Ne Savaş Ne Barış
Bir hafta boyunca her kesimden insan, Oğan ve Özdağ’ın kararının yönünü kestirmeye çalıştı. Bu sırada muhalefet tarafında seküler milliyetçi söylem güç kazandı ve kampanyalarını bu yöne çevirdiler. Sosyal ve konvansiyonel medyada ittifakın muhafazakâr ortaklarına karşı çekingen hınç gittikçe güçlendi. Millet İttifakı daha da ince bir ip üstünde hareket etmek durumundaydı. Ata İttifakı’nın bu süreç içinde dağılıp, kararların ayrı ayrı alınacağının açıklanması da zaten bulanık olan kafaları iyice bulandırdı.
1917. Merkez Kuvvetler’in başını çektiği, Almanya için hızlı bitmesi hesaplanan savaş, beklendiği gibi gitmiyordu. Batı cephesi kilitlenmişti. Müttefiki olan Avusturya-Macaristan’da kıtlık başlamıştı. Bütün bunların ötesinde Almanya’nın “vatan cephesi” çöküyordu. Tahıl karaborsaya düşmüş, savaş senetleri çıkarılmıştı. Doğu cephesindeki zaferler kazanmaya yetmiyordu. Bunun yanında ABD’nin Müttefiklerin yanında savaşa dahil olması beklenmekteydi. 1917’de Bolşevik Devrimi gerçekleşti ve Çarlık Rusya’sı devrildi. Bu, Almanların ve onun öncülüğünü yaptığı Merkez Kuvvetler’in muzaffer doğu ordusunu batıya kaydırabilmeleri için muazzam bir fırsattı.
Almanlar, Bolşeviklerden gelen ateşkes teklifini derhal kabul etti; fakat barış görüşmelerinde neyi ne kadar talep edecekleri konusunda bir fikir birliği sağlayamamışlardı. Bütün görüşmeler boyunca Almanlar için ana gerilim hattı nereyi, hangi yöntemle idare edecekleri konusunda kendi içlerindeki derin ayrım olacaktı. Her iki taraf için de doğu cephesinde savaşın durması gerekliydi. Bir barış antlaşmasına varmak Ruslar için politik, Almanlar için de askeri bir zorunluluktu. Bu sayede 22 Ekim’de Brest-Litovsk’ta bir kalede barış görüşmeleri resmî olarak başladı.
Rus heyetinin başında Adolf Joffe bulunmaktaydı. Kendisi, Çarlık Rejimi’nin destekçisi eski bir diplomattı. Ona eşlik edenler arasında, devrimci kadrolarla birlikte, her sosyal sınıftan temsilciler bulunuyordu. Pek tabii bu heyet Merkez Kuvvetler için fazlasıyla dağınık ve güvenilmezdi. Sovyet temsilciler görüşmeler süresince basına açıklamalarda bulunuyor, hatta basınının doğrudan görüşmeleri takip etmesini istiyor ve bütün süreci açık oturumlarda tartışıyorlardı. Almanlar için bu durum da oldukça sinir bozucuydu. Merkez Kuvvetler önemli boyutlarda toprak talebiyle gelmişti masaya. Ruslar yeni devrimlerinin, kolayca fişini çekeceğini bildikleri Alman kuvvetlerinin gücünün farkındaydı. Joffe, bu teklifi görüşmek üzere 28 Aralık’ta kaleden ayrıldı.
Müzakerelerin Ocak ayında yeniden başlamasına yakın Ukraynalı politikacıların oluşturduğu otonom yapının Avusturya-Macaristan tarafından tanınması, işleri değiştirecek önemli etkenlerden biri oldu. Bu durumda görüşmeleri, görevi Joffe’den alan Troçki sürdürecekti. Tartışmalar uzunca bir süre teorik bir alanda sıkıştı kaldı. Troçki, görüşmeleri sürüncemede bırakmak istiyordu. Çünkü ona göre; diğer ülkelerde işçilerin birleşip harekete geçmesi çok yakındı. Bolşevik propaganda çabası cephelerin gerisine kadar sarkıyordu. “Dişi kanlı Alman emperyalizmi”ne karşı sürdürdükleri bu mücadeleyi duyuruyorlardı. Hatta sömürüye baş kaldırmayı, devrimi, kardeşliği teşvik eden yayınlar, cephedeki Alman askerine kadar ulaşıyordu. Balkan Savaşı’nda röportajlar yapan Troçki ve onun planını kabul eden Bolşevik yönetimi, basının gücünün farkındaydı. Güçsüz ve dağınık ordularına rağmen Almanların paniğini kullanarak zaman kazandılar. Süreç uzadıkça Merkez Kuvvetler içindeki acelecilik hali de arttı. ABD her an savaşa girebilirdi. Karşılarında bitik bir ordu olmasına rağmen barış antlaşması yoluyla bu işi çözmek “en meşru” yoldu.
Kıtlığa daha fazla dayanacak gücü olmayan Merkez Kuvvetler, yaklaşık 1 milyon ton buğday ve başkaca kaynaklar karşılığında Ukraynalılarla “Ekmek Antlaşması” olarak bilinen antlaşmayı tek taraflı imzaladı. Bu, kısa vadede onların önemli bir sorununu çözecek ve savaşa dayanma gücü verecekti. Troçki, bunun üzerine Brest-Litovsk’taki kalenin salonunda sürmekte olan barış görüşmelerinin ortasında beklenmedik bir konuşma yaptı.
Troçki, Sovyetlerin tek taraflı barış ilan ettiğini duyuruyordu. Buna göre Ruslar bütün askeri güçlerini vatanın içine kaydıracak ve sivil hayatta iş gücü olarak kullanacaklardı. Barışçıl bir devlet gibi, zorluklar içindeki vatanı kalkındırmak için uğraşacaklardı. Tek taraflı barış, kimsenin beklemediği ve duyulmadık bir çıkıştı. Salonda uzun bir sessizlik oldu. Almanlar önlerinde bomboş duran cephelere saldırdıkları anda “vahşi emperyalistler” olarak meşruiyetlerini kaybedecekler, içeride birleşen işçiler, yoldaşlarına saldıran bu vahşi kapitalistleri devirecek, bir devrimin fitili ateşlenecekti. Bu plan Bolşevikler arasında büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Planın aşırı derecede riskli olduğunu düşünen Lenin dahi bu yeni oyunu kabul etmişti. “Ne savaş ne barış” planı devredeydi.
Oğan ve Özdağ’ın Kararı
İşte yukarıda basitçe yazdığım Brest-Litovsk Antlaşması’nı düşünerek uyandım pazartesi sabahı. Normal bir ülkede aslında aklımdakinin yumurtayı sucuklu mu yoksa peynirli mi pişirmeliyim olması gerekirken ben bir sigara yakıp beklemeye başladım. Beklediğim şey Sinan Oğan’ın açıklamasıydı. Bir hafta önce seçimlerin ilk turu sonuçlanmış, aslında kazananın çıkmadığı seçimde seküler milliyetçiliğin kazandığı sonucuna varılmıştı. Bana göre, bu biraz da panikle verilen karar üzerinden Millet İttifakı kendi içinde tartışmaya başlamış, hatta bir nevi cadı avı başlamıştı. İttifakın yeni partileri, eski AK Partili olmaları nedeniyle, gerek kanaat önderleri gerek de gazeteciler tarafından eleştiriliyordu. Onların haksız yere milletvekili aldıkları düşünülüyor, bu yüzden de CHP ve cumhurbaşkanı adayı Kılıçdaroğlu tenkit ediliyordu. Milliyetçiler arasında ise ittifaklarından bağımsız, HDP, daha doğrusu Yeşil Sol’un kilit parti rolünü engelledikleri için farklı tonlarda zafer çağrıları yapılıyordu. Bütün gözler Ata İttifakı ve onun iki önemli ismine, Sinan Oğan ve Ümit Özdağ’a çevrildi.
Sinan Oğan ve Ata İttifakı’nın oylarının nasıl paylaşılacağı üzerine tartışmalar başladı. Bir yandan da hem Oğan hem de Özdağ, kararlarını vermek için görüşmeler yürüttü. Bir hafta boyunca devam eden görüşmelerde kamuoyuna söyledikleri; kesinlikle bir pazarlık olmadığı, işin ilkesel noktada olduğu yönündeydi. Bir hafta boyunca her kesimden insan, okumalar yaparak, Oğan ve Özdağ’ın kararının yönünü kestirmeye çalıştı. Bu sırada muhalefet tarafında seküler milliyetçi söylem güç kazandı ve kampanyalarını bu yöne çevirdiler. Sosyal ve konvansiyonel medyada ittifakın muhafazakâr ortaklarına karşı çekingen hınç gittikçe güçlendi. Millet İttifakı daha da ince bir ip üstünde hareket etmek durumundaydı. Ata İttifakı’nın bu süreç içinde dağılıp, kararların ayrı ayrı alınacağının açıklanması da zaten bulanık olan kafaları iyice bulandırdı.
Ve nihayet pazartesi günü saat 17.00’de, piyasaların kapanmasıyla birlikte Oğan, kâğıttan okuduğu sıkıcı ve Beethoven eserleri gibi bir türlü finali gelmeyen bir konuşmayla Cumhur İttifakı’nın yanında duracağını açıkladı. Plana sadık kalma ve Turan emelinden vazgeçmeme sözlerinin yer aldığı bu konuşma muhalefet tarafında büyük bir hayal kırıklığı yarattı haliyle. Ancak hâlâ Özdağ’ın kararı işleri değiştirebilir umudu besleniyordu. Özdağ, önceden duyurduğu açıklama tarihini bir gün ötelediğinde DEVA ve Gelecek partilerinin Özdağ’ı veto ettiği söylentileri de hızla yayılıyordu. Özdağ bir gün ötelendiği kararını açıklamak için çarşamba günü Kılıçdaroğlu’yla birlikte kamera karşısına geçti ve Millet İttifakı’na desteğini açıkladı. İki lider arasında imzalanan ortak mutabakat metni duyuruldu. Oğan ve Özdağ böylelikle riski bölmüş oldular. Taraflı bir tarafsızlık hali ortaya çıktı.
Peki bu kararları vermek için bir hafta gerekli miydi gerçekten? Yoksa seküler milliyetçi söylemin biraz daha palazlanması için süreye mi ihtiyaçları vardı? Panik halindeki muhalefet, seçimi kazanmak için kendilerine pek de yabancı olmayan bu söyleme dönmekte zaten pek hevesliydi. Biraz da ittifak içindeki muhafazakâr partileri iyice dışarı itmek gibi bir niyetleri mi vardı? Ya da iktidarın seçilmesi ve heterodoks ekonomi politikalarıyla devam etmesi halinde, uzmanlara göre ülkeyi bekleyen çok ağır bir ekonomik fatura ve bu sebeple milliyetçi damarı kabaran seçmenin, bu seçimi kaybeden aktörler yerine kendilerine veya daha geniş bir milliyetçi oluşuma yöneleceği hayaliyle ileriye dönük bir yatırım içindeler mi? Ya da Oğan’ın kararı yüzünden ihanete uğradığını düşünen ve rövanşist duygulara kapılan muhalif seçmeni -aynı Akşener’in 3 Mart çıkışı gibi- tekrar ateşleyecek bir hareket mi? Belki de çok aşırı okuma yapıyorum. MHP’nin muhalefette olduğu dönemlerden kalma bir toplantı videosunda olduğu gibi, uzaktan gelen hazin bir sesle “kendilerine bağladılar hortumları kendilerine bağladılar…” diye bağıran adamın samimi yakarışı gibidir bütün bu olanlar.
Fakat herhalde kararlarını ilk günlerde vermiş olsalardı Millet İttifakı cephesinde ve kamuoyunda gelişen seküler milliyetçi hava, stratejiler, tartışmalar daha farklı şekilde gelişecekti. Ortada Troçki’ninki gibi bir diplomasi planının mı yoksa başka dinamiklerin mi çalıştığını, bütün bunların sonucunda etkisinin ne olduğunu pazartesiden başlayarak bir sonraki seçimlere kadar “siyaset bilimci”lerden dinleyeceğiz.
Troçki’nin “Ne savaş ne barış” planı beklendiği gibi bir etki yaratmadı. Ne dünya işçileri birleşti ne de Almanlar boş kalan Rus cephelerine saldırmaktan geri durdular. Sonuçta 3 Mart 1918’de, çok ağır şartlarla, Brest-Litovsk Antlaşması imzalandı. Yeni Sovyet devleti daha işin başında yok olmanın eşiğine geldi. Bu, Almanlar için büyük bir zafer gibi görülse de aylarca çakılı kaldıkları doğu cephesini sevk etmekte geç kalmış oldular. ABD savaşa dahil oldu, içeride gerek ekonomik gerek politik çalkantılar giderek büyüdü ve Merkez Kuvvetler’in baş aktörü Almanya savaşı kaybetti. Sık sık dalga konusu edilen, ancak gerçekliği de olan bir söz hayatımıza girdi: Onlar kaybedince biz de kaybetmiş sayıldık.