Nass Var
Dini ilimler üzerine ihtisas yapmış birinin, toplumsal meselelere kendi malumatı ışığında yaklaşmasının kendi başına tenkit edilecek bir tarafı yok. Kaynağa, kitaba, bu arada nassa müracaat ederek olan biteni anlayıp yorumlamak, tartışmalara fikri girdiler ilave etmek isteyebilir. Lakin bütün bir değerlendirme sürecini iktidarperest bir tevil cihazına dönüştürmek, ilmin de o ilmi tahsil edenin de izzetine halel getirir.
“Hiçbir şeyi dininizden dolayı yapmayın, her şeyi dininiz ile yapın.” (Schleiermacher)
İlahiyatçı düşünürün bu sözü, nice insanımızın özlediği bir inceliği dile getiriyor. Din, yalnızca davranışlarımıza kolay gerekçeler sağlayan bir dayanak, fiillerimiz için meşruiyet devşirdiğimiz bir hazır payanda olmasın; duruş ve tutumlarımıza sinecek özende göstersin kendini din, tavırlarımıza eşlik eden bir “kutsal musiki” olsun. Yapıp etmelerimize sızan bütün bir ihtimam olsun inanç. Kişinin önce kendini ama yeri geldiğinde başka vicdanları da silkeleyip uyandıracağı bir hal diliyle yaşaması olsun.
Elbette hayat ve dini hayat, bu inceliğe tutunamaz çoğu zaman. Öyle vakitler olur ki, dinden dolayı, din adına yaptıklarımız, bu manada din ile yapılıyor olma niteliğini hiçbir biçimde taşımazlar üzerlerinde. Din adına yapılırlar yalnızca, din ile değil…
Nass ve Nâs: Tercüme İhtiyacı ve İslamcılık
Bir inanç manzumesinin kaynak metinlerini kamusal işlerin dünyasına sokmak her zaman nazik bir mesele olmuştur. Yalnızca günümüzün laik ya da seküler diye tarif edilen ortamlarında değil, dini öğretilerin yaşam üzerinde açık ve doğrudan bir düzenleyici etkiye sahip olduğu devir ve ülkelerde dahi kutsal öğretilerin kamusal işlerin dünyasına müdahil oluşu öyle usulsüz, üslupsuz yürütülebilen bir iş olmamıştır. Bugünkünden çok daha sıkı usullerle düzenlenmiş, açık ya da zımni denetimlerin konusu olmuştur, ayete kitaba müracaat… Dini kaynakları rencide etmeden ama günün gereklerini de dikkate alan, nassın izzetini de nâsın (insanların) haysiyetini de gözeten bir itina ile düşünüp söylemeyi gerektiren incelikli bahisler olmuştur bunlar.
Yine de bir akidenin, ortak yaşamı düzenlemeye dönük toplumsal müzakereleri ne ölçüde etkileyebileceği, dini argümanların kamuda tedavül ederken ne tür dikkatlerin konusu olması gerektiği, insanlarına hür ve eşit bir yaşam vadeden siyasi düzenler için daha hassas bir tartışma alanı oluşturur. Bu tür düzenlerde insanlar, toplumsal hayatı yapılandıracak bir tasarıya evet ya da hayır derken, birbirlerine “iyi gerekçeler” sunmakla yükümlü sayılırlar. Tüm toplumu etkileyecek politikaların, farklı yorum ve değerlendirmelere açık, geniş bir müzakere zemininde işlenip geliştirilmesi beklenir. Kişiler, yaşam tutumlarına rehberlik eden kaynaklar ne olursa olsun, muhataplarına yerinde gerekçelerle seslenmeye hazır olmalıdırlar. Geniş de olsa ancak belirli bir insan kümesinin inanıp bağlandığı bir amentünün, toplumun bütün fertleri için bağlayıcı olacak kararlara doğrudan kaynaklık etmesi, bu tür düzenlerin kurucu mantığını zorlayan durumlar ortaya çıkarır. Siyasi-toplumsal karar süreçlerinde dini argümanlara başvururken gözetilecek ilkelerin neler olabileceği, çağdaş düşüncenin süregelen gündemlerinden biridir.
Tartışmanın bir ucunda, dini argümanlara bu sahada hiçbir ölçü ve şekilde yer tanımayan bir yaklaşım bulunuyor. Kamusal alanın dini söz ve simgelerden olabildiğince nötralize edilmesi gerektiğini savunan bu dışlayıcı yaklaşımı özellikle Türkiye 90’larından tanıyor olsak da Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar giden kökleri olduğunu biliyoruz. Halide Edib’in “din ve dinsizlik softaları”ndan söz ederken dile getirdiği gibi, “eğer bizim Meclis’te, bir parti lideri veya herhangi hatip ezkaza Kur’an’dan bir ayet zikrediverse, derhal muhalif tarafın hücumuna uğrar, hatta el altından “kızılların tesiri altında” gibi tarizlere uğrar.” Fakat artık bu dışlayıcı seçenek, dini bakış açılarının kamusal süreçlere ne şekilde katkı yapabileceğine odaklanan çağdaş siyaset literatüründe eskisi kadar rağbet görmüyor.
Daha kucaklayıcı ve dengeli diyebileceğimiz bir yaklaşıma göre, vatandaşlar siyasi-toplumsal müzakerelere katılırken inanç esas ve kaynaklarına atıf yapabilir, dini referansları olan bir söylemi benimseyebilirler. Lakin bu tür söylemlerin, toplumun farklı kesimlerinden muhataplara ulaşabilmesi ve kamusal tartışmalara gerçekten katkı yapabilmesi için, bir tür tercüme süzgecinden geçirilmesi ve böylece daha geniş kesimlerce erişilebilir bir dile aktarılması beklenir. “Tercüme şartı” diye de anılan bu ilkeye göre, dini içeriklerin, dünya görüşleri itibarıyla farklılaşan çok çeşitli kesimlerin erişimine açık bir ifade kalıbına dökülmesi, mümkünse ortak bir kavrayış katmanına aktarılması gerekir. Her dinin kendine özgülüğü içinde makul ve mümkün kavrayışların, siyaset arenasına taşınırken kamunun müşterek diline aktarılmaları istenir. İlk bakışta müşterek erişime kapalı görünen kanaatlerin, hele de tüm toplumu etkileyecek siyasetlere temel oluşturması isteniyorsa, bir miktar tadil ile yeniden işlenerek kamuya mal edilmeleri amaçlanmalıdır.
Kastedilen, basitçe bir lisandan başka bir lisana çeviri yapmak gibi değildir elbette. Bir sayı sisteminde yapılan hesaplama işleminin başka bir sayı sistemine aktarılmasına da benzemez tam olarak. Daha çok, belki biraz kapalı bir mantığın açılması, bir nebze örtük bir anlamın daha kavranır hale getirilmesine benzer. Bir değerlendirme tarzı ve sonunda varılan hükmün, başka bir alanın mantığı içinde yeniden ifade edilmesi olarak da görebiliriz bu tercüme işlemini. Bir hükmün hikmetini izah etmek olarak da… Ayrıca, her düzey ve aşama için gerekli olmayacaktır böylesi bir aktarım. Dini kaynaklara atıf yapan her yurttaştan toplumsal teatinin her aşamasında maksadını daha paylaşılan bir dile tercüme etmesini bekleyemeyiz. Fakat siyasi-kamusal müzakerenin belirli katlarında, özellikle resmî kurumların karar süreçlerinde, bu tercüme pratiğinin daha sağlıklı ve iş görür bir usul sağlayacağını söyleyebiliriz.
Tarihsel olarak yakın zamanlara kadar İslami kesimler bu tür bir tercüme ameliyesinde işlerini kolaylaştıracak önemli imkânlara sahip oldular. İslami kesimler, klişe tabiri bir kez daha kullanmak pahasına söyleyelim, çevreden geliyor olmanın avantajıyla, hem merkezin hem çevrenin kendi içlerinde de çoğullaşmakta olan dillerini konuşabiliyorlardı. Toplumsal çok-dillilik İslami kesimlerin üstünlük kazandıkları yönlerden biriydi. Bu üstünlük onlara bir tür tercüme kolaylığı da sağlıyordu. İslami bir anlayış ya da kaideyi din dilinden kamusal tartışmalara aktarırken; tarih, gelenek, aidiyet, toplumsal fayda, kamu yararı ve hatta bilimin diline belli bir maharetle tercüme edebiliyorlardı. Dinin buyurduğunu ortak hassasiyetlerin dünyasına taşıyabilmek az çok başarabildikleri bir şeydi. Din dilinin, dini lügatçenin, farklı alanların mantığına tercüme edilmesinde kazanılmış tecrübelerin sonucuydu biraz da bu kesimlerin yükselişi. Ayrıca İslamcılık bu manada yaklaşık iki asırlık kapsamlı bir tercüme hareketi değil miydi zaten? Mehmet Akif’in meşhur deyişiyle, İslam’ı “asrın idrakine söyletme” hareketi…
Acaba aynı tercüme becerisini bugün din diline müracaat eden simalarda görebiliyor muyuz?
Fetvabâz: Açık Yürekli Değil Nobran
Mesela niçin özellikle çeşitli mecralarda dini hükümler serdeden hocalardan işittiklerimiz, bir müşkülün açık yürekli tahlilinden çok, bir kabulün nobran beyanına benziyor? Neden ortak meselelere dair beraberce akıl yürütmeye açık olmadıkları intibaı veren tek taraflı beyanatlar gibi duruyor bunlar? Şu ya da bu hoca efendinin mizaç ve meşrebinden mi kaynaklanıyor yalnızca bu? Yoksa bu alanda daha yapısal diyebileceğimiz bir tür mesleki deformasyondan söz etmek de mümkün mü?
Kaynaklardan istinbat ile hüküm beyan etme işinin, böyle yargıç üslubunca konuşmak gibi bir tarafı vardır elbette: Gereği düşünüldü…; karar verilmiştir…; el-cevap caizdir… Böyle hâkimane konuşmaya, düşüncesini böyle buyurucu kalıplar içinde ifade etmeye alışan bir zihin için, daha geniş tabanlı bir akıl yürütme tarzını benimsemek güç olabilir. Ortak iyi üzerine düşünmenin müşterek bir çaba olarak görülmesi gerektiğini kabul etmekte zorlanabilir.[i] Ayrıca, bir dini öğretiden hüküm çıkaran kişinin birincil sadakati, öğretinin kaynak metinlerine ve o metinleri mesnet kabul eden kişilere dönük olacaktır. Dini söylevlerin yapısını inceleyen çalışmalardan (homiletics) da biliyoruz ki, dini hitabetin hedef kitlesi esasen paydaşlardır. Burada hitap, öncelikle verili bir kimliğe yöneliktir; belirli bir yaşam öğretisine adanmış, bir inanç etrafında buluşmuş insan kümelerine seslenir. Bu tabiidir belki ama neticesi, sınırlı ve muayyen bir gruba doğru daralan bir söyleme gerilemek olabilir. Bugün İslami kesimler adına hüküm vazeden kimi zevatın mesela maslahat derken sınırlı bir zümrenin maslahatıyla ilgili oldukları gözlerden kaçmıyor. Bu durum, hem İslami söylem alanını parçalı bir kamusallığa mahkûm ediyor hem de çağdaş İslami düşüncenin bir “ortak iyi” fikriyle çalışamayacağına dair şüpheleri pekiştiriyor. İslamcıların Türkiye’nin heterojen bir toplum olduğunu hatırlamaları ve gereğince düşünmeleri icap ediyor.[ii]
Dahası, milletimizin İslam üzerinden çok özel bir şeyler yapmak istediği falan da yok. İslam onun elde var biri. Heterojen olsa da kahir ekseriyeti itibarıyla bu halk zaten Müslüman. Müslümanlığının fazla kurcalanmasını, fazla hırpalanmasını istemiyor. Onu sabit bir arka plan unsuru olarak korumak istiyor. Orayı fazla yaralayan müdahalelerden rahatsız oluyor. Lakin, İslam ile yeni bir bakış, yeni bir çıkış, yeni bir var olma biçimi aradığını söylemek zor. Filozofun ayrımını ödünç alırsak, milletimiz “kendinde” Müslüman, “kendisi için” Müslüman değil. Ya da isterseniz İslam’ın bu ülkede büyük ölçüde bir “sivil din” haline gelmiş olduğunu da söyleyebiliriz. (Bazıları, yalnızca İslam’ın değil genel olarak dinin en nihayet böyle bir şey, bundan ibaret bir şey olduğunu da söyleyecektir.) İslam’a bunun ötesinde bir rol ve işlev atfedenler çok da geniş olmayan belirli bir kesimdir. Mesela bir aralar İslam için “yeni bir düşünme yolu” diyen İsmet Özel, aynı zamanda “bize yüzde 6 derler” diyerek söz ediyordu bu “özel tavırlı” kesimden. İşte İslam’a daha üst bir anlam kaynağı olarak bakanların bugün hatırlaması gereken başka bir husus da bu. Bu bir İslamcı için kabul edilebilir bir çıta olmayabilir ama farkında olunması gereken bir durumdur. (Nitekim İsmet Özel meseleyi şöyle bağlıyordu: “Yüzde 6 kimseyi yanıltmasın. Yüzde 98’in yüzde 6’sıdır onlar.”)
Dava, Devlet, Aparat
Gazete köşelerinde fetva buyuran hoca efendilerin zihnen (modern) devlet çağına girmemiş olduklarını hissediyorsunuz. Bazen hiçbir işlemden geçirmeden kullanıma soktukları eskiden kalma kavramların, siyasi kavrayışı çarpıtan kara deliklere dönüştüğünü gözlüyorsunuz. Siyaset, sizi esasen “amaçların ahlakiliği” ile değil “araçların ahlakiliği” ile sınar. Ne tür yöntemlere, nereye kadar cevaz verebildiğinize bakar. Her bahisten dava diyerek sıyrılamazsınız. Sonuçta herkesin öyle ya da böyle bir davası, yüce bildiği bir amacı olabilir. Siyaset, araçlara ilişkin duruşunuzla hesaba çeker sizi. Yüce amaçlar ileri sürerek devlet aygıtını pervasızca kullanmanın çıkışsızlığını gösteren örneklerle doludur modern ideolojiler asrı. Her dönemeçte davadan dem vurarak olan bitene meşruiyet biçen rey sahibi kimseler, zincirinden boşanmış bir politikanın düzenli teyit makamına dönüşürler zamanla. Araçlar konusunda rahatlamak isteyen siyaset kurnazları, amaçlar üzerine nutuk îrat eden söylem ustalarına ihtiyaç duyarlar.
Günümüz siyasetinde enablers diye bilinen bir profil vardır mesela. “Kolaylaştırıcılar” dersek belki kısmen uygun bir karşılık vermiş oluruz buna. Siyaset ve iş dünyasının patronları ile şöhretler, kendi adlarına, kendi elleriyle yapamayacakları işleri, bu çok işlevli insanlar aracılığıyla hallederler. Şaibeli girişimlerini kolaylaştırmalarını isterler. Üst düzey yöneticilerin bu tür insanlar için ‘eldiven’ sözcüğünü kullandıklarını işitirsiniz bazen: “Bana bir eldiven lazım.” Bugün, hemen her kritik konuda yaptıkları üzere, ‘faiz-enflasyon-kur’ sarmalına ‘zaruret-maslahat-devlet’ sarmalıyla yanıt vermeye koşturan fukahâmız, faizle mücadele ediyorum derken aslında insanları faize alıştırmaya başlayanların eldivenleri durumuna düşüyorlar mesela. Halife Mansur’un sözleri geliyor akla: “Bize karşı itaatsiz olup cennete girmelerindense, bize itaatkâr olarak cehenneme gitmelerini tercih ederim.”
Ya Nass Çarpacak ya da Nâs
Dini ilimler üzerine ihtisas yapmış birinin, toplumsal meselelere kendi malumatı ışığında yaklaşmasının kendi başına tenkit edilecek bir tarafı yok. Kaynağa, kitaba, bu arada nassa müracaat ederek olan biteni anlayıp yorumlamak, tartışmalara fikri girdiler ilave etmek isteyebilir. Mesnetlere doğrudan atıf yapabileceği gibi, yukarıdaki manada bir miktar tercüme çabası ile meramını birden fazla katmanda anlatmayı da deneyebilir. Bütün bunlar kamusal müzakerenin meşru tarzları arasında sayılmalıdırlar. Lakin bütün bir değerlendirme sürecini iktidarperest bir tevil cihazına dönüştürmek, ilmin de o ilmi tahsil edenin de izzetine halel getirir.
Üç beş yıl önce bir Cumhurbaşkanlığı kokteylinde, “şükür sultanı görmek de sultan sofrasına oturmak da nasip oldu” diyen altmışlık vatandaşımız, yalnızca kendi zaviyesini yansıtmıyordu. Bugünün kurumlarına geçmişin elbiselerini giydirerek bakma alışkanlığına, bir kesimin kanaat önderi sayılan, görece okumuş yazmış insanları arasında bile sıklıkla rastlanabiliyor. Bunlar karşılarında cumhurbaşkanı, başbakan, anayasa, parlamento gibi kurumlar göremiyorlar. Modern kurumlara geçmişin imgelerini giydirip onları başka bir alemin resimleri içinde seyredebiliyorlar ancak. Yalnızca iktidar sahiplerine fetva arz eden vaiz tabakası arasında değil, şu ya da bu kuruma yerleşmiş insanlar arasında da bunun tekrar eden bir düşünme kalıbı olarak zihinleri rehin aldığını görüyoruz. Üniversiteye rektör oluyor ama üniversite kavramına yabancı, ekonominin yetkili kurullarına giriyor ama iktisattan bihaber, nihayet cumhurbaşkanı oluyor ama cumhuriyet fikrinden bir behresi yok. Bir sultan-halifenin taht-ı riyasetinde yaşadıklarını vehmeden kaybolmuş zihinlere rastlayabiliyoruz etrafımızda. Bütün bunlar İslami kesimler adına bir buhrana delalet ediyor. Bugün gazete köşelerinde fetva buyurup hüküm ibraz eden efendiler de iki asırlık İslamcılık içerisinde bir inhitatı temsil edebilirler ancak.
__
[i] Aynı hocaların bir de sıklıkla benzetme ve istiarelerden yararlanmaları dikkat çekiyor. Anlatım biçimleri bu yönüyle yer yer vaiz üslubuna da yaklaşmış oluyor. Etkili benzetmelere başvurmak, bol metafor kullanmak, her dini gelenekte vaizliğin şanındandır. Bu seviyede, metafor kullanımı, tahlilden kaçınmanın da bir yoludur aslında. Nesneye ya da mevzuya temas etmek yerine onu perdelemeye yarar.
[ii] Türkiye’de kamu meselesinin ne kadar muhataralı bir geçmişi olduğunu biliyoruz. Bir aralar Şerif Mardin Türkiye’de kamu fikrinin bütünüyle Batı’dan yapılmış bir iktibastan ibaret olup olmadığını bile soruşturuyordu. Yine burada, fıkıh geleneğinde bir tüzel kişi ya da hükmi şahsiyet fikrinin, bir kamu anlayışının, ne derece gelişmiş olduğuyla ilgili daha özel ve teknik ama bir hayli önemli soruya da işaret etmiyorum. O da fıkhın günümüzdeki yeri ve konumuyla ilgili ciddi bir sorun alanına işaret ediyor ama burada ilgilendiğim daha çok vatandaşlık etiği düzeyinde beliren bir eksik ya da parçalı kamusallık sorunu ve bir ortak iyi mefhumu geliştirmekten ne kadar uzak olduğumuz. Bu tür sorunlar kesinlikle tek bir toplum kümesine mal edemeyeceğimiz, pek çok kesimin daha önce ya da daha sonra yapmış olduklarıyla büyümüş iltihaplarımızdır. Başka toplum kümelerinde belirginleşen hâkim söylem biçimleri üzerine benzer tahliller yaptığımızda bu tespite varmakta zorlanmayız.