Muhalefetin Parlamenter Sistem Mutabakatı Neden Önemli?
Demokrasinin kurumsallaşma yoluyla pekişmesinde Türkiye için olmazsa olmaz gereklilik, toplumsal uzlaşı ile yapılacak yeni bir anayasadır. Kadim sorunlarımızın çözümü için gereken uzlaşma ortamı ise mevcut siyasi yapının bekası için sürekli yeniden ürettiği kutuplaşma ile maalesef sağlanamamaktadır.
Gelişmiş demokrasilerin belkemiğini oluşturan kurumlar, bugünkü güçlerini onlarca hatta yüzlerce yıl süren politik mücadeleler sonucu elde edebilmiştir. Bu kurumlar “demokratik” niteliklerini, demokrasinin ve aynı zamanda yer aldıkları toplumun dinamik yapısına ayak uydurabildikleri ölçüde korumaktadır. Sözgelimi, 50 yıl önce yaygın olarak demokratik görülen bir anlayış ya da uygulama bugün pekala birçoklarına köhne, dışlayıcı ve dolayısıyla anti-demokratik gelebilir. Bu sebeple, sürekli değişim ve gelişim içinde olan demokratik anlayışın fiili anlamda işler olup hayata geçebilmesi, demokratik kurumların bu yönde kademeli bir şekilde değişmesine bağlıdır. Ancak çoğunlukla kurumların iç dinamikleri sebebiyle, bu değişim kolayca gerçekleşmez. Zaman alan ve mücadele gerektiren süreç de aslında budur.
Demokratik Kurumların Kritik Fonksiyonları
Kurumların demokratikleşme ve demokratik pekişme süreçlerinde en az iki hayati fonksiyonundan bahsedebiliriz. Birincisi, demokratik kurumlar siyasi krizlerin rejim krizine dönüşmeden çözülebilmesi için birer rehber niteliğindedir. Bu gibi krizler esnasında kurumlar, aktörlerin kararlarını belirleyici hatta dönüştürücü bir role sahiptir. Buna en güncel örnek ise ABD’dir. 6 Ocak 2021’de Joe Biden’ın başkanlık seçimlerini kazandığını tasdik etmek üzere yapılan ve daha sonra yapılan baskın sonucunda yarıda kesilen Kongre’nin birleşik özel oturumunda, Başkan Yardımcısı Mike Pence’in, Trump’ın tüm anti-demokratik ısrarlarına rağmen anayasada öngörülen demokratik sürece bağlı kalması, ABD demokrasisinin önemli bir sınamayı başarıyla atlatmasına imkan sağlamıştır.
İkinci olarak kurumların sınırlayıcı, dengeleyici ve denetleyici işlevlerinden de bahsetmek gerekir. En temelde çoğunluğun hakimiyeti anlamına gelen demokrasi, yöneten ve yönetilenler arasındaki ilişkiyi düzenleyen kurumlar olmaksızın çoğunluğun tiranlığına dönüşmeye mahkumdur. Dünyanın her yerinde benzer yollarla otoriterleşen popülist yönetimlerin göreve gelir gelmez demokratik kurumları ele geçirmeye çalışması bu açıdan tesadüf değildir.
Venezuela’da Chavez ve Macaristan’da Orban yönetimlerinin iktidara gelir gelmez, Türkiye’de ise AKP iktidarının ortaklarıyla beraber 2010’da yaptıkları anayasa değişiklikleri üç ülkede de seçimli otoriter rejimlerin oluşmasına yol açmıştır. Dolayısıyla çoğunluğun yönetimini sınırlandıran demokratik kurumlar aynı zamanda demokrasinin tanımı olan çoğunluk yönetimini temelde mümkün kılan, onu işler hale getiren unsurlardır.
Türkiye’de Demokrasinin Kurumsallaş(ama)ma Sorunu
Türkiye 75 yıllık çok partili rejimiyle, bugün Avrupa Birliği üyesi birçok ülkeden daha eski demokratik geçmişe sahiptir. Ancak, benzer bir geçmişe sahip birçok ülkenin aksine Türkiye, demokrasisini pekiştiremediği gibi bugün sonu çok tehlikeli olan bir otoriterleşme sürecinden geçmektedir. Bugünkü otoriterleşmenin sebepleri bir yana, Türkiye’de demokrasinin pekişememesinin en önemli göstergelerinden biri 75 yıllık çok partili siyasal hayat (bu süre 200 yıllık modernleşme tarihi olarak da uzatılabilir) boyunca edinilen deneyimlerle, bir demokratik kurumsal hafızanın geliştirilmemiş olmasıdır.
Her yeni dönemde, iktidarı elinde bulunduran aktörler kendi “devrim”lerini yapmış, kurumların bir takım öğrenme süreçlerinin sonucunda tedrici olarak değişmesine fırsat verilmemiştir. Siyasi kurumlar her defasında önceki döneme bir tepki olacak şekilde yeniden kurgulanmış olsa da benzer sorunların farklı şekillerde yeniden ortaya çıkması ve aynı hataların tekrarlanması engellenememiştir. Tüm bunların sonucunda, 75 yıllık demokrasi deneyimimiz boyunca görece demokratik dönemler oldukça kısa sürmüş; Türkiye askeri darbeler ile çoğunlukçu yönetim anlayışına sahip popülist otoriter iktidarlar arasında salınıp durmuştur.
Öte yandan kurumların değişmeyen kaderinin, demokratikleş(eme)me serüvenimizde aslında bir sebepten çok bir semptom olduğunu da söylemek gerekir. Sorunun asıl kaynağı ise hiç şüphesiz, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana nesilden nesile miras kalan, zamanla katmerlenen ve alabildiğine politize olan fay hatlarıyla birbirinden ayrılan toplumsal kesimlerin, ne halk, ne siyasi elit ne de entelektüel düzeyde bir araya gelip demokratik bir kamusal alan ve bunun altyapısını oluşturabilecek bir toplumsal uzlaşmayı inşa edememiş olmasıdır. Demokrasinin bu iki unsur olmadan pekişmemesi aslında pek de şaşırtıcı değil.
Öte yandan Türkiye’yi bir otoriter rejime çeviren iktidarın karşısındaki muhalefet bir süredir, iktidara gelmeleri durumunda ülkeyi yeniden demokratikleştirecek adımlar atacaklarını beyan etmektedir. Böyle bir şeyin gerçekten mümkün olup olmadığını, mümkün olması için ne gerektiğini, bu platformda yayınlanan yazılarımda naçizane ele almaya çalışmıştım. Bu yazının geri kalanında ise şimdiye kadar üzerinde durduğum demokrasi ve kurumlar arasındaki ilişki bağlamında, Türkiye’de demokrasinin bir türlü pekişemeyip her defasında otoriterliğe savrulmasına yol açan kurumsallaş(ama)ma sorununun kaynağına ve çözüm önerilerine odaklanacağım.
Demokrasinin Kurumsallaş(ama)ma Sorunu Nasıl Aşılabilir?
Öncelikle Türkiye’de muhalefetin farklı bileşenlerinin, siyaseti mevcut tüm fay hatlarının ötesinde demokrasiden ve otoriterlikten yana olanlar arasında bir kutuplaşma üzerinden okuyup, icra etmeye başlaması, demokratik kurumların yeniden inşasına yönelik beklentiler açısından bir hayli olumludur. Bu yaklaşım, bir yandan farklı toplumsal kesimlerin ortak bir kamusal platformda bir araya gelmesi ihtimalini arttırırken, diğer yandan demokratik kurumların ortak siyasi hafıza göz önünde bulundurularak inşa edilmesine olanak sağlamaktadır. Bu açıdan, Türkiye’de demokrasinin asgari şartlarından epey uzak olduğumuz bu an, demokratikleş(eme)me serüvenimizde karşılaştığımız kronik sorunların çözülmesi için eşsiz bir fırsat sunmaktadır.
Nedir bu kronik sorunlar? Demokrasinin kurumsallaşması sürecinde, geçmişimizde sürekli tekrarladığımız özellikle iki temel hatadan kaçınılması gerekiyor. Bunlardan birincisi tepkisellik. Çok partili siyasal hayatımız boyunca adeta rejimin değiştiği her yeni dönem, iktidar sahipleri tarafından bir öncekine tepki olarak kurgulanmıştır. Demokrat Parti (DP) dönemi tek parti dönemine, 27 Mayıs sonrası dönem DP dönemine, 12 Mart sonrası dönem 1960’lı yıllara, 12 Eylül sonrası dönem 1970’li yıllara ve nihayet AKP dönemi ise 28 Şubat’a tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu tepkisellik, demokrasi deneyiminin bir kurumsal gelenek ve hafıza yaratmasını imkansız kıldığı gibi, her dönemde kutuplaşmayı arttırmış ve yeni mağdurlar yaratmıştır. Bu sebeple yeni dönemde muhalefet, demokratik kurumları inşa ederken bu tepkisellikle hareket etmemelidir.
İkinci mesele ise, Türkiye’de çok partili siyasal hayata geçildikten sonra meydana gelen kapsamlı siyasi değişikliklerin neredeyse hiçbirinin[1] sivil siyasetçilerin uzlaşısı sonucunda ortaya çıkmamış olmasıdır. Bunda, krizleri kendi adına fırsata çevirip siyasi yaşama müdahale eden asker kadar, bu krizlerin bir rejim bunalımına dönüşmeden çözülebilmesi için gerekli uzlaşıyı sağlamaktan aciz sivil siyasetçiler de sorumludur. Öte yandan kuralların tümüyle asker ya da başka bir vesayet odağı tarafından empoze edildiği bir siyaset oyununda, oyunu oynaması beklenen siyasetçilerin er ya da geç oyunbozanlık yapması çok da şaşırtıcı değildir.
Tüm bu sorunlar üst üste koyulduğunda, Türkiye’de muhalefetin tüm eksiklerine rağmen anti-otoriter bir siyasi blok oluşturma konusunda bir süredir geliştirdiği siyasi bilinç, Türkiye’de demokrasinin yeniden kurumsallaşması için aslında tarihi bir fırsattır. Zira böylesi bir sürecin, toplumun çeşitliliğini yansıtan bir siyasi aktör tarafından başlatılıp, yürütülmesi yukarı da bahsettiğim gibi Türkiye tarihinde eşi benzeri pek görülmemiş bir durumdur. Kurgulayacakları demokratik sistemin kurallarını beraberce belirleyecek olan siyasiler, kendi koydukları bu kurallara bundan sonra da uymaya istekli olacaklardır. Ayrıca bu süreçte rol alacak demokrat siyasilerin çeşitliliği, sürecin belirli bir toplumsal kesime yönelik tepkiyle kurgulanmasını da önleyecektir.
Muhalefetin Parlamenter Sistem Mutabakatının Önemi
Bu çerçevede, bugün tümüyle bir blok olarak hareket etmeseler de tüm muhalefet partilerinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olarak adlandırdıkları hükümet sistemi üzerinde vardıkları mutabakat düşünüldüğünden çok daha kıymetlidir. Türkiye’nin en kadim sorunlarını ilgilendiren birçok meselede maalesef ortaya çıkmayan böylesi bir mutabakatın, rejim ve hükümet sistemi üzerinde oluşması tam da bu sebeple önemli bir fırsattır, çünkü Türkiye’nin demokrasisini pekiştirmesi için atması gereken adımları kapsayan ve en iyi ihtimalle yıllar sürecek bir sürecin nasıl bir yöntemle yürütüleceği en az içeriği kadar önemlidir. Bu sebeple “güçlendirilmiş parlamenter sistem” mutabakatını, muhalefetin nihai amacı olarak değil Türkiye’nin demokrasini kurumsallaştırması için ihtiyaç duyduğu elverişli bir zemin olarak görmek gerekir.
Yönteme ilişkin ortaya çıkan bu mutabakatın ötesinde, parlamenter sistem tercihinin de Türkiye’de öncelikle asgari demokratik koşulların yeniden sağlanması sonrasında da demokrasinin kurumsallaştırılması hedefleri çerçevesinde isabetli olduğunu düşünüyorum. Elbette ki sadece hükümet modeline bakarak bir rejimin demokratik olup olmadığını tespit etmek mümkün değildir. Nitekim Türkiye sadece 2017’de başkanlık sistemine geçtiği için otoriterleşmemiştir ve kurumsal tercihlere ek olarak bu süreçte etkili sosyo-ekonomik, uluslararası ve kültürel birçok parametreden bahsedilebilir. Eğer hedef demokratikleşme ise, bu noktada önemli olan, kurumsal tercihlerin diğer parametreler göz önünde bulundurularak demokratik bir rejimin ihtiyaçları gözetilerek yapılmasıdır.
Neden Parlamenter Sistem?
Bu noktada, siyaset bilimci Juan J. Linz’in 1990 yılında yayınlanan “Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri” (Perils of Presidentialism) başlıklı makalesi anlamını ve kıymetini halen korumaktadır. Linz, bu makalede başkanlık sisteminin demokratik sürdürülebilirlik açısından parlamenter sisteme nazaran bazı riskler barındırdığını iddia etmektedir. Bunlardan belki de en önemlisi başkanlık sisteminde iktidarın kolayca kişiselleşebilmesi riskidir. Gerçekten de parlamenter sistemde bakanlar kurulunun bir heyet olarak (collegial) kullandığı yürütme yetkisinin başkanlık sisteminde tek bir kişiye verilmesi, bu riski arttıran bir unsurdur.
Elbette ki iktidarın bir kişi elinde toplanması sadece kurumsal faktörlerle değil; lider karizması, kaynak dağıtımı ve siyasal kültür gibi birçok başka parametre de hesaba katılarak açıklanabilir. Nitekim siyasetin ve iktidarın kişiselleşmesi, başkanlık sisteminden önce de Türkiye siyasetinin tanımlayıcı özelliklerinden biriydi. İşte tam da bu sebeple, demokratik sürdürülebilirlik adına kurumsal tercihlerin bu tehlikeyi minimize edecek şekilde yapılması gereklidir, zira hakim siyasi kültürü bir gecede değiştiremeseniz de kurumsal yapıyı diğer faktörlerdeki anti-demokratik ögeleri biraz olsun dengeleyecek şekilde kurgulayabilirsiniz.
Türkiye’de demokratik gerileme başkanlık sisteminden çok önce başlamış olsa da, parlamenter sistemin kolektif yürütme anlayışı bu süreci açıkça geciktirmiştir. Hatta AKP’nin tek parti hükümetleri zamanında dahi bazı bakanların, bir takım çok tartışmalı bakanlar kurulu kararlarını imzalamayı reddettiği bilinmektedir. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık ısrarını, sadece koalisyon alerjisinde aramamak gerekmektedir. Öte yandan başkanlık sistemine geçişle beraber Türkiye’de otokratikleşmenin hızlandığı da ortadadır. Rejim 2017’den sonra çok daha açık bir biçimde neopatrimonyal ve sultanistik bir karakter kazanmıştır.
Linz’in de dikkat çektiği başkanlık sistemine içkin bir başka risk ise, kazananın her şeyi aldığı başkanlık seçimlerinin toplumda yarattığı kutuplaşma ve gerginliktir. Türkiye açısından ise kutuplaşma başkanlık sisteminden çok daha eski bir gerçekliktir. Gerek toplum içinde gerekse siyasi seçkinler arasında kimi zaman hat safhaya ulaşan kutuplaşmanın yarattığı krizler 1960 ve 1980’de parlamenter sistem içinde gerçekleşmiş ve askeri müdahalelerle sonuçlanmıştır. Öte yandan parlamenter sistemin, kutuplaşmayı bir rejim krizine dönüşmeden siyasetin kendi doğası içinde çözebilmesini mümkün kılan görece esnek ve müzakereye uyumlu yapısına da dikkat çekmek gerekmektedir.
Söz gelimi 1960’ta askeri müdahale olmasaydı yapılacak olan erken seçimde CHP iktidara gelecek ve muhtemelen 1959 yılında ilan ettikleri “İlk Hedefler Beyannamesi”nde yer alan ve 1961 Anayasası’nın belkemiğini oluşturan kurumları hayata geçirecekti. Eğer bu gerçekleşseydi, 1946’da çok partili rejime geçişten sonra Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde çok büyük bir adım yine sivil siyasetçiler eliyle atılmış olacaktı. Benzer şekilde 2015 yılında 7 Haziran seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, o güne kadarki tüm siyasi teamülleri çöpe atmayıp AKP’nin bir başka partiyle koalisyon yaparak iktidarına devam etmesine izin verseydi, toplumdaki kutuplaşma ve gerginlik parlamenter sistemin doğası içinde bir miktar rahatlayabilirdi. Ne yazık ki bunun yerine 15 Temmuz OHAL koşullarında yapılan bir halk oylamasıyla, kutuplaşmayı bugün olduğu noktaya getiren başkanlık sistemi tercih edildi.
Gelişmiş demokrasilerde etkin ve istikrarlı bir yönetim, denge-denetleme mekanizmalarının yanında yasama ve yürütme organlarının birbirleriyle uyum içinde çalışabilmesini gerekli kılmaktadır. Parlamenter sistemlerde hükümet, parlamentonun içinden çıktığı için bu uyum çok daha rahat bir biçimde sağlansa da hükümetin çoğunluğu aracılığıyla parlamentoyu etkisiz hale getirdiği eleştirileri sıkça yapılmaktadır.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü’nün (IstanPol) geçen ay çıkardığı raporda da önerildiği gibi parlamenter sistemi daha istikrarlı hale getirerek rasyonelleştirecek bir takım araçların yanında, parlamentoyu ve dolayısıyla muhalefeti de hükümet karşısında güçlendirecek ve denetleme görevini etkin bir şekilde yapabilmesini sağlayacak araçlar da mevcuttur (raporda buna yönelik sekiz somut öneri yer almaktadır). Bu yönüyle parlamenter sistem denge-denetleme mekanizmalarıyla güçlendirilebilirken, başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme arasındaki uyumu tesis etmek çok daha zordur. Bu iki organın da doğrudan halk oyuyla göreve gelmesi sebebiyle meydana gelen çifte meşruiyet, özellikle demokrasinin henüz pekişmediği bir siyasi atmosferde ciddi rejim krizlerine sebebiyet verebilmektedir.
1993 yılında ortaya çıkan anayasal kriz sonrası Rusya’da Başkan Yeltsin’in parlamentoyu bombalatması ve Venezuela’da 2019 yılındaki darbe girişimi, başkanlık sistemlerinde yasama ve yürütme organları arasındaki ihtilafların sebep olduğu ve sonucunda otoriterleşmenin hızlandığı krizlere örnektir. Hatta derin adem-i merkeziyetçi yapısı, kurumlarının gücü ve de siyasal kültürüyle başkanlık sistemi açısından tam bir istisna olan ABD’de dahi bu yıl 6 Ocak’ta meydana gelen Kongre baskını, her biri halkoyuyla göreve gelmiş yasama ve yürütme organlarının arasındaki bir meselenin nelere yol açabileceğini göstermiştir.
Sonuç: “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”Gündemini Geliştirmek
Sonuç olarak, muhalefetin parlamenter sistem mutabakatı, kamuoyunda tartışılandan çok daha büyük bir fırsata işaret etmektedir. Bu mutabakatın ortak bir yol haritasına dönüşmesi durumunda, sürecin meydana getirdiği sivil ve siyasi uzlaşma, çok partili yaşam boyunca yaşadığımız deneyimleri hafızasında barındıran bir demokratik kurumsallaşmayı mümkün kılabilir. Öte yandan muhalefet partilerinin iyi işleyen bir hükümet sistemi üzerine mutabık kalırken, sadece organ uyumu ve denge-denetleme mekanizmalarına odaklanması yeterli değildir.
Aynı zamanda adil ve özgür seçimleri garanti altına alan bir seçim hukukuna, siyasi partilerin iç yapılarını daha demokratik hale getirecek mekanizmalara ve halkın gerek yerel gerekse ulusal düzeyde karar alma mekanizmalarına katılabilmesine olanak sağlayan bir takım yeni uygulamalara da odaklanılmalıdır. Bunların hepsi bir çırpıda yapılamayabilir; önemli olan Türkiye’nin siyasi ve toplumsal gerçekliğine çok daha uygun olan parlamenter sistemi doğru araçlarla donattıktan sonra kendi doğasına bırakmaktır. En nihayetinde, demokrasinin kurumsallaşma yoluyla pekişmesi uzun bir zaman almaktadır.
Demokrasinin kurumsallaşma yoluyla pekişmesinde Türkiye için olmazsa olmaz gereklilik, toplumsal uzlaşı ile yapılacak yeni bir anayasadır. Kadim sorunlarımızın çözümü için gereken uzlaşma ortamı ise mevcut siyasi yapının bekası için sürekli yeniden ürettiği kutuplaşma ile maalesef sağlanamamaktadır.
Bugün Türkiye’de iktidarın dışında siyaset yapmaya çalışan ve çok farklı toplumsal kesimleri temsil eden muhalefet partilerinin şimdilik parlamenter sistem üzerinde sağladıkları mutabakat bu açıdan iyi bir başlangıçtır. Bundan sonraki ilk adım, “nasıl bir parlamenter sistem?” sorusuna bu partilerin yine mutabakat içinde bir cevap üretmesidir. Böylece bazı analistlerin dikkat çektiği üzere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın parlamenter sisteme dönüş kararı vermesi durumunda, muhalefetin çoktan üzerine anlaşılmış ve asgari ilkeleri belirli bir sistem önerisini cebinde tutması mümkün olacaktır. Bence çok da mümkün olmayan böylesi bir hamlenin amacına ulaşması ancak muhalefetin desteğine bağlıdır. Bu sebeple, muhalefet “güçlendirilmiş parlamenter sistem” gündemini kendi orijinal gündemi olarak geliştirmeye bu gündemin içini doldurmaya devam etmelidir.
___
[1] Buna istisna olarak 2001 yılında DSP-MHP-ANAP üçlü koalisyonu döneminde ve 2004 yılında AKP-CHP uzlaşısı sonucunda AB’ye uyum kapsamında yapılan anayasa değişiklikleri gösterilebilir. Maalesef bu tarihten sonra yapılan hiçbir anayasa değişikliğinde bu uzlaşı anlayışı ortaya çıkmamış, iktidar her defasında meclisteki çoğunluğuna ve kutuplaştırıcı referandum kampanyalarına başvurmuştur.