Muhalefete Verilecek Destek Neden Önemli?
Türkiye’de var olan hak ihlallerinin ve hukuksuzlukların giderilmesi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü merkeze alan yeni bir yönetim ile mümkün. Liyakat yerine biatın ödüllendirildiği ve farklı olanın hor görüldüğü bu toplumda yaşayan bireyler, aradıkları huzur ve refahı var olan düzen içinde bulamazlar.
Seçmen davranışı önemli siyasal katılım biçimlerinden biridir, zira seçmen davranışı siyasal katılımın mahiyetini ve sonuçlarını açıklayabilecek niteliklere sahiptir. Seçmen davranışı çok boyutlu bir kavramdır ve birçok belirleyenin etkisi altında gerçekleşmektedir. Sosyo-ekonomik, demografik, ekonomik, psikolojik, sosyo-kültürel ve siyasal birçok etmen seçmen davranışı üzerinde etkilidir.
Türkiye özelinde ele alınacak olursa seçmen davranışına etki eden faktörlerin başında ekonominin geldiği söylenebilir. Alım gücünde yaşanan keskin düşüş, artan işsizlik ve enflasyon halkın büyük bir çoğunluğunda memnuniyetsizlik yarattı ancak yaşanan bu koşulların sandığa ne oranda yansıyacağı kamuoyu araştırma şirketleri de dahil herkes için tahmini zor bir husus.
Seçmenlerin oy verme tutumları iki temel merkezinde şekillenmektedir: Var olan düzeni destekleme ya da sistemin işleyişine duyulan tepkinin gösterilmesi. Bu yazıda 20 yılı aşkın bir süredir iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) neden oy verilmemesi gerektiğini “insan hakları”, “hukukun üstünlüğü” ve “demokratik değerler” bağlamında izah etmeye çalışacağım.
Yapılan yol, köprü, yerli araba ve insansız hava aracı gibi hizmetlerin uzun vadede sade bir vatandaş olarak huzur ve sükûnetimize katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Muhalefete verilecek destek, sade vatandaşın gündelik hayatının kılcal damarlarındaki tıkanıklığı giderebilecek tek panzehir. Liyakatsizliğin tavan yaptığı, yargı süreçlerini gücün ve paranın şekillendirdiği ve farklı olanın düşman görüldüğü toksik bu sistemin panzehri yeni bir yönetim. Bunu öngörebilmek, son yıllarda yaşanan insan hakları ihlalleri ışığında daha kolay hale geldi.
Var olan sistem neden toksik ve taze bir kana duyulan ivedi ihtiyacı nasıl açıklayabiliriz? Bu soruların cevabını üç başlık altında vermeye çalışacağım:
Devlet Aygıtı Aldatıl(a)maz, Bilakis Vatandaşın Aldatılmasını Engellemekle Yükümlüdür.
15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişiminin tek faili olarak gösterilen Gülen Cemaati’nin (yeni adı ile “Fethullahçı Terör Örgütü”) yaklaşık 40 yıldır devletin kritik kadrolarında yerleştiği ve bunun yönetim eliyle güçlenmiş olduğu söylenebilir. 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları olarak bilinen sürecin yaşandığı 2013 yılına kadar iktidar ve Gülencilerin 11 yıllık bir ortaklık yaşadığı biliniyor. 15 Temmuz sonrası bu ortaklık ilişkisi “Kandırıldık” söylemi ile açıklandı. 2016’daki Olağanüstü Din Şurası’nda konuşan Erdoğan şöyle demişti:
“17-25 Aralık sonrasında aldığımız önlemler olmasaydı, özellikle yargıda aldığımız önlemler olmasaydı bu darbe girişimi muhtemelen sadece Silahlı Kuvveler içindeki bir grup silahlı teröristin değil, polisiyle, yargısıyla, bürokrasinin diğer unsurlarının katılımıyla çok daha büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkacaktı. Her şeye rağmen, bu hain örgütün gerçek yüzünü çok daha önceden ortaya dökememiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Bundan dolayı hem Rabbimize hem de milletimize verecek hesabımız olduğunu biliyorum. Rabbim de milletim de bizi affetsin.”
Sözü edilen ihaneti, istihbaratına ve muhtelif güvenlik unsurlarına rağmen geç fark eden devlet, yıllardır bu “ihanet şebekesinin” içinde bulunmuş, dershanelerinde çalışmış veya bankasına para yatırmış yüzbinlerce sade vatandaşı “hain” ilan edip, işini aşını elinden alıyor, bu da yetmiyor hapse atıyor. Devlet bile kandırılmışken dershanede öğretmenlik yapan bir öğretmeni hapse atmak nasıl bir mantık ile izah edilebilir? Devlet aygıtı yanılabiliyor ama yıllarca o kurumlarda çalışmış biri, ekmeğini elinin tersiyle itmeyip orada çalıştı diye cezalandırılıyor. KHK’lar ile görevden el çektirilen memurlarda “bylock” tespit edildiği söyleniyor ancak tüm bu süreçlerde adil ve bağımsız bir yargı mekanizmasının varlığı ne derece etkindi, bir diğer önemli konu bu.
Henüz siyasi ayağına dokunulmayan bu yapılanma sebebiyle binlerce kişinin yuvası yıkıldı, hayatları söndü, kandırılan makamlar bu kişilerin de kandırıldığına hükmetmedi. Bu süreçte yaşanan hukuksuzluklara ses çıkarmak için “FETÖ”cü değil vicdan sahibi olmak yeterli.
Her İnsanın Hakkı Eşit Derecede Kutsaldır ve Eşit Derecede Korunmayı Hak Eder
İnsan haklarının sözde değil özde güvence altında olduğu toplumlarda siyasi kimliği, maddi durumu veya ait olduğu etnik grup vb. gibi özelliklerine bakılmaksızın her bireyin hakkı önemlidir ve eşit derecede korunmayı hak eder. Ancak günümüz Türkiye’sine baktığımızda durum hiç de böyle değil. İktidara yakın bir gazetecinin yaptığı evliliğin konuşulması kişilik haklarını ihlal gerekçesiyle bir-iki gün içinde mahkeme kararı ile yasaklanabiliyor. Adeta jet hızıyla hareket eden yargı makamları sade bir vatandaşın başvurusunu ise aylar sonra karara bağlayabiliyor. Yargı önünde eşitlik ilkesinin bu durumda işlediğini söyleyebilir miyiz?
Oy Vermek Demokrasi İçin Yeterli Değildir
Jean Jacques Rousseau, “Vatandaş olmadan erdem, erdem olmadan özgürlük, özgürlük olmadan devlet olamaz” fikrini savunarak devletin iktidara değil, halka ait olduğunu vurgulamıştır. Türkiye’de ise “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” anlayışı olsa da adeta bir sandık demokrasisi yaşanıyor. Demokratik rejimlerin olmazsa olmaz koşulu olan seçimler, demokrasinin gelişmesi için yeterli değildir. Demokrasilerde bağımsız ve tarafsız bir yargı erkinin olduğu güçler ayrılığı prensibi esastır. Gücün tek merkezde toplanması demokrasiyi zayıflatırken otokrasiye yol açması kaçınılmazdır.
Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olduğu ve hukukun üstünlüğü (rule of law) ilkesinin korunduğu bir düzeni beraberinde getirmelidir. İfade özgürlüğü tüm hürriyetlerin temelidir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile de güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğü, demokratik toplumların temellerinden birini oluşturmaktadır. Ülkemizde ifade özgürlüğü ihlalinin ciddi boyutlarda olduğu biliniyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) 2021 yılındaki davalar sıralamasında Türkiye, Rusya’nın ardından ikinci sırada yer aldı. AİHM kararlarında ifade özgürlüğünden en fazla mahkûm olan ülkenin de Türkiye olduğu biliniyor.
Türkiye’de var olan hak ihlallerinin ve hukuksuzlukların giderilmesi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü merkeze alan yeni bir yönetim ile mümkün. Liyakat yerine biatin ödüllendirildiği ve farklı olanın hor görüldüğü bu toplumda yaşayan bireyler, aradıkları huzur ve refahı var olan düzen içinde bulamazlar. Yargılamaların ve atamaların adil olduğu, haklının güçlü karşısında ezilmediği bir düzene kavuşmak ise sancısız bir süreç değil ancak sancısız doğum olmaz. Huzurun doğması için yeni bir yönetim şart.