Neden Olmadı?
Sözün özü muhalefetin, muhafazakar kesimleri ikna etmesinin başat unsuru olan “değişimde sahicilik” sınavını iyi verememesi bir yana; “güven” hissini de zedeleyici bir atmosfere kendi elleriyle odun taşıdığı söylenebilir. En azından siyasetin görünür alanında bu tablonun mevcut olduğunu söylemek gerekir. Eğer bu böyle olmasaydı, iktidarın çarpıtmaları ya da propagandaları bu derece etkili olamazdı.
Başlığı erken bulanlar için ifade edelim ki, bu başlık son “seçim anketi” üzerinden, yıllardır değişmeyen ve değiştirilemeyen konularla ilgili olarak atılmıştır; yoksa kıl payı kazanıp kaybetmelerin hesabı üzerinden değil. Nitekim yıllar öncesine dair kanaatlerimizle ilgili yaptığımız alıntılar da bu durumun kanıtıdır.
Bundan tam otuz ay önce Perspektif’te “İktidarın Başarısının Alternatifi Nerede?” başlıklı makalemizde, “Toplumsal Hafızada Hala Canlı Olanlar” altbaşlığında, iktidar ve muhalefet gerçekliğine ilişkin şunları vurgulamışız:
“…Özetlersek, bugün geldiğimiz noktada, bakiyesi ne olursa olsun büyük puntolarla yazılmış ve yaşatılmış bir hikâye bulunmakta. Bu hikâye gerçekleştirilirken ihtiyaç olan doğru sistem, doğru konjonktür, sistemi düzgün işleten, gelişmeleri doğru okuyan kadrolar ve liderlik üçlüsü bir araya gelmiş olsa da toplumun hafızasında kalan şey hikâyenin tek bir yazarının olduğudur. O, kimine göre bütün bu süreci zaman zaman kadroları ve birlikte yürüdüğü kesimleri yer değiştirerek sürdürmüş, kimi zaman ciddi riskler almış, hedef olmuş, hayatını ortaya koymuştur. Bütün bunları yapabilmek için de süreci doğru okuma, o kadroları bir araya getirebilme-yönetme, ülkenin imkânlarını tüm engellemelere rağmen en doğru biçimde seferber etme kabiliyeti göstermiştir.
Erdoğan yani liderlik, bu kitleler için;
- Dünün dışlanmışlıklarının telafisi;
- Yeniden başına gelmesinden korktuğu yaşanmışlıkların paratoneri;
- Dış politikada onurlu siyasetin mimarıdır.
…asıl meselemiz, 3 madde halinde sıraladığımız gerçeklerin mezkur tabanın halihazırdaki gerçekliği olduğu, bu kanaatten, daha doğrusu güçlü inançtan geri dönmek için yeterli sebeplerin oluşmadığı vasattır.
Bu, sadece bir sosyo-psikolojik bir analiz değil, psiko-politik ve reel bir durumdur. Özellikle ana muhalefet, o 3 maddenin hiçbirinde kendi tabanını da mobilize edici sahici bir siyaset üretememiştir. Rövanşizm algısı, kutuplaşmada iktidarın çizdiği çerçeveye mahkûm olup bunu kendisine alan açmada kullanması, “Helalleşme” gibi çağrıların devamını getirememesi; “Helalleşme” ve “Yüzleşme” konularını ana muhalefetin dışında kalan muhalefet partilerinin, ana muhalefet tabanıyla hesaplaşır bir görüntü vermemek için gereken düzeyde işleyememesi, “yaparsa yine Erdoğan yapar” beklenti çıtasının gereken düzeyde yıpranmamasını beraberinde getirmiştir. Onda, karşıdan bakıldığında “tenakuz, çelişki, eline yüzüne bulaştırma” gibi görünen hususların tümü, kitle nezdinde “onca engele rağmen kıvrak manevralar ve arayışlar” olarak okunmuştur. Başarısızlık gibi görünen hususların sebebi dışarıda olmakla beraber, aynı zamanda lideri aldatan kadrolardadır.
Bunun haricindekilerde oluşan psikoloji de şudur: Erdoğan’a da çevresindeki kadrolara da partiye de bürokrasiye de ortağına da yönelik kızgınlık, destek veren kitlelerin başını öne eğdirecek kibir, şatafat, “savaş verildiği” iddia edildiği halde, taşın altına elini koyma külfetine katlanmayanlara yönelik el zayıflatıcı kızgınlıktır. Yani bu duygu, kopuş getirici değil, düşmana bile isteye koz verdirdiği için oluşan bir yürek burkulmasıdır. Öfkenin asıl değişmez adresi yine muhalefettir. Hatta aynı grup, içinden çıkan diğer partilerin muhalefetle birlikte yürüttükleri misyonu, ihanetle eşdeğer görmese de “basiretsiz”, “cephe zayıflatıcı”, “gereksiz”, “başkalarına kazandırıcı” olarak görmeye devam etmektedirler.
Muhalefetin ürettiği düşünülen siyasetler, iktidarın ekonomi alanında yaptığı ısrarlı yanlışların, irrasyonel çözümsüzlüklerin ürettiği boşluğa seslenmek dışında bir kimliksel yenilenmeye yol verememiştir.
Dolayısıyla iktidar, tüm kimlikleri kucakladığı dönemde elde ettiği başarıların hikâyesini, bugünkü kimlik siyasetinin temellerini korumada kullanmakta; elde ettiği görünür başarıları da (terörle mücadele ve dış politikadaki edimlerin yaptığı katkı) bu hattı korumada kullanmaktadır.
Yani tabanda sağladığı konsolidasyon, kitlenin salt irrasyoneliteye teslimiyetinden, yalnızca İslami söylemlere ram olmasından değil, geçmişte mücadelesi verilmiş gerçeklerin, o gerçeklere karşı savaş açmış kesimlerin realitesiyle örtüşmesindendir.
O yüzden bugün Erdoğan’ın “Kurtuluş Savaşı”; “Ekonomik Bağımsızlık Mücadelesi”; “İç-Dış Güçler” gibi argümanlarının karşılığı, geçmiş 20 yıllık tarihin içinde mündemiçtir. O gerçekliği, bugünkü yanlışların, çarpıtmaların, manipülasyonların mezesi yapması; hatta “Dış Güçler”in verdiği iddia ettiği zararlardan daha fazlasını ülkeye yaşatması, o büyük puntoların tabandaki karşılığının ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir.
Nitekim, Biden ile ilişkideki tüm çelişkiler, Suriye’de ABD ve Rusya gibi iki büyük gücün arasında sıkışmışlığa çare bulma amaçlıdır. Dün BAE’ni 15 Temmuz’un müsebbiplerinden ilan edip bugün ilişki kurmada gösterilen arzu, ülkenin hayrına düşmanı bile dize getiren lider aklının bir neticesidir. İHA-SİHA üretimi ve pazarlanmasındaki başarılar, bağımsızlığımızın meyveleridir. D.Akdeniz’deki durumumuz yedi düvelin bizimle nasıl uğraştığının ve bu konuda ortaklık oluşturduğunun göstergesidir.
Muhalefetin Dış Politika ve Toplum Vizyonu Olmayışı Beka ve Güven Sendromunu Diri Tutuyor
Siz ne kadar bu alana ilişkin çelişkiler ortaya koyarsanız koyun, kitlenin gördüğü şey, bu gerçeklik alanına ilişkin muhalefetin ürettiği hiçbir dış politika vizyonunun olmayışı, olanın da halihazırda var olan Libya, Suriye gibi alanlardan geri çekilecek olunduğu müjdesidir! Bir tarafta “terörle haklı mücadele” ve sözümüz sahada güçlü olsun için atılan adımlar, diğer tarafta 20 yıllık hikâyenin başına döndürücü öneriler! Bir tarafta Mısır’da demokrasinin arkasında durmuş bir iktidarı en başından eleştiren, İhvan yüzünden Sisi’ye gereken tepkileri vermeyen bir muhalefet tarzı; diğer taraftan D.Akdeniz’de avantaj kazanmak için Mısır ile yeniden ilişkiler kurmaya çalışan iktidara, sadece “Neden en başında bu ilişkileri bozduğu”na dair sigaya çekmekten başka bir önerisi olmayan muhalefet yapısı. Bir tarafta, öyle böyle, tüm eksiklerine rağmen 4 milyona yakın Suriyeli sığınmacıyı ülkesine kabul etmiş bir iktidar; diğer tarafta zaman zaman sığınmacı düşmanlığı denebilecek tarzda çıkışlar içeren, “geri göndermek” dışında bir önerisi olmayan, bölgesel ve uluslararası şartlara rağmen bunu nasıl becereceğini anlatamayan, çözümün bir ucunda hala Suriye kasabını adres gösteren bir muhalefet. Bir tarafta da Türkiye’de bulduğu otoriterleşme ve diktatörlüğü Suriye’de bir türlü keşfedemeyen; “Dostum Putin”i alaya alırken, “Dostumuz Esad”dan vazgeçmeye yanaşmayan bir muhalefet tablosu.
İktidarın yaparken çelişkiler, zafiyetler yaşamasından daha vahim bir resmin özeti değil midir bu hal? Evet; iktidar, bir öncekine rahmet okutan her hamlesini zafer nidalarıyla pazarlamaktadır. Eğer iktisadi alanda bunca hatayı yapıp ülkeye bunca fatura çıkarmasa, bu faturalar halkın cebine ve mutfağına bu derece yansımasa, muhalefetin hiç ama hiç şansının olmayacağı analizleri konuşuyor olacaktık bugün.
Evet iktidar, dün İsrail’e “one minute” deyip bugün ilişkileri düzeltme gayretine girişebilir. Dün arasını bozduklarıyla bugün ilişki geliştirme çabası içinde olabilir ama muhalefet için zaten hiçbir zaman Filistin Davası diye bir mesele gündeme gelmemiş, aksine toplumsal hafıza 28 Şubat’ın arkasında ABD ve İsrail ile ilişkiler içinde olan, ağlama duvarını ziyaret etmiş subaylarla örülüdür.
Dış politikadaki bu şuuraltı ve gerçekler zemini, yanlış da olsa icraat içinde olanın avantajını göstermekle birlikte, hangi doğru icraatı ortaya koyacağını tatmin edici şekilde açıklayamayan, aksine yaptığı çıkışlarla beka endişesini besleyen tavırsızlığın iktidara sunduğu imkânı da ortaya koymaktadır.
Bu şuuraltı ve gerçekler zemini, sosyo-politik ve hukuki alanda da geçmişte yaşanmışlıkları tolere edici, düzeltici, güven verici, samimi, sahici bir siyaset üretiminin de olmadığını göstermektedir. Hele ki zaman zaman kitlenin suçlanmasına kadar varan siyaset dili (orta-uzak vade geçmişte benzerleri de olduğu için) canlılığını koruyorken, bu noktada o tabana uzatılan zeytin dalı, bırakın yumuşamayı, öfkeyi bilemektedir.
…
Sürekli başarısızlık halini bile “aç kalsak da bu savaşta reisi yalnız bırakmayız” fedakarlığı ve vefa ikliminde okuyan bir kitlenin anketlere yansıyan yüzdeleri hiç de az değil. Bu yüzde, neredeyse ana muhalefetin oy oranı kadar. Muhtemel ana sebeplerinden bir kaçını yukarıda özetlemeye çalıştık. Görüldüğü üzere sadece kimliksel değil. Geçmişin başarı hikâyelerini, altı boşalanlar olsa da o hikâyelerin mimarlarının hemen hepsi bugün iktidar partisinin içinde olmasa da hatta o hikâyeler yazılırken yüksek perdeden eleştirenler bugünün iktidar partisinin kadrolarını oluştursa da büyük puntolar, hedefler, kızıl elmalar geçerliliğini korumakta. Hem de bunlara ilişkin hiçbir rekabet içeren somut projeleri olmayan bir muhalefetin yarattığı güven boşluğuyla birlikte meydan olabildiğince boş.”
Bu tablo halen geçerliliğini korumakla birlikte, üzerine son dönemde işlenen fahiş hataları, sokaktaki insana ilişkin aşağılamaları, hesap sorucu rövanşist dili, Batı basınının rutinlerini, terör örgütü liderlerinin alışılagelmiş pervasızlıklarını, sol siyasetin tarikat-cemaatlerin kökünü kazıma vaatlerini ve Türk soluna meftun Kürt ulusalcılarının yerel ve bölgesel jeopolitiğe dönük toplumda güvenlik sendromu oluşturan demeçlerini koyabiliriz.
Yine iki buçuk yıl önce kaleme aldığımız “Kutuplaşma ve Rövanşizmden, Helalleşme ve Yüzleşmeye” başlıklı yazımızda ortaya koyduğumuz endişeleri gidermede de bir arpa boyu yol alamadığımız gerçeğiyle de yüzleşmek durumundayız. Oysa yüzleşme konularında elini taşın altına sahici biçimde koyması gereken bir muhalefet ihtiyacını defaatle vurgulamış; bunu her konunun ehemmiyetinin üzerine koymuştuk.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, bu konularda yol al(a)mamış siyasi çizgilerin Türkiye’nin değişimi yolunda sahici beklentilere girmesi fazla anlamlı olmamakta. Küçük adımlar atabildiğimiz, arzu edilen eşiğin çok ötesinde olduğumuz gerçeğini kabullenmek zorundayız öncelikle. Çıta bu olmasına rağmen, cesaret eşiğimizin kıvamı kendini bu şekilde gösteriyor iken, -seçim sonuçlarından da bağımsız- bu seviyenin üzerinde beklentilere girmek de fazla anlam ifade etmiyor. Özdeğişimin ol(a)madığı yerden hak edilmeyen kazanımlar beklemek de gerçekçi olmuyor.
“14 Mayıs Anketi”nin Söyledikleri
Seçim sonuçları nereden baktığınıza bağlı olarak değerlendirilebilir elbette. Arzu ederseniz AK Parti’nin ciddi, Erdoğan’ın kısmi kaybını önemli bir başarısızlık olarak okuyabilirsiniz. Buna karşılık Kılıçdaroğlu’nun aldığı hatırı sayılır orana bakarak ortada bir başarı da görebilirsiniz. Buradan mesajlar çıkartıp “halk Erdoğan ve AK Parti’ye şunu demek istedi; YRP’ye ve MHP’ye giden oylar şu şu anlamlara geliyor” diyerek analizler yapmak mümkün. Daha derinlere, daha sofistike alanlara dalıp rasyonalite ile duygusallık arasında gelgitli yorumlar yapmak da olası elbette. Ama sonuçta tüm bu detayların sonucu değiştirmemesi bir yana, aritmetik başarı sağlansaydı bile ana meselelerde toplumdaki yerleşik algıları değiştirmeyeceği de açıktı. Bunun için başka formüllere, stratejilere, güvene, sahiciliğe, gerçek bir değişim hedefine odaklı realitelere ihtiyacınız var. O da, sorgula(t)mak, yüzleş(tir)mek, kabul et(tir)mek (ki bunların hepsi, sadece seçim süreçlerinin sallapati, karikatürize stratejilerine meze edilemeyecek kadar ciddi birer süreç) inanmak ve yaşamakla ilgili. Yani ispat ile. Yani gerçek, sahici ve sahih ideolojik dönüşümlerle.
Bununla bağlantılı ve önem arz edilmesi gereken bir diğer konu da, Türkiye’deki dindarlığın ve milliyetçiliğin dayandığı sacayakları hem tarihi derinliği hem de konjonktürel gerçekliğiyle ilgili olarak doğru okumak gelmekte. Bunların halktaki karşılıklarının neler olduğunu kavramak, siyaset dili ve stratejisini bu gerçekliği sahiplenerek oluşturmak. Bu minvalde sihirli kelime “sahicilik” olduğu gibi, alt başlıkları da “güven hissini sağlamlaştırmak” ve “korkuları izale”dir. İktidarın varoluş sebebinin bu olduğu gözetildiğinde, onun sahiciliğe ihtiyacı olmadığı, halkla arasında doğal bir dini/milliyetçi duygudaşlık ve fiili uygulamalardan kaynaklı bir realite alanı olduğunu görüp buna göre davranmak gerekir.
Bunu gördüğünüzde karmaşık formüllere ihtiyaç duymazsınız. Bu alanı elde var bir kabul edip, daha iyisinin ne olabileceği üzerine zihin egzersizlerini toplumun önüne koyabilirsiniz. Ama güven hissini zedeleyici, korkuları depreştirici bir dil ve siyaset izlediğinizde (ya da size yakın ya da ortak olanlar bunu yaptığında) hem toplum nezdinde haklı olarak ötekileştirilir; hem de başka alanlara ilişkin de sürekli dem vurulan o “rasyonalite”ye inançsızlık ortaya çıkar.
“Beka ve Güvenlik mi Ekonomi mi?” sorusunu konjonktürden bağımsız bile sorsanız çoğunlukla alacağınız cevap “Beka ve Güvenlik”tir. (Kimlikçi iklimlerde, o ekonomik vaadin bile kimin tarafından verildiği önemlidir.) Güvenliğe ilişkin somut görünürlüğü ortaya koyanın avantajı her zaman fazladır. Bu sadece gücünden kaynaklı eşitsiz bir avantaj değildir. Topluma geçirdiği, hissettirdiği, somut olarak ispat ettiği bir alandır bu. Hele bir de siz (ya da birlikte hareket ettikleriniz) bu alana ilişkin güvenlik hissini zedeleyici, fiili durumu belirsizliğe itici, toplumun damarına basıcı jeopolitik değişim taleplerini ideolojik saiklerle ikrar eder hale gelmişseniz, (ki ideolojik yankı odalarından başka yerde faydası olmaz) oy alma ihtiyacı hissettiğiniz kesimleri incittiğinizin, öfkelendirdiğinizin, oyu garanti gördüğünüz kesimleri bile irite ettiğinizin farkında bile olmazsınız. Bunun hanenize yazdığı eksileri görmezden gelmeniz ise toplumda, başka alanlarda da ferasetsizlik içeren formülleri şapkadan çıkaracağınız sui zannını güçlendirir.
Sözün özü muhalefetin, muhafazakar kesimleri ikna etmesinin başat unsuru olan “değişimde sahicilik” sınavını iyi verememesi bir yana; “güven” hissini de zedeleyici bir atmosfere kendi elleriyle odun taşıdığı söylenebilir. En azından siyasetin görünür alanında bu tablonun mevcut olduğunu söylemek gerekir. Eğer bu böyle olmasaydı, iktidarın çarpıtmaları ya da propagandaları bu derece etkili olamazdı. Siz “ekranlardan verilen görüntü yalan” diyedurun, size yakın odakların, siyasi çizgilerin, siyasetçilerin, gazetecilerin, danışmanların içeride ve dışarıda verdiği ideolojik demeç ve temenniler, mütedeyyin kesimlerde yeter derecede karşılık bulmuş olur, öyle de oldu.
Rasonalite ve Duygusallığın Harmanlanamaması
Rasyonel akılla duygusallığı gerektiği ölçüde harmanlayamadığınızda, güçlü olduğunuzda işinize yarayacak olan rasyonalitenin, muhalefette iken gerektiği seviyede algılanmamasına şaşabilirsiniz. Halkın bunları görmediği, görmek istemediği, seviyesinin buna yeterli gelmediği avuntularına da sığınabilirsiniz. Oysa halkın tam da görüp hissettikleri ona kendi rasyonalitesini sunmakta. Sizin duyguyu geçiremediğiniz, güven vermediğiniz, “Mış” gibi yaptığınızı hissettirdiğiniz alanlar ise onun rasyonalitesini daha da pekiştirir.
Görmek istemediğiniz gerçekler, sizdeki değişimi geciktirdiği gibi, “Mış” gibi yapmaların, onun endişelerini geçiştirmenizin halkın gözünden kaçmadığı, irrasyonellikle suçladığınız kitlelerin kendince ve insan doğası gereği daha önemli sebepleri rasyonalleştirdiğini görmek istemezsiniz.
Rasyonalitenin, ekonomi ve hukuk alanlarından daha geniş bir habitata sahip olduğunu göremezseniz “göremedikleriniz” ve “geçiştirdikleriniz” birikir ve sizi kuşatır. Geçiştirip görmek istemediğinizin belli olmadığını sandığınız alanlar toplum tarafından notlanır. Bunlara ek olarak;
- Dindarlık ve Sağcı Milliyetçiliğin gerçek adresleri varsa, ki var, işinizin zor olduğunu görerek hareket etmeniz gerekir. Buna göre bir strateji izlemek zorunda olduğunuzu es geçemezsiniz. Bu alanı hafifseyemezsiniz. Bu durumda, içinde Milliyetçi cenahın da olduğu iktidara suistimal ettiği alanlarla ilgili kızıp köpürseniz bile o alanı “al senin olsun” diyerek inhisarına da bırakmış olursunuz.
- Kürt oylarına olan ihtiyaca karşılık HDP’nin ideolojik savrukluklarına, gündem ettiği marjinal taleplere, kendi mahallesine dönük radikal söylemlerindeki basiretsizliğe göz yumulduğu takdirde bunun bir karşılığının olacağı açıktır. HDP ile ilişkilendirilen muhalefetin anlayamadığı husus hep “Öcalan’dan gelen mektup/talep” meselesinin o kitlede karşılık bulacağı zannı oldu. Halbuki biri güçlü iktidarın/devletin kullandığı aparat hükmünde iken; diğeri bölgede yeniden KCK vesayeti süreçlerinin önünün açılacağı endişesi anlamına gelmekteydi.
- Rövanşist söylemlere engel olunamadı; çünkü tabana ve seçmene gerçek manada yüzleşme mesajları verilemedi. Kutuplaşma ve konsolidasyon sadece iktidarın sarıldığı değil, muhalefetin de aşamadığı rasyonel gerçekliğimiz oldu. Hatta bazen muhalefetin anti-demokrat, marjinal ama şahin unsurları, iktidarın propagandada kullanacağı malzemeleri elleriyle sundu.
- İktidar pekçok imkanla, pekçok stratejiye sarıldı ve tuttu. Tutmasının sebebi dindarlık ve milliyetçilikle malul cahil bir halkın bunları kabullenmesi değil, o alanların sahici bir niteliğe sahip olması, gerçekliğinin olması ve muhalefetin bu alanlara ilişkin irite edici, ürkütücü, zaaflı ve sahici olmayan söylemlere başvurması idi.
Deva-Gelecek-Saadet’in Başaramadıkları
6’lı Masa’nın oluşumunun, ülkemizin 200 yıllık tarihi birikimi açısından teorik değeri anlamlıydı. Ancak altını dolduracak adımlar atıldığı takdirde ehemmiyeti katma değer sağlayacaktı. Nitekim öyle de oldu ve muhafazakar kesimlerde oldukça az; seküler kesimlerde ‘kazandırma ihtimali’ne rağmen bile tahammülü güç bir zemin oluşturdu. Böyle bir birlikteliğin ancak güçlü olunan ve eşit ağırlıkta bir düzlemde topluma çarpan etkisi yapabileceği daha net görülmüş oldu. Nitekim olgunlaşmamışlık, hamlık, katedilecek yolun çok başında olunması, zaaf ve boşlukların seçim kazandıracak bir etkiyi yapamadığı görüldü. Yukarıda toplumun buna henüz gerçek manada hazır olmamasını örnek gösterirken; bu ihtiyacı toplumun önüne koyanlara dönük güvensizlik ikliminin ve sebeplerinin her şeyin üzerinde konumlandığını anlatmaya çalıştık. Şimdi de bu üç parti nezdindeki boşluklara değinmeye çalışacağız:
- Deva-Gelecek-Saadet, Erdoğan’ın mütedeyyin kitle ile kurduğu samimi, sahici, tarihi arka planları olan duygudaşlığı onun elinden alamadı. Bu konuda ortak bir strateji izlemeyi bile maalesef deneyemediler. (Bu stratejisizlik aslında tüm Masa için geçerli oldu. 200 yıllık tarihi dönüşümlere talepkâr olduğunu söyleyip “Ben” merkezli stratejiler izlemek, siyaset üretimindeki samimiyeti de sorgulattı. Bu da, kısa vadeli menfaatleri öncelemenin, iddia edilen ‘devrimci dönüşüm’ün önüne geçtiği intibaını kuvvetlendirdi. İktidarın başlarda propaganda olan retoriklerini haklı çıkartan manzaralar ortaya kondu.
- 6’lı Masa’nın özellikle kimliksel konularda yarattığı siyasetsizlik, ana ve yavru muhalefet dışındaki partilerin -bu konularda kısmi tavırlar koysalar da- görünürlük ve etkililiklerini zayıflattı. Mütedeyyin ve milliyetçi kesimlerin gerçek sahiplerinin figüranı konumunda algılandılar. O kesimlerin sahiplenilmesi iktidar ya da muhalefetteki partilerin hinterlandında kaldı.
Mütedeyyin-Muhafazakâr Kesimleri Sahiplenememe Sorunu:
Sığınmacılar Örneği
Masa’nın mütedeyyin 3’lüsü, Masa içinden ya da dışından seküler muhalefet sığınmacıları aşağılar, ırkçı hezeyanlar, yabancı düşmanlığı körüklenirken, o dezavantajlı kitleleri gerektiği ölçüde sahiplenemediler. Kısmi çabalar olmadı değil ama bu mesele görünür ve etkili bir siyasete evriltilemedi.
Bu meselenin küçümsenmesi, “toplumun yüzde 75’i sığınmacılara karşı” denerek konjonktüre teslim olunması, güvenlik tehdidi, tapu karşılığı vatandaşlık meseleleri abartılı olarak gündem edilirken; insan hakları merkezli, sığınmacıların yanında duran ve buradan yola çıkarak endişeleri giderici insan onuru merkezli bir siyaset üretilemedi. Yapılan bir iki toplantı, basına verilen bir iki demecin yetersiz kalacağını elbette bilmekteydiler. Tabiri caizse bu topa bilerek girmediler. Oysa toplumdaki yüzde 75’lik sığınmacı karşıtlığı konjonktürel idi. Yüzde 25’lik kesim ise oldukça değerliydi. Bunları tamamına yakını da zaten AK Parti kitlesi idi. AK Parti bu kitleyle de ilişkisini sağlam kurdu. “Mazlumların ezdirilmeyeceği” söylemleri, başta cumhurbaşkanı olmak üzere en üst düzeylerde dile getirildi.
Bu mesele şu anlama gelmekteydi: Siz mütedeyyin kesimle “helalleşme”yi gündeme getiriyor, adaletten, insan haklarından dem vuruyorsunuz ama toplumun en dezavantajlı kesimlerine dönük vicdanları titreten, korkutan açıklamalar yapıyorsunuz. Ahlaki boyutunu bir kenara bırakalım, siyasi realitede Suriye politikasına ilişkin kurduğunuz irrasyonel cümleler, oy almak zorunda olduğunuz toplumu sadece korkutmakla kalmıyor, dış ilişkilerden sorumlu danışmanınız “Sığınmacıları göndermek; Suriye’den askeri çekmek…” vb.açıklamalarla sonunun nereye varacağı bilinmez olan bir güvensizlik halini bu topluma mesaj olarak geçiyor. Buna ram olan kitleler zaten size oy veriyor. Siz karşınızdakileri ikna etmeniz gerekirken, aksine 12 yıllık bir dejavuyu sahneliyorsunuz. Böylelikle başka konulardaki samimiyetiniz de sorgulanır oluyor.
Muhalefet, sığınmacıları sahiplenme konusunu sadece basite almakla kalmadı; oy beklediği kesimlerin büyük kısmını buna bağlı olarak başkaca konularda da korkuya ve güvensizliğe itti.
Baştan beri ifade ettiğimiz diğer bir konu da “tehditler” meselesi idi. Bu konuların tümü o tehditler bahsinde geçerli olduğu gibi, en önemli tehdit konusu ülkenin liderinin sürekli tehdit edilmesinin mütedeyyin kesimlerde yaratacağı ürküntüyü hesap edememek oldu. Seküler tabanlar bu konularda zaten fütursuz davranıp o toplumsal kitleleri direkt muhatap alıcı korkulara alan açtılar. Rövanşizmin sadece mahkeme salonlarında değil, sokaklarda da, kamusal alanlarda da geçerli olacağına dair korkular ürettiler ve muhalefet bu solunan havaya ilişkin gerekli ciddi uyarıları yapmadı, yapamadı. Yapılan uyarılar bu korkuları izale etmeye yetmedi. Bir toplumsal kesimi yanınıza çekmeye çalışıyorsunuz ama aynı zamanda onun toplumsallığının tehdit olarak görüldüğünü kendisine izhar ediyorsunuz!
Kılıçdaroğlu’nun kısmi mesajlarının bu alanda yeterli olacağı zannedildi. Oysa baştan beri sıraladığımız alanlardaki güvensizlik varoldukça bunun yeterli gelmeyeceği görülebilmeliydi. Hesap sormanın sadece yargısal ve iktisadi alanda değil, Suriye politikasında da geçerli olduğu vehmini topluma geçirmenin, mazlumlara yaşatılacak trajediyle birlikte, teröre karşı güvenlik politikalarını işletenlerin teslim alınacağı tehdidinin iç içe geçtiği anlaşılamadı. Bu konularda belli ki Masa’nın diğer aktörlerinin de ana ve yavru muhalefete yaptıkları uyarılar etkili olamamıştı. (Mesela A.Davutoğlu, Cem TV’ye katıldığı son programlarından birinde bu konuyu bölgesel ve uluslararası gerçekler ve hukuk bağlamında her vechesiyle veciz şekilde ele almıştı.)
Masa’da istikrarlı bir siyasete dönüştürülemediği ve Kılıçdaroğlu bu meseleyi saha gerçeklerine rağmen popülist tarzda sürekli gündeme taşıdığı için toplumun algısı, sığınmacıları ötekileştiren, tehdit olarak algılatan CHP’nin 12 yıllık siyasetiyle sarmalanmıştı. Bu söylemlerin muhafazakar-mütedeyyin insanların duygu dünyasına “ırkçılık” olarak geçtiği bir türlü anlaşılmak istenmedi. Sığınmacılara dönük empatisini sürdüren ve iktidarın da sığınmacı politikalarındaki yanlışlarına şahitlik eden Muhafazakar kesimlerin asla kabullenemeyeceği olgunun, iktidarda kim olursa olsun bize emanet bir topluluğun iktidar eleştirilerinin hedefi ve kurbanı haline getirilemeyeceği idi. Üstelik, müslümanın dimağında “Alevi” videosu çekerek Sünni kesime mesaj veren bir liderin bu duygu halini anlayamaması; etrafındakilerin ona gerekli uyarıları yapmamış olmaları anlaşılır gibi değildi! (Sığınmacılar ve siyasetin sorumluluğuna ilişkin daha önce Perspektif’e yazdığımız iki analize bakılabilir: “Sığınmacılar ve Siyasetin Sorumluluğu”, “Hamaset ile Gerçeklik Arasında Mülteciler”)
Bu kitleyle bağ kurması beklenen, bu konularda daha aktif olmaları gereken diğer siyasi partiler de 6’lı Masa’nın kendilerine dayattığı siyasetsizlik atmosferinde yetersiz kaldılar.
Bir diğer ve asıl önemli olan husus ise, muhafazakar kesimlerle yukarıda sıraladığımız konularda duygudaşlığı paylaşması gereken Masa’daki partilerin, ekonomi gibi somut alanlar dışında, bu kesime hiçbir konuda rehberlik etmeyi becerememeleriydi.
Sığınmacılar, Güven ve Duygudaşlık Bağının Vesilesi Olabilirdi
Masa’nın 3’lüsünün konjonktüre teslim olmadan, kararlı, net, istikrarlı, sığınmacı merkezli bir insan hakları söylemiyle hem muhalefeti hem de iktidarın hatalarını eleştirip Ümit Özdağ, Sinan Oğan gibilerin gördükleri işlevi, tersinden ifa etmeleri mümkündü. Sadece bu konu bile onların mütedeyyin kesimlerle olan bağını ciddi biçimde güçlendirip, onlara başka konularda da güven duyucu bir iklimi besleyebilirdi. Kararlı bir itikatla, yükselmiş bir ses tonuyla, mağduriyetlerin yaşandığı her alanı konu ederek bir görünürlük oluşturmaları, içinden çıkmış oldukları tarihe de ahde vefayı beraberinde getirebilirdi. Laik kesimler onları bu konularda zaten suçlamakta idiler. İktidar zaten üzerlerine sığınmacı politikalarının “günahlarını” yüklemeye hevesli idi. Medyaları ve trolleri bu konularda yalan yanlış yayınlar, dezenformasyonlar yapmakta idiler. Buradaki adil ve samimi boşluk özellikle Gelecek ve Deva partileri tarafından doldurulabilirdi. Bu tutum, onların İslam dünyasıyla kuracakları ilişkilerde de, iktidarın adaletsizlik, yolsuzluk gibi konularda din-i mübini İslam’a mugayir yönelimlerini anlatmakta da kolaylaştırıcı olurdu. Onların bir 3.yol tutmalarında da etkili olurdu. YRP’den, hatta İYİ Parti’den daha fazla teveccüh kazanmaları da işten bile olmazdı. Ama olmadı. Oysa insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokratlık tam da bugünler için lazımdı. Din soslu ulusalcılığın tepelerinde demokles kılıcı gibi sallandığı tehditler de bu vesileyle aşılabilirdi. Bu partilerin içindeki münferit çabalar yeterli gelmedi; zira bu partilerin tutum, tercih ve kadro yapılanmaları bu konunun merkezi politikalar olarak görülmesini engelledi.
Elbette pekçok toplumsal sorunumuz var ve bunları hemen herkes benzer söylemlerle ya sahipleniyor ya da karşısında duruyor. Ama farkedilmenin, ciddiye alınmanın, görünür olmanın yegane reçetesi bunlardan bir veya birkaçını sizi özel kılacak şekilde sahiplenmektir. Konjonktüre rağmen ısrarla o konuları gündemleştirmek, istikrarlı olmak, konu gündeme geldiğinde sizin akla gelmenizdir. Özellikle hesap kitap, planlama gerektiren konuların dışındaki kimliksel ve insan haklarını içrek konulardan bahsediyoruz. Yoksa tarım ya da sağlık politikalarında veya ekonomide ne kadar başarılı reçetelere sahip olursanız olun bunları hemen herkes gündemleştirmekte ve ‘rasyonel’ olarak kodladığımız konular arasında yer almaktadır. Diğerleri ise sizi siz yapacak, sizin kimliğinizi, kişiliğinizi öne çıkaracak, bir ittifak içinde yer alsanız bile -işte o zaman- kendi logonuzla göğsünüzü gere gere toplum önünde teraziye çıkabileceğiniz alanlardır. Bu alanları -çeşitli ve yersiz endişeler yüzünden- yaratamadığınızda, parti içi dengeleri ya da toplumdaki algıları vs bahane ettiğinizde, cesaret ve samimiyetiniz de buna göre sorgulanmakta. Ve bu mesele, “toplum ne der, nasıl bakar?” dediğiniz başkaca konular için de geçerli olur, oldu da. Sürekli “toplum ne der? Toplumun şu kesimi bu meseleye nasıl bakar?” baskısını üzerinizde hissettiğinizde, bir süre sonra toplum nezdinde tamamen görünmez olma riskiyle başbaşa kalırsınız. Herkesi memnun etme zannı, hiç kimseyi memnun edememe gerçeğine toslar. (https://www.perspektif.online/toplumsal-algilar-ahlaki-siyasete-engel-midir/ Bu konuyu Hollandalı lider Sigrid Kaag ve partisinin siyasi yükseliş hikayesi üzerinden değerlendirmiştik)
Bu eksikleriniz varken, bir de bunun üstüne iktidarın en başarılı görüldüğü, toplumla duygudaşlığını en fazla sağladığı, güvenlik hissinin de yegane pekiştirildiği alanlar olan savunma sanayi üretimleri, yerli araba, İHA-Siha’larla kavga eden, istihzada bulunan, hatta bir tehdit gibi algılatan söylemlerin elbette bedeli olacaktı. 6’lı Masa’da bu yanlışları tolere etmeye gayret eden çabalar da elbette yetersiz kalacaktı. Bir tarafta yapanlar ve sonuç alanlar (iktidar), ülkenin güvenliği ve gelişmesi yolunda öyle böyle adım atanlar, terörle mücadelede somut sonuçlarını ortaya koyanlar; diğer tarafta bu tablonun hakkını vermeyi bırakın, tablonun kendisini risk, abartı ve tehdit alanı gibi gösterme çabaları. İşte diğer alanlardaki “rasyonalite” söylemlerini şüpheli ve anlamsız kılan da bu resmin kendisidir. “Rasyonalite mi güvenlik mi?” sorusuna kırk dereden su getirerek cevap vermenizin, üstüne topluma negatif algılar yüklemenizin elbette bir bedeli olacaktır. Unutmamak gerekir ki siz bu kesimi ikna etmek, bu kesime güven vermek, bu kesimle hemhal olmak, yepyeni bir yol haritasını bu kesime kabul ettirmek üzere yola çıkmış olmalıydınız!
Peki bunca hataya, yanlışa, ferasetsizliğe rağmen muhalefete iktidar tabanından hiç mi kayma olmadı? Oldu elbette. Lakin bu daha çok, iktidarın dini, toplumsal, ekonomik, siyasi yanlışlarına öfkelenme ve bu öfkeyle yine iktidar kanadına yakın partilere yönelmeyle sonuçlandı. Yoksa muhalefete dönük, ülkeyi değişim yolunda yenileyici, had safhada bir motivasyon ve ruh haliyle olmadı. Bu kesimler, gelecek umutlarına umut katanlar gördükleri için değil, negatif bir hissiyatla, umutlarını törpüleyenleri aynı mahallede kalarak cezalandırma yolunu seçtiler. Yoksa kibirli adamlara, yolsuzluklardan beslenenlere, halktan kopanlara gönül koyanlar karşılarında ümit vadeden bir siyasi çizgi gördükleri için tercihlerini o yöne sevk etmediler. Mefhumu muhalifinden şunu demiş oldular: “Bizimkilerin ciddi bir uyarıya ihtiyacı var ama bu, bana güven vermeyenleri, beni irite edip korkutanları ödüllendirmemi gerektirmiyor”
Teorik doğrular elbette değerlidir. İnşası için çaba göstermek önemlidir. Ama bu fırsatı ontolojik tehdit hisseden kitlelerin bu hissiyatı giderilmeden vermelerini beklemek beyhudedir. Bundan dolayı sizi metazori birlikteliklere iten “50+1 sistemi”ni suçlamak kolaycılık olur. İnsan da acelecidir. “Memleket batıyor acele etmeliyiz” mottosu sizi haklı gösterebilir ama en doğrusu, ilmek ilmek dokuyarak, ne dokumak istediğini bilerek, yazı boyunca sıraladıklarımızı hesap ederek ilerlemektir. Bu biraz zaman alacaktır ama bunları ıskalayıp sadece matematiğe odaklı, Meclis, birleşmeler vs.odaklı siyasetin de toplumda karşılık bulması güçtür. İhtiyaç matematiğe değil, toplumun samimi teveccühünedir.
Hakiki gelecek inşası ancak bütün bu saydığımız alanlar, sıraladığımız endişeler ciddiye alınarak gerçekleştirilebilir.