Ne Kazandık Ne Kaybettik?

Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğinin NATO’nun imkân ve kabiliyetlerini artıracağını ve bunun NATO üyesi Türkiye için başlı başına bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye’nin başka kazanımları da oldu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pek beklenmeyen bir zamanlama ile Vilnius Zirvesi öncesinde NATO Genel Sekreteri Stoltenberg ve İsveç Başbakanı Kristersson ile yaptığı toplantının ardından İsveç’in NATO üyeliğine yeşil ışık yaktığını açıklaması, ülkemizde Erdoğan’ın bu konuda ne kadar başarılı olduğu tartışmasına yol açtı. İktidar medyası zafer naraları atarken eleştirel ve muhalif medyada ‘somut olarak ne elde ettik de dün hayır dediğimize bugün evet dedik’ sorusu ön plana çıktı.  

 

NATO’nun son katılan Finlandiya da dahil 31 üyesi var ve Türkiye dışında hiçbir üye ülkede böyle bir tartışma yaşanmadı. Türkiye’de böyle bir tartışmanın yaşanmasının sebebi bizatihi hükümetin İsveç’in NATO üyeliğini kabul etmek için kimisi çok somut olan koşullar öne sürmüş ve bu vetosunu kaldırmasından birkaç saat öncesine kadar koşulların yerine getirilmemiş olduğunu üst perdeden dile getirmiş olması. Bu da müzakere sürecinin bir parçasıydı diye düşündüğüm için konuya başka bir açıdan bakmak istiyorum. Bütün bu süreçte Türkiye ne kazandı ne kaybetti?

 

Şahsen Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğinin NATO’nun imkân ve kabiliyetlerini artıracağını ve bunun NATO üyesi Türkiye için başlı başına bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Ama Türkiye’nin başka kazanımları da oldu. 

 

Türkiye’nin Kazanımları

 

Öncelikle terör kaynaklı meşru güvenlik endişelerimiz ile ilgili farkındalık yaratma fırsatı bulduk. Finlandiya ve İsveç NATO üyeliği için başvurdukları zaman Türkiye’nin bu ülkelerin terör örgütlerine ilişkin tutumlarını gerekçe göstererek itiraz etmesi karşısında hiçbir NATO yetkilisi ve NATO üyesi ülkenin hükümet yetkilisi ‘nereden çıktı bu şimdi’ demedi. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in yanı sıra hemen hemen tüm NATO üyesi devletlerin hükümet yetkilileri Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarının giderilmesi gerektiğini söylediler. Finlandiya ve İsveç’in hükümet yetkilileri de Türkiye’nin meşru güvenlik kaygıları olduğunu ve bunları gidermek için gerekeni yapacaklarını söylediler. Böylece Madrid Zirvesi sırasında Üçlü Muhtıra imzalandı ve Türkiye, Finlandiya ve İsveç arasında Daimî Ortak Mekanizma kuruldu. Finlandiya ve İsveç’in yaptıkları reformlar bir yana Türkiye’nin daha önce dudak bükülen kaygılarının meşruiyetinin bütün NATO üyeleri tarafından kabul edilmiş ve NATO metinlerine girmiş olması başlı başına bir kazanımdır. 

 

Finlandiya ve İsveç, Üçlü Muhtıra’daki taahhütlerini yerine getirmek için bir yıl gibi kısa sürede ciddi bir mesafe katettiler. Türkiye Finlandiya’nın adımlarını yeterli buldu ve üyeliğini onayladı, İsveç’in adımlarını ise yeterli bulmadı. Öte yandan İsveç’in de kendi siyasal kültürü ve iç siyasal dengeleri açısından yapabileceklerinin sınırına geldiği görüldü. Finlandiya ve İsveç’in Türkiye’yi ve aslında kendilerini de hedef alan veya gelecekte hedef alabilecek olan terör örgütlerinin topraklarındaki faaliyetlerine getirdikleri kısıtlamalar, Türkiye açısından yeterli olmasa da kazanımdır. 

 

Bu süreçte gerek Washington gerekse Ankara sürekli olarak İsveç’in NATO üyeliği ve Türkiye’nin ABD’den F-16 talebi birbiriyle bağlantılı değildir mesajını verse de gerçeğin böyle olmadığını hemen herkes biliyordu. Her ne kadar Biden Yönetimi Türkiye’nin talep ettiği F-16’ların satışına sıcak baksa da başta Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Menendez olmak üzere birçok senatör ve temsilci bu satışa itiraz ediyordu. Beyaz Saray konuyu Kongre’nin gündemine getirse direnişle karşılaşacağı çok açıktı. Zaten ABD Yönetimi biraz da bunun için konuyu ağırdan alıyor, uygun konjonktürü bekliyordu. Türkiye’nin İsveç’in NATO üyeliğine ilişkin itirazını geri çekmesi bu konjonktürü oluşturmuş bulunuyor. Washington’dan gelen mesajlar, Kongre’nin muhalefetinin zayıfladığını gösteriyor. ABD Başkanı Biden’ın bir gazetecinin konuyla ilgili sorusuna “Türkiye’nin İsveç’in NATO’ya girmesini desteklemeye devam edeceğinden ve o F-16’ları satabileceğimizden eminim” şeklinde cevap vermesi, hem iki konu arasında ilişki gördüğünü hem de gelinen noktada Kongre’nin Türkiye’ye F-16 satışına itiraz etmeyeceği konusundaki iyimserliğini ortaya koyuyor. Türkiye’nin uzun zamandır beklediği F-16’ları teslim alması da önemli bir kazanım olacaktır.

 

AB ve ABD ile İlişkiler

 

Son günlerde en çok tartışılan konulardan birisi de Erdoğan’ın İsveç’in NATO üyeliği ile Türkiye’nin AB ile ilişkileri arazında paralellik kurması oldu. Konuya vakıf olanlar, böyle bir paralellik kurmanın mümkün olmadığını, kuruluyormuş gibi yapılsa da bu çerçevede verilecek sözlerin pratikte bir karşılığı olmayacağını çok iyi biliyorlar. Ancak ben Erdoğan’ın yaklaşımını farklı okuyorum. Gelişmeler bir bütün olarak ele alındığı zaman, Erdoğan’ın Türkiye’nin gerek ABD gerekse AB ile ve bir bütün olarak Batı ile ilişkilerini normalleştirmek istediğini görüyoruz. 15 Temmuz başarısız darbe girişimi sonrasında Türkiye’de yaşanan siyasi gelişmeler, Türkiye’nin gerek ABD gerekse Avrupa tarafından dışlanması ile sonuçlanmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise sadece dışlandığını değil doğrudan hedef alındığını düşünüyordu. Önümüzde bu parantezin kapanması fırsatı bulunuyor. 

 

Yanılıyor olmayı çok isterim ama Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin bu kadar gerisine düşmüşken Türkiye’nin AB üyelik sürecini gerçek anlamda canlandırılabileceğini düşünmüyorum. Vize Serbestisi için ise Türkiye’nin hâlâ yerine getirmesi gereken koşular var ki, bu koşulları yerine getirse bile artık Türklere vize verirken bile kılı kırk yaran AB ülkelerinin olumlu bakacağını düşünmek zor. Bakın daha Güney Kıbrıs vetosundan bahsetmedik bile. Gümrük Birliği modernizasyonu her iki tarafın da işine yarayacağı için daha muhtemel ama o konuda da uzun bir sürece hazırlıklı olmak lazım. Bu konularda beklentimizi düşürerek gerek AB gerekse üye devletler ile daha yakın bir dış politika diyaloğu ve işbirliğine odaklanmakta fayda olduğunu düşünüyorum. 

 

Benzer bir gelişmeyi ABD ile ilişkilerde de bekleyebiliriz. Erdoğan’ın Washington’a düzenlediği son resmi ziyaret Kasım 2019’da gerçekleşmişti. O zamandan beri devlet ve hükümet başkanları düzeyinde bir karşılıklı ziyaret gerçekleşmedi. Hatta ABD Başkanı Biden, her ikisinin de mevcut bulundukları uluslararası toplantılarda bile Erdoğan’la görüşmek için “zaman bulamadı.” Gelinen noktada bu durumun değişmesini, Türkiye’nin ABD ve AB üyeleri ile diplomatik trafiğinin hız kazanmasını bekleyebiliriz ki bu da Türkiye için bir kazanımdır.

 

Gelelim ikinci soruya, bütün bu süreçte Türkiye ne kaybetti? Marshall Fonu’nun gerçekleştirdiği Transatlantik Eğilimler 2022 araştırması sonuçlarını Türkiye açısından değerlendirdiğim Ya Dışındasındır Çemberin ya da İçinde Yer Alacaksın başlıklı yazımda Türkiye’nin tüm ülkelerdeki katılımcıların en az güvenilir bulduğu ülke olarak ön plana çıktığını vurgulamış ve bu güven bunalımı çözülmedikçe Türkiye’nin ne ABD ne de AB ülkeleri ile ilişkilerini sağlam bir zemine oturtmasının mümkün olduğunu öne sürmüştüm. Kritik bir dönemeçte Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliklerini bir yıl ötelemesinin Türkiye’nin güvenilirliği üzerinde ciddi bir maliyeti olduğu gerçek. Kazanımları da göz önünde bulundurunca bu maliyete değer miydi sorusu tartışmaya açık.

 

Ancak gelinen noktada Türkiye hem ABD hem de AB ile ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtacak bir momentum yakalamış durumda. Bir yandan da ülkemizde demokrasi alanında uzunca bir süredir yaşanmakta olan şiddetli erozyonu telafi edecek adımların atılması, bu momentumu daha da güçlendirir. Top Türkiye’de.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.