Namazgâh Tepesi’nde Aklıma Esenler
Namazgâh Tepesi rüzgârlı. Kentin keşmekeşi aşağıda kalmış. Güzel ağaçları arkama alıp oturuyorum. Sanat yapıtlarını fotoğraflarken hep düşünürüm, fotorealizmin fotoğraf çekmekten farkı ne diye. Sanatçının, baktığı yer dışında bir katkısı var mı hipergerçekçilikte?
Sıhhiye’ye ne zaman gitsem kendimi atari oyununda karşıdan karşıya ezilmeden geçmeye çalışan ördek gibi hissediyorum. Metroda ya asansör bozuk ya yürüyen merdiven; koşup koşup geri dönüyorum, Anadolu köylüsü kimliğimin en saf haliyim orada. Seyyar satıcılar, döner kokuları, simitçiler, kornalar ve hep üstüme doğru akan bir kalabalık sanki pençelerini ruhuma takmış da, kendimi kaçarak kurtarmaya çalışıyorum. Navigasyon beni ensemden parmaklarıyla kaldırıp çıkarıyor oradan, kendimi Resim ve Heykel Müzesi’nde buluyorum. Yapının mimarı Arif Hikmet Koyunoğlu’nun heykeline bir selam çakıp kendimi içeri atıyorum.
Senelerdir buradaki ressamların hikâyeleriyle düşüp kalktığımdan, kendimi evimde hissediyorum hep. Her salonda ayrı bir grup sanatçı oturuyor, mesajlar iletiyorlar bir yüzyıl önceden. Devrim Erbil, Feyhaman Duran, Namık İsmail, Şeker Ahmet Paşa, Padişah Abdülmecid bile burada. Süvariler, savaşlar, zaferler, kahramanlar, salgın hastalıklar, göçenler, kalanlar, uzaklara dalanlar, natürmortlar, nonfigüratif uzun yollar var.
Yapının kendisi de bir sanat eseri. Cumhuriyet Dönemi mimarisinin I. Ulusal Mimarlık Akımı’nı en iyi yansıtan yapılardan biri. Tam ortasında gövdeden dışa taşkın ve yüksek bir orta bölüme konumlandırılmış anıtsal bir portaldan içeri girmeden önce gözler bir sürü detaya takılıyor. Selçuklu’ya gönderme yapan mukarnaslarla sonlanmış küçük simetrik mihrabiyeler, delik işi pencere şebekeleri ve altı kollu yıldızdan türetilmiş sonsuz geometrik bir kompozisyonun bir kesiti olan korkuluklar, pencere ve kapıların köşelerinde bitkisel bezemeler, mermer kabartma kıvrık dallar var.
I. Ulusal Mimarlık Akımı deyince, dikdörtgen bir cephenin dışa taşkın ve gövdeden yüksek orta bölümü ve bu bölümle uyumlu ölçülerde yine yapı gövdesinden yüksek ve dışa taşkın, kulevari bir kuruluş gibi sonlanan köşeler göze çarpıyor. Silmelerle ayrılmış her katta farklı pencere kemerleri de bu dönemin özelliği. Bu yapıda birinci katta basık kemerler kullanılırken, ikinci katta daha estetik ve bizim için daha tanıdık sivri kemerli pencereler tercih edilmiş. Birbirinden farklı ölçülerde bir sürü pencere açıklığı gözleri bir süre meşgul ediyor. Mimaride yazılı olmayan böyle kurallar var: “Gözünüzü ne kadar meşgul ediyorsa o kadar başarılıdır” gibi. Şöyle bir durup bakmadan girmenize izin vermiyor. Burası bir bina değil, bu bir yapı; sakın karıştırmayın diyor ve kapısını açıyor.
Kırmızı halılı merdivenlerle başlıyor zaman yolculuğu. Atatürk’ün merdivenlerden çıkarkenki yüz ifadesini biliyorum galiba. Mimarla sürekli irtibat halindeymiş ve yapım süreciyle yakından ilgilenmiş. Mimarın, bilgisi ve tecrübesine dayanan rahatlığının arkasında da hafif bir tedirginlik var sanki. O zamanların Türk Ocağı burası. Daha sonra defalarca el değiştirmiş, nikâhlar mı kıyılmamış, tiyatrolar mı sergilenmemiş, siyasi partililerin ateşli tartışmalarına mı ev sahipliği yapmamış. Bir dönem ağır tahribatlar geçirmiş, sağlam kapısı penceresi kalmamış, içindeki değerli eşyalar kayıplara karışmış. Bazen bir mimar dokunur, bazen bir yağmacı; yapıların kaderi hep böyledir.
Giriş kapısı bir tribelon şeklinde. Yani ortadaki daha büyük tasarlanan üçlü giriş. Bu tasarımın çok eski bir tarihi var. Cumhuriyet dönemi mimarisinde en sevdiğim şey de bu, her tarafta eskiye dair bir şeyler var; nereye dönsem tanıdık ögeler, özgün ve karakteristik bir şekilde bir araya getirilmişler. Bir bütün olarak kendisi, parça parça ise maziden gelmiş gibi. Kendime benzetiyorum, her detayda köklerimden getirdiğim bir şeyler var; davranışlarımda, tepkilerimde, acılarımda ve hayallerimde bin yıllık geçmişimin izleri var. Gelgelelim ki hepsi bir arada, ben de her insan gibi kimselere benzemeyenim. Bu yapı da Selçuklu’dan, Beylikler’den, Osmanlı’dan geldim ve artık burada ben varım, ben Cumhuriyet Dönemi’yim diyor sanki.
İçeri girince bu yapının aslında mermerden bir tarih kitabı olduğunu anlamak uzun sürmüyor. Yaşadığımız yerin ve bizim yaşadığımız yüzyılın tarihi; savaşlara ve zaferlere başka bir pencere açıyor resimler. Namık İsmail’in Tifüs eseri karşımda. Alacakaranlığın renksizliğinde bir gasilhane önünde ölümle bakışıyorum. Kazanların başında kadınlar, omuzlarda bir tabut, duvara yaslanmış başı önünde biri var ve başını ellerinin arasına almış biri, ölü yıkayıcısı gözlerimin içine bakıyor. Sanki sela okunuyor ve kadın şöyle diyor; “Bir zamanlar biz de” ve ekliyor: “Bir gün siz de…” Sahne tamamlanıyor. Atlar dörtnala koşuyor, insanlar eşyalarını sırtlanmış, kızılca kıyamet kopuyor Anadolu’da, Hüseyin Avni Lifij’in Karagün’ünde ölüyorum, Akgün’ünde yeniden doğruluyorum öldüğüm yerden Anadolu gibi; süvariler, mızraklar, silahlar ve birden savaş bitiyor. Bayraklar asılıyor, okullar açılıyor, çiçekli giysili kadın bağlamasını almış gülümsüyor. Süleyman Seyyit’in Portakal Natürmordu oluyorum. Şehzadelerin kalkanlarına, haremde Goethe okuyan kadının kitabına dokunuyorum, Osman Hamdi’nin zihninin yangınından çıkıp, Hoca Ali Rıza’nın peyzajlarında serinliyorum.
Dışarı çıkınca 2023’e dönmek için birkaç dakikaya ihtiyacım var. Namazgâh Tepesi rüzgârlı. Kentin keşmekeşi aşağıda kalmış. Güzel ağaçları arkama alıp oturuyorum. Sanat yapıtlarını fotoğraflarken hep düşünürüm, fotorealizmin fotoğraf çekmekten farkı ne diye. Sanatçının, baktığı yer dışında bir katkısı var mı hipergerçekçilikte? Biz esere bakarken gerçeğine en çok benzeyeni en başarılı olan zannederiz. Ama kafamızın içindekiler gördüklerimize hiç benzemez. Çarpıtırız, idealize ederiz, abartırız, küçümseriz, keser biçer, şimdi kuşa benzedin deriz. Tuvale, taşa ve yazıya aktardıklarımız da bundan ibaret. Sanatçı zihni bizden çok daha farklı çalışır. Onlar biraz delidir, biraz da dehadır. İnsanları memnun etmek gibi bir dertleri yoktur. Esere bakan kişi çılgına dönsün isteyen de vardır, küfretsin isteyen de. Hiperrealistler ne istiyor bilmiyorum. Çizdikleri şeyler bir gün kalkıp yürüsün istiyor olabilirler, Michelangelo gibi.
Şeker Ahmet Paşa’nın siyah üzümlerini yemiş gibiyim. Damağımda hoş bir tat kaldı yine. Yine görüşürüz şamdan tutan kadın, şemsiyeli adam, silah taciri, Türk üçgeni, çifte minare; görüşmek üzere…