Nesillerin Yazgısı
Aşağılanma ve kamusallık arasındaki ilişki, bilindik en eski devirlerden beri iktidar ve muhalifler arasındaki en temel sınırlardan birini oluşturur. Bu bazen nisyana terk, bazen görmezden gelinme şeklinde devreye girse de bazen de “medeni ölü” muamelesine maruz bırakılma şeklinde sahaya sürülebilir.
Başlığı ararken çok düşündüm ama söylemek istediğim şey, içinde iktidar ve iktidar kavgasının da bulunduğu çok kirli bir şey olduğu için sadece bunu yazabildim: Nesillerin yazgısı! İktidar ki, modern toplumlarda hayatın her anına sirayet eden, onu tanzim ve tertip eden hiyerarşik düzenin zirvesi, ana aksıdır.
Burada her şey, sınırları yasaklarla korunan bir düzen içinde sürdürülür. İktidar da zaten bunun için vardır ve bu, düzenin kendisidir. Burada iktidar sadece yasal sınırlarla kendini açığa vuran, belli eden bir sınır olarak değil, normatif şekillerle de tezahür eden kültürel bir sınır olarak kavranır.
Böylesine bir düzende, düzenin kendisi bir bütün olarak iktidarın kendisi olduğu için, görünür alanda, kamusallıkta yaşanan onay ve ret mekanizmaları da iktidar tarafından belirlenir. Bu iki mekanizma işlev olarak sadece statü ve ekonomik alana ilişkin sonuçlar doğurmaz, aynı zamanda bunları görünür kılan değerler dünyası ve kamusal iletişim araçlarını da tekeline alır.
Bu bilhassa gücün bütünüyle merkezde toplandığı toplumlar için böyledir. Orada her şey, onur da onursuzluk da merkez tarafından dağıtılır. Şerif Mardin’in “Mahalle Baskısı” şeklinde dilimize kazandırdığı şey, burada bir bütün olarak “Mahallenin Kendisi” hâline gelir.
Dışarıdan gelen yargılar vicdanî bir utanç olarak değil, “ne derler” parantezindeki toplumsal bir kınama biçimi olarak kişileri baskı altına alır. Buradaki kınama bile kamusal bir yargı ve kolektif iktidarın bir parçası olarak devreye sürülür. Böylece kınamaya maruz kalanlar bir tür sürgün ve tecrit hissiyle muhatap olurlar.
İki Tarafı Keskin Kılıç
Aşağılanma ve kamusallık arasındaki ilişki tam da bu yüzden bilindik en eski devirlerden beri iktidar ve muhalifler arasındaki en temel sınırlardan birini oluşturur. Bu bazen nisyana terk, bazen görmezden gelinme şeklinde devreye girse de bazen de “medeni ölü” muamelesine maruz bırakılma şeklinde sahaya sürülebilir.
Fakat iş her zaman bu seviyelerde bırakılmaz. Öyle zamanlar olur ki iktidarın baskısı karşıtlarını türlü şekillerle marjinalize etme, bazen de kriminalize ederek bir tür gettoya mahkûm etme hâline dönüşebilir. II. Dünya Savaşı yılları Almanya’sında Yahudilere uygulanan baskı ve ayrımcılıklar bunun en uç örnekleri arasında sayılabilir. Aynısı, “Gulag” olarak bilinen ve 1930’lardan 1950’lere kadar sistematik biçimde uygulanan aydın ve muhalif soykırımında Rusya için söylenebilir. Franco İspanya’sı ve Pinochet Arjantin’ine girmiyorum bile.
Oradakiler gibi olmasa da bizde de darbe, ara dönem, Takrir-i Sükûn ve benzeri dönemler, muhaliflerin tasfiyesi için uygun birer baskı aracı haline getirilerek türlü mağduriyetler yaratılmıştır. Toplumsal kesimlerden bazılarının Komünist, Turancı, Irkçı ve Gerici şeklinde yaftalandığı böyle dönemlerle iktidar çatışmalarının ciddi biçimde arttığı benzer vakalarda mantık hep aynı şekilde işlemiş ve toplum kendi çocuklarını kurban etmiştir.
Irkçılar ve Turancılar
Burada bir isim, devir ve belli toplumsal kesimler üzerinden giderek yukarıda genel çerçevesi çizilen meseleye değinmek istiyorum.
Bir tarafı Mevleviliğe açık “kalendermeşrep, rind, şair, güzelliklere dayanamaz, dost, protokol sevmez, mutasavvıf”¹ bu derviş-meşrep adam, bir devrin de Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Âli Yücel. Kendisi aynı zamanda Köy Enstitülerinin kurucusu; şair, öğretmen ve bir gönül insanı. Aynı zat o dönemde Doğu ve Batı klasiklerinin dilimize kazandırılması ve neşredilmesinin de mimarlarından.
I. Dünya Savaşı’nın henüz nereye evirileceği tam olarak bilinmeyen bir dönemde kendisi de halis bir Türkçü olan İçişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, 5 Ağustos 1942 tarihinde kabine programının ardından Meclis kürsüsünden ateşli bir nutuk irat ediyor. Şöyle diyor:
“Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız”.
Fakat ilerleyen zamanda savaşın seyri değişmeye ve işler Rusya lehine dönmeye başlıyor. Tam bu sırada doğru bildiğini olduğu gibi söyleyen ve “atlıyı atından indirecek” derecede sert söyleyen Atsız, Orhun Dergisi’nde Saraçoğlu’na hitaben ağır bir yazı yazar. Yazıda Sabahattin Ali olmak üzere birçok isim komünistlikle itham edilirken, Hasan Âli de bunların hamisi olarak itham edilir.
Mektuptaki ithamlara göre “insancılık, ilimcilik, vatancılık ve devletçilik” kisveleri altında komünist fikirler telkin edilmekte ve Sebahattin Ali ve Pertev Naili Borotav gibiler önemli yerlerde istihdam edilmektedir. Fakat ithamı yapan da değneğin diğer ucunda, riskli bir yerde durmaktadır. Devir faşist Almanya’nın savaşı kaybettiği, Rusya’nın da başımıza dikildiği bir devirdir. Üç yıl önce olsa durum farklı olabilir ama şimdi, böyle kritik bir anda Rusya’yı rahatsız edecek davranışlar değil, memnun edecek politikalar üretme zamanıdır. Ve ihale Atsız ve arkadaşlarının kesilir ve bir “Irkçı-Turancı” avı başlar.
Sonuçta 1944 Tabutluk olayları dediğimiz dava başlar ve davanın ikinci celsesinde Türkçüler Günü olarak anılan 3 Mayıs 1944 gösterileri yaşanır ve binlerce genç mahkeme önünde toplanır. Bu olay hâlihazırda da İstanbul Türk Ocağı Başkanı bulunan Cezmi Bayram’a göre ilk demokratik ve kendiliğinden sivil bir gösteri olması hasebiyle demokrasi tarihimizde ayrı bir yeri haizdir ve DP’nin kurulmasında da etkili olmuştur.
Fakat netice değişmez ve aralarında Hasan Ferit Cansever, Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkân, Hikmet Tanyu, Sadettin Bilgiç, Orhan Şaik Gökyay, Fethi Tevtoğlu gibi meşhur isimlerin bulunduğu kişiler yargılanarak tabutluklara atılır.
İşte bu günlerin tabutlukta yaşayan “Irkçı-Turancılarından” biri Orhan Şaik’tir (Gökyay). Tabutlukta ve ne olacağını bilmeden yazgısına teslim olan bir gariptir kendisi. İşte bu arada ilginç bir şey yaşar Orhan Şaik.²
“Türkçülük davasından içerideyiz. Tabutluklarda, büyük sıkıntılar, tedirginlikler ve gel-gitler yaşıyoruz. Milli Şef iktidarda. Hayatımız iki dudağının arasında; her gün idam fermanı bekliyoruz. Hasan Âli Yücel de Milli Şef’in Millî Eğitim Bakanı.
Birgün gardiyan, bütün asık suratlılığı üzerinde koğuşa girdi ve ziyaretçim olduğunu söyledi. Hâlbuki ziyaretçi günü değildi. Sağa sola bakındım, büyük bir sessizlik. Yavaşça kalktım, bin bir türlü düşünce aynı anda, peş peşe sökün etti. Korku ve dehşet. Gidip gelememek var…
Ziyaretçi mahalline vardım. Tanıdığım hiç kimse yok. Bir kişi, elinde bir dosya, bekliyor. Kravatından, duruşundan, ayakkabılarından memur olduğu belli. ‘Orhan Şaik Hoca siz misiniz efendim’ dedi. ‘Evet’ dedim. Gardiyanın biraz uzağına doğru çekildik. Sessizce konuşmaya başladı.
‘Efendim, beni Millî Eğitim Bakanımız Hasan Âli beyefendi gönderdiler. Bu dosyanın içinde bir kitap var. Bunu hazırlamanızı istiyor. ‘Yalnız o hazırlayabilir’ dedi. Maarif Vekâleti adına hazırladığınızı kimseye söylemeyecekmişsiniz, özellikle reis-i cumhur İnönü’nün kulağına böyle bir şey gitmemeli imiş efendim…”
Bizi burada ilgilendiren şey, hadiselerin tam ortasında komünistlere yardımla itham edilen bir adamın, maarif vekilinin; tam karşı cephedeki birine ve onun ehliyetine duyduğu saygı ve naifliktir. Aslında Hasan Âli de Orhan Şaik de sistemin mağduru iki farklı simadır.
Her neyse, aradan uzun zaman geçmez. Irkçılık-Turancılık davasının bütün sanıkları beraat eder etmesine de bu sefer de kayıtlara Yücel-Öner Davası olarak geçen ve birincisinin tam aksi istikamette başka bir dava başlar.
Bu sefer Atsız ve arkadaşları tanık, karşı taraftakiler sanıktır. Hem de Atsız ve arkadaşlarının tanıklığı delil gösterilerek hazırlanır iddianame ve ithamlar. Oysa aradan daha 3 yıl bile geçmemiş ve her şey tersine dönmüştür.
Tarihler Ocak 1947’yi gösterir. Aradan geçen üç yıl içinde dış politikada çok şeyler değişmiş ve Türkiye, başka bir Türkiye olmuştur. 1944’teki “Irkçılık-Turancılık” davasının dış politik dengeleri “Irkçı-Turancı” kurbanlar isterken, 1947’nin dış politik dengeleri “Komünist” kurbanlar istemektedir. İşin ilginç yanı, her iki dönemde de iktidarın başındaki isim aynıdır: İsmet İnönü!
Komünistler
29 Ocak 1947’deki gelişmelerin fitilini ateşleyen olay, İçişleri Bakanı Sökmensüer’in kendisine sorulan soruya verdiği bir cevapla başlar. Söylemekte fayda var, Sökmensüer de Türkçüdür. Hazret, doğrudan doğruya DP ve onun sağ kanadındaki grubun lideri Mareşal Fevzi Çakmak’ı hedef alır ve der ki: “DP ve Mareşal komünistlerin oyununa geliyor”.
CHP’nin DP ve Mareşal’i oyuna gelmekle suçlaması durduk yere başlamamıştır. Komünistlikle suçlanan profesörler DP’ye yaklaşınca DP bir anda ithamların hedefi haline gelmiş ve Mareşal de bunun üzerine, CHP asıl kendisine ve eski bir Maarif Vekiline baksın demiştir.
Her şey bununla başlamıştır. Devir, artık “Irkçı-Turancı” avını değil, Amerikalılara yaranmak için “Komünist” avını gerektirmektedir. Fırsat da gelmiştir işte. Nihayet iş büyür ve olan bitenler karşısında ne reisicumhur ne içişleri bakanı ne de CHP’den tek bir ses çıkar. Bunun üzerine Hasan Âli, “O bakan ben miyim” diye tutturur ve safdilliğinden kendisini yangın yerinin tam ortasında bulur.³
Bunun üzerine Bayar-Menderes çizgisine değil de Mareşal-Bölükbaşı çizgisine yakın bir isim olan Kenan Öner,
– “Evet, o bakan sensin. Bakanlığı komünist yuvası haline getirdin. Cami’lerden, Sertellerden yüz bin kat komünist olan adamı himaye edebilmek için icat ettiğiniz olay yüzünden milliyetçi gençleri işkenceler altında ezdirdiniz” diye açıklama yapar.
Öner’in “yüz bin kat” dediği adam da Sebahattin Ali’dir.
Yargılamalar Tek Parti ve CHP döneminde olmaktadır. Sanki iktidar değişmiş de bir devr-i sabık yaratılmış gibidir. Bu sefer eski bir bakan, bir anda, hepsi de mücerret birer iddia olan gazete ve dergi kupürlerinin birer “kaziye-i muhkeme” hâline getirildiği ithamlarla kamuoyu önünde aslanların önüne atılır. Mahkûm edilmez ama bir devrin bütün nakıseleri üzerine yıkılarak linç edilir. Aradan fazla bir zaman geçmeden de “o şen, o derviş adam yıkılır ve derin bir kötümserlik içine düşerek” hayata veda eder.
Irkçılık-Turancılık davasının mağdurları bu sefer tanık, Atsız ve arkadaşlarının iddia ve tanıklıkları da kanıt olmuştur. İşin daha da ilginç yanı iddiaları ortaya atanlardan hiçbirinin sanıkları birebir tanımamalarıdır. İş öyle bir noktaya varır ki, aralarında Niyazi Berkes, Borotav ve Boran’ın da bulunduğu akademisyenler gazete üzerinden Millî Şef’e arz-ı ubudiyet göstererek bağlılıklarını ilan ederler, ama fayda etmez.⁴
İşte bu dönemde Ankara DTCF’deki büyük tasfiye yaşanır. İsmail Hakkı Tonguç’tan Orhan Veli ve Prof. Dr. Nusret Hızır’a kadar kimler yoktur ki itham edilenler arasında. İtham edenler de yabancı değil, tanıdık isimlerdir. Osman Yüksel Serdengeçti’den Hikmet Tanyu’ya kadar bildik bütün isimler oradadır.
Karşı tarafta ise “Yahudi Vatandaş Azra” diye listeye konulan Azra Erhat’tan Niyazi Berkes, Mediha Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu ve Behice Boran’a kadar bazı meşâhir. İnalcık kendisiyle yapılan söyleşi de Muzaffer Şerif’ten bahsederken şöyle diyor:
“Sosyolojideydi, seçkin bir sosyologdu. İşte bağnazlık, kıskançlık ve sınırlı kişilerin milliyetçiliği bahane edip bu profesörler aleyhinde kampanyalar açmaları yüzünden yabancı profesörler teker teker gitti. Bu arada Muzaffer Şerif de Amerika’ya gitti. Davranış psikolojisi alanında bir Türk sosyoloğu olarak Amerika’da seçkin bir yer kazandı. 1970’lerde Amerika’daki bir toplantı sonrası düzenlenen kokteylde Prof. R. Patai bana, ‘bugün Amerika’da beş büyük sosyolog varsa, bunlardan biri Muzaffer Şerif’tir’ dedi; bugün bizde ismi bile anılmıyor” (Çaykara, 2005: 71).
Netice
Neticede birer “şer ve fesat yuvası, komünist meşçereliği” (!) olan Köy Enstitüleri kapatılır, “Bozkırdaki Çekirdek” Anadolu toprağını zehirlemeden (!) bertaraf edilir. Bütün bunlar olurken kolektif hafıza kızgın demirle dağlanır gibi karşıt kutbun sembol isimleri üzerinden tekrar be tekrar tahkim edilir.
Kamusal nefret, sadece resmî alanın güçleriyle değil, o güçlerin dışında ne varsa hepsini bir bütün halinde madunların üzerine boşaltır. Bu kör dövüşü daha sonraki yıllarda da bütün hışmıyla devam edecek ve en baştakiler “olup-bitenden” hiç haberleri yokmuş gibi sürekli ölü taklidi yaparak derin bir sessizliğe gömülürken olan hep Anadolu insanı ve kendi halinde yazıp çizen idealistlere, memleket çocuklarına olacaktır.
__
¹Çaykara, E. (2005), Tarihçilerin Kutbu “Halil İnalcık Kitabı”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 61-62.
²Kara, İ. (Mayıs 2003), “el-Muhacim Daima”, Dergâh: Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, S.159, İstanbul, ss. 15-21, s. 19-20
³Bundan sonra anlatılanlarda Berkes’in kitabı esas alınmıştır. Bkz. Berkes, N. (2005), Unutulan Yıllar, (y.haz) Ruşen Sezer, İletişim Yayınları, İstanbul.
⁴Kayalı, K. (2001), Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim yayınları, İstanbul, s. 33-34, 37, 76.