“Nehirden Denize”: Kolektif Geleceğimizin Sömürgesizleştirilmesi
Filistin özgür olmadan İsrail özgür olamaz ve bu özgürlüğün bedeli de gerçek bir sömürgesizleştirmedir. Bu da adı ya da biçimi ne olursa olsun, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan tüm insanların aynı temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu bir siyasi düzenin oluşturulması anlamına gelmektedir.
“Nehirden denize özgür İsrail.”
Tamam ama bu şekilde değil. Savaş ve kitlesel ölümlerin yaşandığı şu günlerde “İsrail olmadan ya da en azından İsrailliler özgür olmadan, Filistin’in özgür olması mümkün değil” önermesi üzerine kafa yormak önemli. Nehir ve deniz arasında gerçek bir özgürlüğe ancak yerleşimci-sömürgeciliğin zincirlerinden ve ulus-devletin dar kalıplarından kurtularak ulaşılabilir.
Daha fazla ilerlemeden, “nehirden denize” sloganına ilişkin güncel tartışmaya değineyim.
İsraillilerin büyük bir kısmı ve şüphesiz hatırı sayılır sayıda Filistinli “nehirden denize” ifadesini duyduklarında, bu kalıbı dışlayıcı anlamlarıyla tahayyül ediyorlar. Bu pek de şaşırtıcı değil.
Sıfır toplamlı ulus-devlet anlayışı, yani bir ulusal topluluğun münhasır kontrolü altındaki belirli bir bölgeden bahseden anlayış, nereden baksanız dört yüzyıldır toplumsal kimliğin belirleyicisi. Mantığı şiddete yer veriyor ve bir o kadar da basit: Bu topraklar benim grubuma aitse, sizin grubunuza ait olamaz.
Tüm ülkelerin kimlikleri ve politikaları bu mantığa dayanmıyor olsa da çoğu ülkede geçerli olan mantık budur. Geçmişten bu yana topluluklar arası hoşgörü geleneğinin olduğu ülkeler dahi hızla şovenizme sapabilir.
Yerleşimci toplumun kendi toplumunu inşa etmek için bir bölgeyi fethettiği ve bu bölgedeki yerli nüfusu boyunduruk altına aldığı ya da başka yere sürdüğü yerleşimci-sömürgeci toplumlarda bu dinamikler çok daha belirgindir. Bu sürecin temelinde çoğunlukla soykırım da vardır.
Yerleşimci-Sömürgeci Toplum
İsrail kesinlikle yerleşimci-sömürgeci toplumun özelliklerini tam olarak taşıyan ancak bu anlamda maksimalist dürtüsü henüz tam olarak hayata geçmemiş bir toplumdur. Filistinliler, Amerika ve Avustralya yerlilerinin yazgısında olduğu gibi, birtakım resmî siyasi haklar verildikten sonra görmezden gelinebilecek, baskı altına alınabilecek ve büyük bir direnişle karşılaşmadan topraklarından çıkarılabilecek kadar kontrol altında tutulabilir küçük bir azınlığa indirgenmemiştir.
Sömürgeciliğe içkin şiddet göz önünde bulundurulduğunda, yerli direnişi yerleşimci toplumlar tarafından kendi tasfiyeci dürtülerinin ve politikalarının aynadaki aksi olarak tahayyül edilmiştir. Bu “Biz onların gitmesini istiyoruz, gitmeleri için gereken şiddetti uygulayacağız, dolayısıyla onlar da aynısı istiyor olmalı ve öyle yapacak” mantığına işaret eder. 7 Ekim’de olduğu gibi, direniş kitlesel şiddet biçimini aldığında da bu tahayyül oldukça güçlü bir şekilde pekiştirilir.
Bu bağlamda, çoğu Siyonist İsrailli ve İsrail destekçisi “Nehirden denize Filistin özgür olacak” ifadesini “İsrail devletini ve halkını ortadan kaldırmaya, yerine de Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan bir Filistin devleti kurmaya yönelik soykırımcı bir şiddet çağrısı” olarak algılamaktadır. Aslında bazı Filistinlilerin, özellikle de Hamas’ın bu ifadenin şiddet içeren dışlayıcı çağrışımına sıkı sıkıya sarılması bu kanıyı güçlendirmekten başka bir işe yaramıyor.
Hamas hareketi ve birbirini izleyen İsrail hükümetleri (çok farklı nedenlerle) Hamas’ın statüsünü yükseltme çabasında olsa da Hamas hiçbir zaman Filistinlilerin çoğunu temsil eder bir konumda olmadı. Üzerindeki kontrolünü kaybetmemiş olsa da 7 Ekim saldırısından önce Gazze’deki popülerliği önemli ölçüde azalmıştı.
Son derece işlevsiz bu karmaşaya bugünlerde ABD Kongresi’nin tek Filistinli Amerikalı üyesi olan Temsilci Rashida Tlaib de dahil oldu. Tlaib, mesai arkadaşı Ilhan Omar ve zaman zaman “The Squad”ın diğer üyeleriyle birlikte, Filistinlilerin haklarını tereddütsüz savunan tek ulusal siyasi ses haline geldi.
Kongre’deki meslektaşlarının ve kendilerini “İsrail yanlısı” olarak tanımlayanların çoğuna göre, “nehirden denize” sloganını kullanması Tlaib’in İsrail düşmanı olarak damgalanmasına yol açtı. Bu nedenle 6 Kasım’da Temsilciler Meclisi’nden kınama aldı.
“Nehirden denize” söylemini elbette sadece Filistinliler savunmuyor. Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepelerini işgal ettiği 1967 yılından bu yana, İsrail devletinin resmî politikasını aşağı yukarı bu söylem şekillendiriyor. 1967’den buyana iktidara gelen tüm İsrail hükümetleri, Oslo barış süreci başlamadan çok önce de İsrail işgal altındaki topraklardaki yasadışı yerleşimlerinin genişletilmesi için bastırmış, iki devletli çözümü imkânsız hale getirmiştir.
İsrail’de aşırı sağdan liberal sola kadar tüm siyasi çevrelerde toprağı Filistinlilerle eşit olarak paylaşma fikri hiçbir zaman masada olmadı.
Diğer yerleşimci sömürgeci güçler gibi İsrail’in karşılaştığı sorun da yerli halkların “o güzel karanlığa usulca gitmeleri.” Revizyonist Siyonizm’in kurucusu Ze’ev Jabotinsky, Hamas saldırısının hemen ardından Tlaib’in kalıcı işgalin “boğucu, insanlıktan çıkarıcı koşullarının” kaçınılmaz olarak “direnişe yol açtığı” yönündeki argümanına katılırdı.
Jabotinsky, tam bir asır önce kaleme aldığı 1923 manifestosu Demir Duvar’da, Filistin direnişinin kaçınılmaz olacağından hareketle Filistin’i nehirden denize bir Yahudi etnik devletine dönüştürecek ezici bir Yahudi gücünü gerekli görüyordu.
“Nehirden denize” söylemi sömürgeci ulus-devlete içkin prizmadan süzülerek kavrandığı sürece, söyleme başvuran kimin tarafında olursa olsun diğer olasılıkları son derece sınırlı bir biçimde tahayyül edecektir. Bugün Filistin/İsrail’in tüm sakinleri için özgürlük, adalet ve barışı tesis etmek için değil sadece, İsrail işgalinin göbekten bağlı olduğu sayısız varoluşsal soruna eğilmek için de umutsuzca ihtiyaç duyulan çok daha geniş bir hayal gücüdür.
Bu bağlamda, Tlaib’in ve ona destek veren sayısız Filistinli aktivist ve pek çok Yahudi arasında yankı bulan “Nehirden Denize, ölüm, yıkım ya da nefret değil, özgürlük, insan hakları ve barış içinde bir arada yaşama çağrısıdır” argümanı, Filistin ve İsrail’de geleceğe dair radikal bir post-milliyetçi tahayyülü temsil etmektedir. Aslında bu tasavvur, işgal altındaki topraklarda dayanışma faaliyetlerinde bulunanların tanıklık edeceği üzere, işgale karşı direnişin ön saflarında yer alan Filistinliler ve onlara katılan, onlarla dayanışma içinde olan İsrailli ve uluslararası aktivistlerin onlarca yıldır güçlükle de olsa ezici bir güce karşı uygulamaya koydukları bir tasavvurdur.
Ortak Bir Gelecek İçin Dayanışma
Zeytin ağacı dikerek ya da hasat ederek, çocukları okula götürerek, İsrailli yerleşimcilere, buldozerlere ya da göz yaşartıcı gaza karşı mücadele ederek geçen bir günün ardından Nabi Salih’te, Bil’in’de, Atwani’de ya da Ürdün Vadisi’nde hep birlikte hazırlanan bir yemeği paylaşmak ve ABD’de ve Batı’da her gün birlikte mücadele etmek, Özgürlük Sürücüleri (Freedom Riders), çok ırklı Afrika Ulusal Kongresi (African National Congress) ve özgürlük için mücadele eden diğerleriyle ortak bir deneyimi tekrarlamaktır.
Tüm bu mücadelelerin merkezinde önceleri naif, uzak ve hatta tehlikeli görünen toprak, kaynak ve güç paylaşımı imkânını hayal etmeye yönlendiren, ortak bir gelecek için toplumlar arası dayanışma ve ortak eylem vardı.
Her geçen gün aralarında Yahudilerin de olduğu daha fazla sayıda insan Filistinlilere katılarak, daha önce Amerika ve Güney Afrika’da apartheid’ın ve Küresel Güney’de resmî sömürge yönetiminin kusurlu da olsa sona ermesine yardımcı olan türden bir “hayırlı belaya” neden oluyor. Özellikle gençler arasında, Gazze’nin Filistin ve İsrail’in ötesine geçtiğine ve hayatlarımızı tehdit eden bir yönde seyreden gelişmeler karşısında; geleceğe sahip çıkma, insanlığın artan şiddet ve eşitsizlikte kaybolup gitmesine izin vermeme savaşının ön saflarında oldukları farkındalığı artıyor.
İkili kimliklere hapsolan ve giderek psikopatlaşan küresel kapitalist sistemin gereğini yerine getirerek yaşayanlar için, nehirden denize özgür Filistin (yani aslında gerçekten özgür, eşit ve sürdürülebilir bir dünya) tasavvuru mümkün olmayan bir önerme olmayı sürdürüyor.
Ancak son şiddet dalgasının da teyit ettiği üzere, Filistin özgür olmadan İsrail özgür olamaz ve bu özgürlüğün bedeli de gerçek bir dekolonizasyondur (sömürgesizleştirmedir). Bu da adı ya da biçimi ne olursa olsun, Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yaşayan tüm insanların aynı temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu bir siyasi düzenin oluşturulması anlamına gelmektedir.
Gazze’de yaşanan dehşet karşısında, sadece İsrail/Filistin’de değil, küresel ölçekte, şiddet hepimizi sarmadan önce gerçek bir sömürgesizleştirmeyi teşvik etmeye çalışmalıyız.
Bu yazı Al-Jazeera sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için buraya tıklayınız.