilmesi gereken şey, değişim değildir. Aksine bir hareketin kendini yenilememesi ve hep aynı söylem içinde kalarak çeşitlenen toplumsal sorunları aynı kısır çerçeveden tanımlamaya çalışması tıkanmadır. Sorun şudur: Siyasal hareketin, kendine ve topluma yabancılaşması ve bu açığı kapatmak için de otoriterleşmeye başlaması… Gerçek şu ki (siyasal bilincin ve söylemlerin değil) bireylerin politik değişimini yozlaşmadan ayıran nesnel ölçütlere sahip olamadığımız için bu konu belirsizliğini korumaya devam edecektir. Yaşayan bir özne olarak siyasal yapıların da değişim geçirmeleri doğaldır. Kendisine ve temsil ettiği toplumsal kesimlerine açıkladığı ve ikna ettiği sürece değişim ve dönüşüm meşru ve güzeldir. Ancak değişim ve dönüşümler, hikmetinden sual olunmaz bir iradeye bağlanarak gizeme atfedildiğinde siyasal iletişim kopar. Halkın iyi niyetli ancak saf olduğu yolundaki düşüncelerin önce kulislerde ardından kamusal söylemlerde ifade edilmeye başlaması, kopuşun bir yansımasıdır.

 

Siyaset tek başına yürütülen kişisel bir eylem değil, toplumsal kesimlerle birlikte paylaşılan anonim bir süreçtir. Kitleler siyasal bir hareketi değerlendirirken ona yükledikleri değerler ve bekledikleri işlevler vardır. Siyasal iletişim ve destek, inşa edilen bu tasavvur üzerinden kurulur. Buna karşılık siyasetçinin kişisel gelişimi ve kendini gerçekleştirmesi olarak algılanan bir siyaset, kitleyi seyirciye indirgeyen bir tersine çevirmedir. Kemale ermenin bir sonu ve sınırı bulunmamaktadır. Aradaki fark ve yabancılaşma giderek derinleşir. Kendi keyfini, konforunu, çıkarını ve güvenliğini önceleyen siyasal elitler, yakınlarında sadece kendini onaylayan figürleri görmek isterler. Tam da bu arada, yani kitle ile yeni elitler arasında oluşan ‘arada’, elitlerin güncel korku, özlem ve ihtiyaçlarını iyi bilen küçük bir sınıf oluşmaya başlar. Gördükleri işlevin ehemmiyetine binaen kendilerine bir iktidar alanı yaratırlar ve iktidarın bir parçası olmaya başlarlar. Bir yandan toplum ile ilişkilerini sürdürürken, diğer yandan da yeniden yapılanma sorunları ile uğraşan siyaset, kemâle ermenin tipik yapısal sorunlarından en zorlusu olan kendinden geçme ve mutlaklaşma eğilimleri ile baş etmek zorundadır.

 

Tüm bu süreçler gözlerimiz önünde cereyan eden dışsal gerçekler değildir. Bize de uğrayan, içimizden geçen, önce onayımızı sonra ise tepkimizi alan ilişkisel gerçeklerdir. Kötülük hiçbir zaman ahlâk ve teoloji metinlerinde resmedildiği gibi çirkin bir suretle karşımıza çıkmaz. Toplumsal hayatta, özellikle siyasette kötülük, radikal bir varlık değildir. Onun iyiliğe, masumiyete ve mazlumiyete teğellenen bir yanı da bulunmaktadır. Mağduriyetlerimizi, özlemlerimizi, özgürlük ve adalet tutkumuzu, tanınma ve itibar ihtiyacımızı arkasına alan ve türlü akıl yürütmelerle kendini masum, meşru ve gerekli gösteren araçsal bir varlıktır.

 

Yasanın Gerekçesini Talep Etmenin Politik-Teolojisi

 

İslam geleneğinde usul metinlerinde ele alınan konulardan birisi, haramın türleridir. Bir şey nasıl ve niçin haram olur? Elbette konu teklîf ile ilişkilidir ve bir şeyin haramlığını tespit ve ilan eden yetke, vahiydir. Ancak emir ve nehiyleri gönderen ilahî iradenin güttüğü bir amaç, hikmet, neden yok mudur? Bu, daha çok Hanefî fıkıh anlayışını benimseyen usulcülerin soruşturmasıdır. Onlar dinî hükümlerin amaçsız ve boşuna değil, bilinen ya da bilinmeyen bir hikmet uyarınca konulduğunu düşünmüşlerdir. İnsan, dinî hükümlerin arkasındaki hikmet ve nedenleri aklıyla her zaman ve tam olarak kavrayamayabilir. Ancak bir problem ile karşılaştığında “Allah katında buna tekabül eden doğru hüküm nedir?” sorusunun cevabını bulmaya çalışmalıdır. Bu arayışın sonunda ulaştığı hüküm, isabetli de olabilir hatalı da. Ancak önemli olan doğru hükmü aramaktır. İçtihadı anlamlı ve değerli kılan şey de budur. İçtihad süreci, ister bir keşif olsun ister bir inşâ olsun, din ile hayat arasındaki bağların canlı ve sürdürülebilir olması için elzemdir.

 

Bu şey niçin haram kılındı? sorusu yeni bir hüküm ortaya koymaya çalışmak değil, verili bir hükmün nedenlerini anlamaya çalışmaktır. Sonucu değiştirmeyeceği bilinmesine rağmen böyle bir çabaya neden ihtiyaç duyulmuş olabilir? Tanrı’nın hükümlerini ancak kendisi değiştirebilir. Nitekim Tevrat’ta yasaklananlar Hz. İsa’ya gönderilen vahiylerde serbest kılınmıştır. Tanrı’nın şeriatları değiştirmesi, söz konusu edilen insanî gerçeklik olduğunda mümkünler alanına geçildiği fikrini doğrulamaktadır. Her ne kadar kelam sahibi aşkın ise de mevzu edilen şey, mümkünler dünyasıdır. Ulema da “zamanın değişmesi ile ahkâmın değişmesinin inkâr olunamayacağı” ilkesini buradan hareketle formüle etmişler ve her bir fetvanın tikel bir durumla ilgili olduğunu söylemişlerdir.

 

Haramların ve farzların hikmetinin soruşturulması, dinin insanî yüzünün kaybolmamasını sağlayan ve sürekli yeni katkılarla canlı tutulması gereken bir çabadır. Aksi hâlde dinin insan ile olan bağlarının koparak politik-teolojik bir fanatizm ve dogmatizme evrilmesi kaçınılmaz olur.

 

Bu nedenle insanın sorabileceği en masum ve bir o kadar da radikal soru “neden?” sorusudur. Bu soru bir olguya yönelik olduğunda onun varlık nedenini ve taşıdığı anlamı öğrenmek isteriz. Eğer hayatımıza dair bir bilgi, yönlendirme, buyruk ya da yasaklama ise, hükmün gerekçesini talep ederiz. Yapılan açıklamanın içeriğinden daha değerli bir şey oluşur burada: Açıklamaya muhatap olmak… Bu, insanı özne olarak kurar, hayatı değerli kılar, ilişkileri açık ve şeffaf bir zemine taşır. Yasayı bize bildirenin ya da otoriteyi temsil edenin bize gerekçeleri açıklaması çok insanca bir şey olur. Dinden eğitime tüm ilişkilerde ‘neden?’ sorusunun ekseninde ilerleyen bir dilsel iletişim, sadece bir diyalog değil, bir ilişki ve yaşam tarzıdır. Böylece dikeylik üzerinden kendini kuran vesayet ortadan kalkar ve hayata dinamizm katan bir yataylık inşâ edilir.

 

Vesayet söylemi teolojide, “Tanrı böyle emretti. Siz anlayamazsınız!”, eğitimde “Sen konuşma, öğretmeni dinle!”, siyasette “Bilmediğiniz şeyler var!” söylemlerinde kendini açığa vurur. Ortak özellikleri; gizeme gönderme yapmaları, hiyerarşinin dikeyliğini dayatmaları, yorumcunun-uygulayıcının-temsilcinin sorgulanamazlığıdır. Buradaki figürler (din adamı, öğretmen, yönetici), kutsal ve bilinemez olan adına konuşan ve davranan aracılardır. İster teoloji ister siyaset alanında olsun tüm aracılar, adına konuştuklarından daha keskin ve daha otoriterdirler. Zaman zaman kendilerini hiçleştirmeleri, önemsiz göstermeleri ise yara alan hiyerarşiyi hatırlatmak ve teyit etmek içindir. Böylece insanların onlara dokunmasını ve o tehlikeli “neden?” sorusunu sormalarını önler, asla gelmeyecek olan bir zamana geciktirirler. İktidarın tikel/tarihsel eylemlere ve nedenlerine yönelik soru ve itirazlar gündeme geldiğinde aşkın, yüce ve gizemli olana atıf yapılarak emretme-uyma disiplini yenilenir.

 

Bu teknik, insanlık tarihinin en köklü sorunudur. Dünyayı kuran ve yöneten güç gerçekte temsil edilenler değil, daima temsil eden aracılar olmuştur. Çünkü bize ve hayatımıza doğrudan dokunan onlardır. Böylesi daha etkilidir. Kendi şahsı için değil, herkesin iyiliği için ve yüce-aşkın bir ilke adına bir şeyler istemek, emretmek ve yasaklamak daha ikna edici görünmektedir. Bu nedenle her türden siyasal bilinçlenme insan, hakikat, meşruiyetin kaynağı gibi ontolojik sorgulamalarla başlar. Sorgulama metafizik ile başlar ancak dünyanın ve insan hayatının somut bir tasavvuru ile sonuçlanır.

 

Siyaset olmadan toplum olmaz. Ancak siyaset gerçekten de böyle olmak zorunda mıdır? Kirlenmeden, ezmeden, ötekileştirmeden, yalan söylemeden temiz bir siyaset yapılamaz mı? Siyaset herkesin birbirini aldattığı bir anonim yanılsama mıdır? Yoksa herkesin ne yaptığını gayet iyi bildiği ancak en güçlülerin bile masum ve mağdur rolünü oynadığı bir sahne midir?

 

Rasyonel toplumlar siyasetten beklenen yararın sağlanmasını, iktidarın bölünmesinde gördüler. Atılan ilk adım siyasetin dünyevîleştirilmesi ve gizemlerden arındırılması olmuştur. Devlet niçin olmalıdır? Yasalar nerden gelir? Niçin yasalara uymalıyız? soruları yöneten ve yönetilenin aynı ontolojik düzeyde görüldüğü bir zeminde ele alındı. İktidar, kendi içinde bir diğerini denetleyen ve dengeleyen parçalar sayesinde kontrol altına alınmaya ve aşkınlaşması önlenmeye çalışıldı. Ancak iktidarı Tanrı’nın belirli kişilere verdiği özel bir yetki olarak algılamaya devam eden toplumlarda iktidarın bölünmesi, düşünülmesi imkânsızdır.

 

Modernite öncesinde iktidar yoğun, katı, bölünmeyen bir cevher olarak tahayyül edilmişti. İktidarların toplum ile olan ilişkileri de bu tahayyül üzerinden kuruluyordu. Ancak siyasetin toplum üzerindeki etkisinin arttığı ve yaygınlaştığı modern zamanlarda, bunlara bir de toplumun yeniden inşâsı eklendi. İktidarın elindeki kadîm yetkiler ile modern siyasal düzenin sunduğu imkânlar birleşti. Bu tür toplumların siyasetini düşünmek, kadîm ve modern paradigmalar arasında dolaşmak gibidir. Karşılaştığınız sorunun hangi oranda eski, hangi oranda yeni olduğunu kestirmek kolay değildir.

 

Siyasî figürlerin hangi ideolojiyi taşıdığının teşhîs edilemeyeceği düzeyde siyaset zemininin kayganlaşması ve etiğe karşı bağışıklık kazanması karşısında entelektüelin siyasetten uzaklaşması, siyaset simsarlarının önünü açar. Diğer yandan entelektüelin yanlışa engele olma ve kendine bir misyon atfederek ‘bizimkiler’ olarak gördüğü siyasetçilerin yanında yer alması, çoğunlukla aşırı özdeşleşme ile sonuçlanır ve mesafe siyasetçi lehine kapanır. Entelektüelin tikel/cüzî iradesi siyasetçinin pratik ve hızlı çalışan iradesi içinde kaybolur.

 

İslam dünyasında başından bu yana din, salt bir metafizik olarak görülmedi. Henüz kurulum aşamasında hızla dünyaya sert biçimde dokunması, sadece teolojik değil politik dengeleri de yerinden etmesi Müslüman kimliğin de politize olmasına yol açmıştır. Hiç kuşkusuz “İslam’ın politik potansiyeli” meselesi haleflere ait bir problemdir. Selefin dünyasında din-siyaset şeklinde bir ayrım sosyo-ontolojik açıdan imkânsızdır. Din ile siyaseti birlikte götürmek zorunda olan (ya da böyle bir zorunluluk iddiası doğru mudur?) günümüz Müslümanlarının, mutlak (din) ile değişken (siyaset) arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmesi ve yapılandırması gerekir. Kendi politik-teolojisinin ağırlığı altında ezilen Müslüman dünyada, yeni kimlik inşası çabaları eksik olmamıştır. Bunların arasında dinsel alana hiç dokunmaksızın ya da onu bastırarak yeni bir siyaset inşâ etmeye çalışan modernist girişimler başarılı olamadı. Üstelik onların tartışmalı bakiyesi üzerine daha sert bir politik-teoloji gelişti. Şu hâlde İslam dünyasında dinî bilinci dikkate almayan bir yeniden inşânın sürdürülebilirliği mümkün değildir. Temel soru şudur: İslam siyaset konusunda ne söylüyor?

 

İslam’ın politik okunuşunun, din-siyaset ayrışmasının kurumsal düzeyde gerçekleştiği (hangi düzeyde olduğu tartışılabilir) dünyadan/dünyada yapıldığı unutulmamalıdır. İslam, metafizik alana dair bir yeniden yapılanma ve tashih içermesinin yanında, dünya hayatı açısından son derece önemli bir inşâda bulundu. Bu inşa, peygamberin otoritesinin sınırlarının çizilmesidir. Açık ve aşamalı bir süreç içinde lider-toplum ilişkilerinin temel ilkeleri uygulamalı biçimde inşa edildi. Hiç kuşkusuz peygamber, insanlar değil, Tanrı tarafından seçilmiş ve tayin edilmiştir. Elçi sıfatıyla itaat ve bağlılık talep eden Hz. Muhammed, hakikatin kendisini aştığını ve sadece bir elçi olduğunu söylüyordu. Kur’an’da peygamber ile ilgili ayetlere bakıldığında onun seçildiği, gerçekleri dile getirdiği, kendisi için bir ücret ya da ayrıcalık istemediği, örnek alınması gerektiği, vahiyle mukayyet olduğu ve insanları da vahye ilettiğinin anlatıldığı görülür. Mesajın otoritesi elçinin üzerindedir ve elçiye mutlak itaat gündemde değildir. Vahyin dışında yer alan konularda peygamberin kendi görüşüyle hareket ettiği ve zaman zaman yanıldığı görülmüştür. Verdiği kararların Kur’an’da sorgulandığı da olmuştur. Bundan hareketle sahabe, peygambere bildirdiği şeyin vahiy mi, yoksa kişisel görüşü mü olduğunu soruyordu. Bir keresinde verdiği kararın yanlış olduğu anlaşılınca “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz.” demişti. Tüm bunlar zamanla inşa edilen mitsel ve gerçeküstü peygamber tasavvuru ile uzlaştırılması zor verilerdir. İslam’ın siyasete katkısı, daha çok algı ve ilke düzeyinde olmuştur. Hz. Muhammed, iktidarı kullanırken otoriteyi tek başına kullanmak yerine ümmeti işin içine katmayı tercih etmiştir. Yöneticiyi dizginleme ve ona adaleti hatırlatma ihtiyacı Ortadoğu siyasetnâme literatürünün de temel konularından birisidir.

 

İslam’ı siyasal arzuları ekseninde tanımlamak, metafiziği de etiği de araçsallaştırmaktadır. Çözüm siyasetin ve siyasetçinin şeytanlaştırılması olamaz. İlim-amel, teori-pratik, değer-olgu ilişkisini canlı tutan duyarlıkların korunması ve bunları yansıtan kurumların inşa edilmesi gerekir. Bu açıdan bakıldığında ilim ve düşünce hayatının sivilliği, bu da yetmez sivil alanda kurumsallaşması büyük önem taşır. Bunun toplumda pratik bir karşılığı bulunmalıdır. Muhalefet partileri, STK’lar, dinî cemaatler ve sosyal gruplar, aydın ve entelektüeller, üniversiteler, akil kişiler vs. bu işlevi yerine getirebilecek yapılardır. Bunların da ciddî sorunları bulunmakla birlikte, ortada başka seçenek de görünmemektedir.

 

Arada Kalmanın Zorlukları

 

İslam’ı bir siyasal proje olarak okumanın başarı ve başarısızlıklarının birlikte yaşandığı bir döneme tanıklık ediyoruz. Modern siyasal düzlemde açık ve/veya örtük biçimde İslam’a referans yaparak yürütülen bir politik-teolojik hareket hedeflerine ulaştı ve belirleyici figür hâline geldi. Diğer yandan İslam’ı, siyaset olmasının yanında ahlâk, metafizik ve kültür olarak algılayan kesimler açısından siyasal ve ekonomik başarı, kendi özerkliğini ilan etmeye ve kurucu ilkelerini yok etmeye başlamıştır. Oysa dünya yönetimi salt güç ve otorite kullanımından daha fazla bir şeydir ve bu, kültürün, ahlâkın ve metafiziğin yeniden okunmasını/keşfedilmesini gerektiren, askıya alınamayacak elzem bir görevdir. İslam dünyasından yeni nesiller arasında ortaya çıkan radikalizm ve deizm, ateizmi aynı başlık altında incelemek mümkündür: Nihilizm…

 

Güç hedefine ulaşırken mutlaklaşma eğilimi içine girer ve yüklerinden birer birer kurtulur. Bunun ilk yansımaları kültür, düşünce, felsefe, teoloji vs.’nin aşağılanması ve zararlı görülmesidir. İktidar, kendi ideolojisinden kolaylıkla elde edemediği otoriterliği, radikal milliyetçi retoriklere atıfla temin etmeye çalışır. Burada aracılık yapan figür, muhafazakârlıktır. Parlatılan muhafazakârlık, İslamcılık ile milliyetçilik arasında mesaj taşıyan bir elçi, geçişleri temin eden bir köprüdür. Araçsallaştırıldığının farkında olan muhafazakârlık esnekliğini yitirmekte ve radikalleşmektedir. Hakem olma vasfı zayıflayan muhafazakârlık, oluşmakta olan otoriterliğin yarattığı habitus’a boyun eğmektedir.

 

Muhafazakâr hassasiyetleri savunma adına dile getirilen ancak açık birer ajitasyon olan söylem ve çıkışlar, Muhafazakâr kimliği itici göstermektedir. Sağcı ve muhafazakâr olarak bilinen bazı TV, gazete, dergilerin, diyaneti, ilahiyatları, İslamcı kesimleri, kaliteli ve eleştirel kitaplar yayınlayan sivil yayınevlerini, yazarları, düşünürleri, akademisyenleri doğrudan hedef alan yazıları periyodik aralarla öne sürmeleri muhafazakârlığın radikalleştiği, selefîleştiği ve otoriterleştiği izlenimi uyandırmaktadır. Yerli ve milli bir tekfîr söylemi bilinçli biçimde inşa edilmektedir. Siyasal İslamcılık ile radikal milliyetçilik arasında kalan muhafazakârlık, her ikisinin de otoriter, keskin ve dışlayıcı genlerini almakta ve politik bir mutasyon geçirmektedir. Özal tipi muhafazakâr toplum siyasetinin ilkelerini oluşturan ve Türkiye’ye “çağ atlatan” din ve inanç özgürlüğü, ifade hürriyeti, Doğu-Güneydoğu meselesine demokratik yaklaşım, temel hakların teminat altına alınması, anayasa reformu, siyasal vesayetin kaldırılma çabası, devletin topluma ideoloji değil hizmet götürmesi, ekonomik kalkınmaya öncelik tanınması, dünya ile sıkı ilişkiler vb. gibi düşüncelerden hızla uzaklaşan bu yeni tip radikal muhafazakârlık, çoğulculuk düşmanı kapalı bir toplumsallığın da habercisidir.

 

“Gidersen Ölürüm!” ile “Dönerse Senindir!” arasında uzanan bir politik-teolojik alanda hareket edebilme kapasitesine sahip olan muhafazakârlık, topluma, kurumlarına ve çokluğa tanıklık etmekten kaynaklanan esnekliği yansıttığı ölçüde politik ontolojisinin gereğini yerine getirebilir. Ancak katı bir ideolojinin taşıyıcılığını yapmak zorunda bırakılan muhafazakârlık, ne tanıktır ne de hakemdir. Yeni politik teslis düzeninin otoriter ilkelerinin kurulduğu mekanizma için taşıyıcılık (kutsal ruh) yapmaktadır. Baba (milliyetçilik)’dan aldığı logosu oğul (İslamcılık)’a aktarmaktadır. Otoriter, vesayetçi ve dışlayıcı düzene karşı bedel ödeyerek görevini ifa eden oğul (İslamcılık), bundan sonra tüm enerjisini yeni bir vesayete hizmet uğruna harcamakta, bu arada kendisi de harcanmaktadır.

 

Ortadoğu’da gittikçe yükselen ve siyaset üzerinde de etkili olmaya başlayan din eksenli çatışmalar muhafazakârlığın, en güçlü ve en zayıf tarafı olan dindarlık hassasiyetini gözden geçirmesini zorunlu kılmaktadır. Toplumun tarihsel ve manevî değerlerine saygılı olmak, artık muhafazakârlık tarafından körü körüne sürdürülebilir tutum olmaktan çıkmaktadır. Gelenek ve değerler kadar değişime olan ihtiyaç da toplum denilen varlığı tanımlar. Tarihsel ve toplumsal iki büyük yapı olan Şiîlik ve Sünnîlik Ortadoğu coğrafyasında, ulus devletlerin sınırlarına aldırış etmeyen bir dağılım göstermektedir. Belki de bu yüzden mezhep çatışması potansiyelini taşıyan bölgelerde (Irak, Suriye, Afganistan) devlet otoritesinin yok edilmesi ve devlet dışı aktörlerin kışkırtılması süreci yürütülmektedir. Toplumu savunma misyonu ile hareket eden muhafazakâr siyaset, sert ve otoriter tanımlı bir dindarlığın siyasallaşmasına hizmet edip-etmemek tercihi ile karşı karşıyadır. Etmesi durumunda hem bölgesel hem de ulusal düzeyde çatışmalara ve krizlere neden olacaktır.

 

İslamcılıktan farklı olarak muhafazakârlığın en zayıf ve kırılgan yanı, toplumsal ve tarihsel değer olarak sunulan figürler ve yapılar karşısındaki sahiplenici ve kollamacı tavrıdır. Gelenekselleştirilmiş söylem, yapı ve temsiller üzerinden iknâya açık olması, radikal gelenekçilerin ona nüfuz etmesine imkân tanımaktadır. Oysa ortada çarpıtılmış bir toplum tahayyülü vardır ve otoriter, ayrışma potansiyeli yüksek, masum ve olması gereken farklılıkları tekfir eden, güvensizlik aşılayan, disiplin düşkünü bir modellemeye dayanır. Muhafazakârlık bu yeni otoriteryanizme boyun eğdiği oranda radikalleşecek, habitus olmaktan çıkarak gizem ve otorite dayatan bir ideolojiye dönüşecektir. İslamcı ve milliyetçi ideolojilerin otoriterliklerinin yatıştırıldığı, dengelendiği bir zemin olarak işlev görmesi halinde ise muhafazakârlık ontolojisinin gereğini yapacaktır.

 

Bunun için gizem yaratmaya ve otoriterleşmeye gerek yoktur. Her birimizin gözünün önünde bulunan ortak değerlerin dile getirilmesi yeterlidir. Ya da sınıfsal bir yaklaşımla söylersek, alt tabaka hırçınlığına ya da elitlerin (ülkemizde somut karşılığı bulunmayan bir kavramdır!) ayrıcalık düşkünü emellerine teslim olmayan, orta sınıf değerlerini temsil eden bir siyasal-toplumsal dil üzerinden kendini yeniden tanımlayan bir muhafazakârlık ihtiyaç duyduğumuz politik heyecanın, kendini yeniden keşfetme hazzının, ötekine bir şeyler dayatmaktan uzak durmanın sağladığı güven ve itminânın yeni adresi olabilir.

En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.