Noam Chomsky: Protestolar ve Salgının Ortasında Trump’ın Önceliği Çıkarını Korumak
Yıllar önce, sosyal bilimci Bertram Gross “dostane faşizm”i -aleni bir diktatörlük görünümü olmadan, demokratik hakların kurumsallaşmış hedefler için olduğunu reddeden sinsi bir otoriteryanizm- Birleşik Devletler’in olası bir siyasi geleceği olarak görmüştü. Noam Chomsky, içinde bulunduğumuz dönemde bu geleceğe vardığımızı öne sürüyor.
- NOAM CHOMSKY
- 24 Haziran 2020

C.J. Polychroniou: Noam, son 40 yıldır ya da daha uzun zamandır, ABD’de refah devletinin yok oluşunu ve serbest piyasa köktenciliği ideolojisinin, büyük çapta yoksulluk, ucu bucağı olmayan ekonomik eşitsizlikler, ırkçılık ve polis şiddeti gibi uzun süredir devam eden meseleleri çözemeyişini bir yana bırakalım, ülkeyi önemli bir sağlık kriziyle baş edemeyecek noktaya getiren, üstünlüğüne tanıklık ediyoruz. Buna rağmen, Donald Trump, George Floyd protestolarının ortasında, aşırı kutuplaştırma taktikleriyle, ülkede yeni bir iç savaş başlatmaya uğraşırken, “Amerika dünyanın en büyük ülkesi” diye açıklama yapmaktan çekinmedi. Bu gözlemlere ilişkin yorumlarınızı alabilir miyim?
Noam Chomsky: Trump’ın bir iç savaş istediğini sanmıyorum. Daha ziyade, kendisinin de söylediği gibi, şiddetle “tahakküm kurmak” ve potansiyel mukavemetlere korku saçmak istiyor. Bu onun standart refleksi. Cumhuriyetçi Senatör Lisa Murkowski katı parti disiplinini kırdığında ve Majestelerinin ihtişamı hakkında bazı ılımlı kuşkuların doğmasına sebep olduğundaki infialine bakın. Ya da aşı geliştirmede görevli olan bir bilim insanının Trump’ın sahte ilaçları hakkında bir soru sorması üzerine işten çıkarılması olayına. Ya da Washington’da inşa ettiği kokuşmuş bataklığı araştırabilecek genel müfettişleri atması vakasına.
Bunlar rutin. Trump, Amerika siyasi tarihinde radikal bir biçimde yeni bir fenomen.
Trump’ın bir başka refleksi de, konutunun yakınlarında barışçıl protestocular görüldüğünde “hayatımda gördüğüm en azılı köpekler ve en uğursuz silahlar” diye bağırmasıydı. “Azılı köpekler” ifadesi, ülkenin sivil haklar hareketi sırasında siyah göstericilere saldıran azılı köpek görüntüleri gazetelerin ilk sayfalarında yer aldığı zamanlardaki korkuyu anımsatıyor. Trump’ın bu ifadeyi kullanması ya kasıtlıydı, ırkçı şiddeti körüklemek içindi, ya da içsel yansımaydı, en içten duygularından kaynaklanıyordu. Hangisinin daha kötü olduğu ve bize küresel gücün merkezindeki kötülük hakkında neler söylüyor olduğu hakkında yargıda bulunmayı başkalarına bırakıyorum.
Bu vasıfla, burada bir tutarsızlık yok. Trump’ın kendine özel anlamıyla, Amerika’nın dünyanın en büyük ülkesi olduğu iddiası da, tahakküm çağrısı da yol gösterici düsturundan kaynaklanıyor: BEN!
Bu doktrinin doğrudan bir sonucu, yasama programlarında ve idari kararlarında takdire şayan bir tutarlılıkla yaptığı gibi, sadece sefilce kendi çıkarlarına hizmet ettiği sürece, soytarılıklarına tolerans gösteren aşırı zenginlerin ve tekelci iktidarın taleplerini karşılamak zorunda olması: yakın zamanda “solunum yollarını etkileyen öngörülemez bir salgının tam ortasında” alınan hava kirliliğini artırıcı, orantısız olarak siyahları vuracak olan, on binlerce kişiye ölüm riski getiren ama önemli saydıklarının refahını artıran Çevre Koruma Ajansı kararı, ticari yayın raporları gibi.
Taktiklerinin başarısı Ocak ayında, kendilerini evrenin efendileri olarak adlandıranların yılda bir kez birbirlerini eğlendirmek ve tebrik etmek üzere toplandıkları Davos’taki zengin dekorlu piyeste açıkça meydana çıkmıştı. Bu yılın toplantısı normdan saptı. “İtibar riski” konusunda göze çarpan endişeleri vardı — köylülerin dirgenleriyle gelmekte olduğunun farkındalığı. Bu nedenle resmi deklarasyonlar yapıldı: Yanlışlar yaptığımızın farkına vardık ama değişiyoruz, bize güvenebilirsiniz; 50’lerde tüzel Amerika’yı övmek için kullanılan ifadeyi ödünç alırsak, “duyarlı şirketler” olacağız.
Toplantının açılış konuşmasını tabii ki Mafya Babası, Trump, yaptı. Toplantılardaki zarif figürler ondan hoşlanmıyor. Basitliği ve genel kabalığı onların tercih ettikleri aydınlanmış hümanizm imajını bozuyor. Ama coşkulu bir şekilde alkışladılar kendisini. Soytarılıkları bir yana, sözün özünü anladığını belli etti: kimlerin ceplerinin bol bol, daha fazla dolarla doldurulması gerektiğini.
Yönlendirici düsturunun bir başka doğrudan sonucu, görevdeki sahtekârın asıl programlarıyla pek çoğunu sırtından bıçaklarken seçmen tabanını kontrol etmek zorunda olduğu – şu ana kadar gayet başarılı bir biçimde hakkından geldiği zor bir marifet bu. Seçmen tabanı sadece doyumsuz beyaz üstünlüğü savunucularını içermiyor, aynı zamanda kültürün nüvesini oluşturan, onlar korkusunun sardığı diğerlerini de kapsıyor ve tabii ki bu temelsiz değil. Yakıcı baskının bir sonucu “onlar”ın genellikle suça başvuruyor olması – bu, zayıfın bireysel suçu, güçlünün büyük suçu değil.
Trump’ın büyük zenginlik içindeki ve tekelci iktidar çevresinden başlıca seçmenlerine göre, Amerika gerçekten dünyadaki en büyük ülke. Nüfusunun yüzde 0,1’i servetin yüzde 20’sini elinde bulunduruyorken, aydan aya aldıkları maaş çekleri ve borç ödeneği ile ayakta kalmaya çalışan çoğunluğun ve CEO tazminatlarının işçilerinkinden 287 kat daha fazla olduğu bir ülkede kim bir hata bulabilir ki? Ve azılı köpeklerle tahakküm kurma çağrısı da seçmen tabanının kızgınlıklarının çoğunu yatıştıracaktır.
Böylece bütün taşlar yerine oturuyor.
Aktör George Clooney, George Floyd’un öldürülmesine ilişkin Daily Beast’te yayınlanan makalesinde ırkçılığın Amerika’da bir salgın olduğunu söyleyerek “400 yılda hâlâ bir aşı bulamadık” dedi. ABD’de ırkçılık neden bu kadar kemikleşmiş ve dirençli?
Bunun yanıtını 400 yılda olanlar veriyor. Bunun muhasebesi daha önce yapıldı ama bence, en azından bilincin derinlerine yerleşmeden, bunun hakkında tekrar düşünmeye birkaç dakika ayırmak faydalı olur. Özetle:
Koloniler özgürlüklerini kazandıktan sonraki ilk 250 yıl insanlık tarihinde en vahşi kölelik sistemini, bu ulusun zenginliğinin önemli bir kısmının dayanağını, yarattı. Sadece korkunç zalimliği nedeniyle değil, aynı zamanda ten rengine dayandığı için de emsalsizdi. Bu söküp atılamadı, sonraki nesillere ulaşan bir lanet olarak kaldı. Diğer azınlıklara zalimane davranıldı, hatta ırkçı kanunlarla ülkeden yasaklandılar (Yahudiler ve İtalyanlar 1924 Göç Kanunu’nun ana hedefiydi. Avrupa Yahudilerini krematoryuma mahkûm edecek kadar uzun, 40 yıl, sürdü. Savaş sonrası dönemde hayatta kalanların Filistin’e, tercih etmiş olabilecekleri yerlere gitmesini sağlayacak kadar uzundu). Ama bu damga kalıcı değildi. Onlar asimile edilebilir ve Cinayet A.Ş. işleyişinden daha “kabul edilebilir” uğraşlara dönüşebilirdi.
Amerikan ırkçılığının harareti de kendine özgüdür. 1960’ların sivil haklar hareketine kadar kitaplarda kalan ABD ırklar arası evlilik karşıtı kanunlara yönelik “bir damla kan” kriteri öyle sertti ki, Naziler ırkçı Nürnberg kanunları için model arayışında olduklarında bunu reddettiler — yine de bulabildikleri tek örnek olan Amerikan örneğine başvurdular.
Resmi olarak kölelik 1865’te sona erdi ve on yıllık bir yeniden yapılandırma siyah insanlara özgürlüğü tatma fırsatı verdi. Korkunç mirasları göz önüne alındığında, bu fırsatı kayda değer etkililikle kullandılar. Bu durum kısa bir süre sonra sonlandı. Bir Kuzey-Güney anlaşması güneydeki ırkçılara katletme ve zulmetme yetkisi verdi ve tarım endüstrisi ve güneydeki sanayi devrimi için iyi bir iş gücü sağlama olanağı sundu. Bu, siyah hayatını kriminalize ederek ve işverenlere sıfır hakla disipline edilmiş bir iş gücü sunarak gerçekleşti. Yeniden yapılanma sonrası döneme ilişkin en iyi kitaplardan biri Wall Street Journal Atlanta Bürosu Şefi Douglas Blackmon’un Slavery by Another Name (Başka Bir İsimle Kölelik) adlı çalışmasıdır.
Amerikan tarihinin üzerindeki bu leke neredeyse İkinci Dünya Savaşı’na, savaş endüstrisi için serbest emeğe ihtiyaç duyuluna kadar sürdü. Evlerde çalışan siyah hizmetçilerin orta sınıfın evlerinden kaybolduğunu iyi hatırlıyorum. Savaştan sonraki büyük büyüme döneminde siyah Amerikalılar için bazı imkânlar açılmıştı ama ciddi engeller hâlâ duruyordu. Kamuoyunda G.I. Bill [1] olarak bilinen kanunun sunduğu eğitim olanağı, ki bu toplum sağlığına önemli bir katkıydı, siyahlara tanınmıyordu. Pek çok insan için refahın temeli olan ev sahibi olma hakkı, siyahları federal olarak fon sağlanan konutların dışında tutan federal kanunlarca sınırlandırılmıştı. Bu kanunlar, onlara oy veren liberaller tarafından nefret edilen kanunlardı, ama artık konut edinme olmayacaksa başvurulacak bir yer de yoktu. Tüm bunlar, ırkçı tutkuları Nixon’un güney stratejisi altındaki Cumhuriyetçilere kayan etkili güneyli demokratların sıkıca tutunması sayesindeydi. Bu ırkçı kanunlar 60’lı yılların aktivizminin baskısı altında geri çekildiğinde, pek çok siyah Amerikalı için fırsatlar kaybolmuştu. Ekonomi 1970’lerde stagflasyondan zarar görmüştü ve sonra, yoksulu ve çalışanları yerlerinde tutmaya tasarlanmış olan neoliberalizmin çekiç darbesi geldi. Her zaman olduğu gibi bunlardan en ağır biçimde etkilenenler siyah topluluklar oldu. Bu kötü muamele, derin bir biçimde ırkçı olan Reagan yönetimi tarafından başlatılan siyah hayatın kriminalize edilmesine ilişkin yeni bir dalgayla birleşmişti. Clinton tarafından “Sizden biriyim,” kisvesi altında ve George Floyd üzerinde büyütüldü.
O halde bu soruyu cevaplamak zor değil, en azından bir düzeyde. Daha derin bir düzeyde, bu hastalığın iyileştirilmesinin neden bu kadar zor olduğunu sorabiliriz.
Irkçılığın ABD’ye özgü olmadığını hatırda tutmak önemli. Irkçılık her zaman o ya da bu şekilde var oldu. Ancak çağdaş virülansını üstlenmesi Aydınlanma Çağı ya da emperyal fetihlere kadar gerçekleşmemişti. Onu Avrupa’daki gösterimde görmek için, “medeni” Avrupalıların yüzlerce yıllık korkunç Avrupa kıyımı ve terörü kurbanlarının kıyılarını “kirletmesinden” korumaya yönelik yoğun çabalarına bakmak yeterli. Libya’dan kaçanlar, on binlercesinin Akdeniz’de ölmek zorunda olması, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya faşist rejiminin ellerinde gerçekleşen soykırıma bakıldığında, daha iyi. Belki hatırlarız, bu soykırım Liberteryenizmin gurusu Ludwig von Mises de dâhil olmak üzere, Batının liberal demokrasilerinde oldukça övgü aldı. Von Mises 1927’de şunu yazmıştı: “Diktatörlükler kurmayı amaçlamış olan faşizmin ve benzer hareketlerin iyi niyetli olduğu ve bu müdahalelerinin şimdilik Avrupa uygarlığını kurtardığı inkâr edilemez. Faşizmin bu sayede kendi için kazandığı bu fazilet tarihte sonsuza dek yaşayacaktır.” (Onu mazur görenler bu iyi niyetlerin sadece uygarlığı korumak için geçici bir araç anlamına gelmesi gerektiğini savundu, Kara Gömlekliler (İtalya’da yarı askeri faşist bir örgüt) bu sayede daha sonra tedavülden kalkabildi).
Trump’ın COVID-19’un yayılmasını suç oluşturan ihmalinin ve George Floyd’un öldürülmesi ve genel olarak polisin zalimliğine karşı sokak gösterileri yaparak adalet arayan insanların hüsran ve öfkelerine tamamen duyarsızlığı bir yana, ABD kendi federalizm versiyonunu iyi bir biçimde yürütmüşe benzemiyor.
Modern biçimiyle federalizm İç Savaş’a uzanır. İç Savaş, Birleşik Devletler ifadesini çoğuldan tekile indirdi (en azından İngilizce’de). Ancak Birleşik Devletler federalizminin sorunları ülkenin kuruluşuna dayanıyor ve giderek daha keskinleşiyor. 18. yüzyıl sonlarında ABD Anayasası dönemine kıyasla, demokrasi için halk baskılarına karşı bir “kurucular darbesi” bile olsa, (Michael Klarman’ın Anayasa’nın oluşturulması konusundaki bilimsel çalışmalar arasındaki en iyi değerlendirme aracı olan çalışmasının başlığını ödünç alarak) ilerici bir doktrindi. Gerçekten uzak olmakla birlikte, “We the people” (Biz, İnsanlar) sözleri bile o günün rejimlerine ciddi bir meydan okumaydı. Bu meydan okuma o zamanın liderleri arasında domino teorisini harekete geçirecek kadar ciddiydi. Kral III. George Amerikan Devrimi örneğinin imparatorluğun aşınmasına yol açabileceğinden korktu. Çar ve Metternich’in de, Britanya boyunduruğundan çıkarılan kolonilerde “fitnenin havarilerinin” yaydığı “cumhuriyetçiliğin ve halkın kendi kendini yönetmesinin zararlı doktrinleri” üzerine benzer endişeleri vardı.
Bu daha sonraydı. Bugünün standartlarıyla ABD siyasal sistemi öyle baskıcı ki, ABD Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunmuş olsa, Avrupa Adalet Mahkemesi tarafından geri çevrilirdi. Senato, demokrasinin bir parodisi. 500 bin nüfuslu Wyoming 40 milyon nüfusu olan California ile aynı sayıda senatöre sahip. Demokrasinin bu aşırı çarpıklığı Seçmen Kurulu’nu da etkilemektedir. Beyaz Saray, Madison tarafından özenle, demokrasi tehdidini azaltacak önlemlerle, tasarlanmıştı. Ancak bunların tümü, önemli ölçüde çağdaş Cumhuriyetçiler tarafından planlanan radikal seçim hileleri ve araç dizilimiyle, yanlış insanların oy kullanmasını hasıraltı etmek için yok edildi. Başkanlık güçleri, Britanya Anayasası’nın yıllardır işlediği ve artık aşınmakta olan yol gibi, inanç ve güvenle zapt edilmiştir. Bu güçler, Trump gibi görevdeki bir yıkıcıyla – tir tir titreyen korkaklar grubu tarafından desteklenen – tıpkı şu an görmekte olduğumuz gibi diktatörlüğün eşiğinde.
Şimdiye kadar küçük bir azınlık- taşralı, beyaz, çok dindar Hristiyan ya da evangelist — Kongre’yi yönetebilir. Dahası bunun kökünü kazımak mümkün değil. Küçük eyaletler anayasal bir değişikliğe engel olabilirler.
Bu düşünceler, Adam Smith’in “insanlığın efendileri” olarak adlandırdıklarını, FDR’nin “ekonominin kralcıları”nı bir tarafa koymakla birlikte, demokratik sistemin formalitelerine bağlı kalıyor.
Smith, onları 18. yüzyıl İngiltere’sinde “siyasanın ilkesel mimarları,” zamanının demokrasi modeli olarak gördü. Smith’in yazdığı gibi, onlar, genel nüfus üzerindeki etkisi ne kadar “acı verici” olursa olsun bu siyasanın menfaatlerine hizmet etmesini garantilediler. Bugün, lobicilerin baskın gücüne fon sağlama kampanyalarından hükumeti güvenli bir biçimde ceplerinde tutmalarını sağlayacak sayısız araçlara kadar, artık fiilen kendi siyasal sistemleri var.
Güçlerinin ucu bucağı yoksa da, kırılgan. Davos’taki “itibar riski” endişesi ve üst düzey yöneticilerin yollarını düzeltiyor olduklarına ilişkin açıklamaları da bu yüzden. “GÜÇ her zaman yönetilenin tarafında olduğu için, yöneticilerin onları desteklemek için fikirleri dışında bir şeyleri olmadığından” vazgeçilebilecek bir şey olduğunu öğrenmek için David Hume okumaları gerekmiyor.
Efendilerin gücü gerçekten kırılgan. Sınırlandırılabilir, hatta farklı hedeflere kendini adamış bir halk tarafından alaşağı edilebilir. Ama bu örgütlenmeyi gerektirir. Thatcher ve Reagan, geleneksel olarak sosyal adalet mücadelesinin öncüleri olan sendikalara karşı sert bir saldırıyla neoliberal çağı başlattıklarında ne yaptıklarının farkındalardı.
Sadece formal demokratik sisteme bağlı kalmakla ciddi bir anayasal kriz, yapısal nedenlerle, kaçınılmazdır. Ve Trump an itibarıyla bu eşiğe doğru ilerliyor. Yüksek yerlerde anayasal düzene bağlılık bir endişe konusu. Protestoların şiddetli bir biçimde bastırılması çağrısının bazı üst düzey askeri görevliler tarafından kınanmasının geçmişte bir örneği yok — Önceki iki eski Genel Kurmay Başkanı, Trump’ın eski savunma bakanı ve genel sekreteri, NATO ve Afganistan’daki ABD kuvvetlerinin eski komutanı, tüm üst düzey generaller. Bazıları protestoculara anlamlı destek vermeye gittiler. Daha önemlisi, ülke genelinde beyazların, polis şiddetinin yanı sıra virüs kapmayı göze alarak, kitlesel barışçıl protestolara katılmak için göze çarpar bir biçimde mobilize olmasının da geçmişte benzeri yok. Haziran ayının ilk günlerinde yapılan bir anket, Amerikalı yetişkinlerin yüzde 64’ünün “an itibariyle protesto için sokaklarda olanları anlayışla karşıladığını,” yüzde 27’sinin bunlara sempati göstermediğini ve yüzde 9’unun da kararsız olduğunu gösterdi.
Bunun nereye varacağı tahmin edilemez ve tarihi bir seçim yaklaştıkça daha fazlası gelebilir. Neyin daha uğursuz olduğunu belirlemek güç: Habisliğin zehrini yayması için dört yıl daha mı, yoksa Trump’ın meşru olmadığını açıklayacağı bir seçim kaybı mı? Beyaz Saray’dan ayrılmayı reddederken, kendini “seçilmiş” ilan edip Anayasa’nın “İkinci Düzenleme” haklarını savunmaları için düzenli olarak teşvik ettiği ağır silahlanmış “kabadayıları” kendisini korumaya çağırırken, kendini seçilmiş ilan edeni koruyarak, gözlerini gökkubbeye çevirmesi mi?
Bu çılgın bir fantezi mi? Belki, belki de değil. Saygın çevrelerde tartışılıyor. Konunun uzmanları Trump’ın ABD’ye faşizm getirmekte olduğu uyarısında bulundular. Şahsi kanaatim bunun kendisine çok fazla prim verdiği yönünde. Faşizm, Trump’ın kavraması için oldukça sofistike bir doktrin. Dahası, Trump’ın dünyanın nasıl yönetilmesi gerektiğine ilişkin kendi basit kavrayışına aykırı bir doktrin: kâinatın efendilerince, kendi keyfine göre yıkıp yakarken. Faşist ideoloji, büyük bir lider öncülüğündeki faşist partinin toplumu katı bir biçimde kontrol etmesini icap ettirir; kritik bir biçimde de itaatkâr ticaret sınıfının kontrolünü. Bu, şu an hüküm sürenin ve Trump’ın sınırlı vizyonunun daha da sağlama alma arayışında olduğu şeyin neredeyse tam tersi. Faşist taktikleri savunuyor olabilir, ama bu faşizmden uzak. Daha çok teneke bir diktatörlüğe benziyor.
Ana akım medyanın saygıdeğer analistleri endişeli. Bunlardan biri teneke diktatörlükler konusunda pek çok deneyimi olan eski CIA analisti Robert Baer. Baer’e göre;
“Washington’da görevli bir dış istihbarat yetkilisi olsaydım, sıkıyönetim uygulamaya ne kadar yakın olduğunu sorardım çünkü bu bana oldukça yakın geliyor. Yani, sıkıyönetim ilan edeceğini söyledi. Bunun için hazırlanıyor. An itibariyle buna direnen bir Savunma Bakanı var. Onu görevden almak ve yerine başkasını koymak oldukça kolay. Bu başkan oldukça güvenilmez. FBI ve Adalet Bakanlığı’nın peşine düşüşünü izledik. Emirlerini geçersiz kılmayacak yetkilileri elde edene kadar Pentagon’un da peşine düşecek.… ABD’de böyle bir şeyi hiç görmemiştim, İç Savaş’tan bu yana böyle bir şey duymamıştım.… Bir yabancı olsaydım, gerçekten Amerikan demokrasisine neler oluyor diye merak ederdim…”
Aktüel bilime bakarak, yaklaşmakta olan seçimin ne derece hayati olduğunu kendimize hatırlatabiliriz. Örneğin, atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunu izleyen Scripps Okyanus Bilimi Enstitüsü’nün (Scripps Institute of Oceanography) güncel raporuna göre karbondioksit seviyeleri tüm insanlık tarihindeki en üst seviyeye çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda deniz seviyeleri son 3 milyon yılın, bugün olduğundan 50 ila 80 fit daha yüksek olduğu, en yüksek seviyesine yaklaşıyor.
Koronavirüs düşüşü istatistiksel olarak önemsiz bir sapma, yine de bize bir felaketin önüne geçmek için, çok olmamakla birlikte, hâlâ zaman olduğunu öğretiyor.
Dünyanın ülkeleri bunun için bir şeyler yapma arayışında, yeterli değil, ama en azından bu da bir şey. En azını yapmakta olan ülke ise yok edici liderinin ellerinde olan ABD.
Trump, uçuruma doğru amansız dörtnala ilerleyişinde bir dakikasını bile boşa harcamıyor. Şubat 2020 bütçe teklifinde, doğal olarak, kontrol edilemeyen bir salgının ortasında Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri’ne sağlanan kaynakların kesilmesi çağrısında bulunurken, aynı zamanda örgütlü insan hayatını mahvetmeye çalışan fosil yakıt endüstrilerine daha fazla devlet yardımı öneriyordu. Trump felaketi hızlandırmak için salgını bir kılıf olarak kullanırken “işçileri, tüketicileri, yatırımcıları ve çevreyi korumak için tasarlanmış federal düzenlemeleri” kaldırıyor, fabrikalar ve enerji santrallerinin izlenmesi ve raporlanması gerekliliklerini iptal ediyor, boru hatları ve diğer projelere ilişkin çevre kanunlarından feragat ediyor ve “hükumetin dört bir yanındaki kurumlarına, ekonomiye yük oluşturduğu takdirde yürürlükteki düzenlemeleri iptal etme, değiştirme veya basitçe durdurma talimatı veriyor.
Son ifade çıkarlara ters düştüğü görüntüsü veren bir hüsnü tabir. Ekonomiye yardım etmek, zengin yatırımcıların ve yırtıcı finansal kapitalin çıkarına hisse bedellerini yüksek tutmak için fon saçmak değil, altyapı inşa etmek ve üretim kapasitesi yapılandırmak anlamına gelebilirdi.
İsminin gizli kalması koşuluyla konuşan eski bir Beyaz Saray yetkilisine göre “Beyaz Saray bu kabaca 600 denetimi kaldırıcı ya da azaltıcı eylemin çoğunu kalıcı kılmaya çalışacak.” Basında yer alan bu bilgilerin dayanağı olan Trump’ın 19 Mayıs tarihli açıklaması bu tahminin makul olduğuna ilişkin yeterli ipuçları veriyor. Tüm ajansların başkanlarına “geçici olarak iptal ettikleri, yürürlükten kaldırdıkları, askıya aldıkları, değiştirdikleri veya feragat ettikleri herhangi bir düzenleyici standardı gözden geçirmeleri” ve yaptıkları diğer eylemleri ve “eğer varsa, kalıcı olduğunda ekonomik iyileşmeyi destekleyeceklerini belirleme”; anlamsız koşullara bağlı olan ve “geçici veya kalıcı olarak” “ekonomik toparlanmayı engelleyebilecek düzenleyici standartlar” ile ilgili bir dizi eylemi değerlendirmeleri talimatı verildi (vurgu eklenmiştir).
“Ekonomik toparlanma” ifadesinin Trump’ın sözlüğünde her zaman, gözden geçirmeye gerek olmadığı yönünde kesin bir anlamı olmuştur.
Kendisinin seçim için, kısa vadeli çıkar uğruna, yakın gelecekteki örgütlü insan hayatını yok etmeye adamış olması, Trump’ın işlediği suçların en kötüsü. Hatta insanlık tarihinin en had safhadaki suçu. Kötülük içinde yaklaşımı nükleer savaş tehdidini azaltan silah kontrol rejiminin sistematik olarak kaldırılmasında ve beraberinde düşmanlarının bizi yok etmek için kullanabileceği daha gelişmiş silahların geliştirilmesini teşvikte görülüyor.
Şaşırtıcı bir şekilde, marjlar dışında bunların hiçbiri güncel tartışmaya girmiyor.
COVID-19 çağında, özellikle Batı Avrupa’da, Keynesyen fikirlere (ekonomik aktiviteyi arttırmak için hükumet harcamalarını artırmak, vergileri düşürmek ve sağlam bir refah devletinin sürdürülmesi gibi) kılavuzluk eden ekonomik düşünceye, her ne kadar gevşek olsa da, ani bir dönüş olduğunu gördük. Bu neoliberalizmin nihayet çıkış yolunda olduğunun bir göstergesi mi? Yoksa sağlık krizi sona erdiğinde, özellikle sosyal demokrasi düşüncesine önemli bir direnişin olduğu ABD’de, “normal devlet işleyişi”ne bir dönüş mü göreceğiz?
Pek çok iyi soru gibi, bunu cevaplamak da esas itibariyle imkânsız. Mevcut sosyoekonomik rejimi yaratan güçler, salgın ve kendini yok etme yarışı da dâhil olmak üzere, neoliberal felaketin daha katı bir biçimde, daha sofistike bir gözetim ve kontrol aracıyla devam etmesini sağlamak için ortaya koydukları adanmışlıklarından hiç zaman kaybetmiyorlar. Genel nüfus yönetenler için gösterdiği rızayı geri çekmedikçe, yönetilenlerin elinde olan gücü kullanmadıkça, daha insancıl, ve aslında yaşanabilir, bir dünya yaratmak için örgütlenmedikçe başarılı olacaklardır.
Bu en azından minimal bir sosyal devletin inşa edilmesini gerektirir. Sanders’in kampanyasıyla ilgili liberal yorumlara bakarak bunun ne kadar zor bir adım olabileceğini görebiliriz: iyi fikirler, ancak Amerikan halkı buna hazır değil. Bu Amerikan toplumuna ilişkin inanılmaz bir ithamdır. Bu kanıya göre, Sanders’ın temel siyasi vaatleri olan evrensel sağlık hizmeti ve ücretsiz yükseköğrenim gibi, başka bir yerde normal olana Amerikan toplumu geçiş yapamayacaktır.
İlerici bir halk hareketinin amaçlarından en önemsizi dünyaya eklemlenmek olmalıdır. Hayatlarımızla ilgili kararlar neden insanların en azından üzerinde bir miktar kontrole sahip oldukları seçilmiş temsilcilerden alınıp, neoliberal doktrinin dikta ettiği gibi, hesap sorulamayan özel ellere aktarılsın? Daha da ileri gidersek, insanlar uyanık geçirdiği hayatlarının neredeyse tamamını neden Stalin’in hayal edemeyeceği kadar aşırı kontrol altında (buna “iş sahibi olmak” deniyor) geçirmeli? Harici buyruk altında çalışmak temel insan haklarına ve insan onuruna bir saldırıdır, Antik Yunan ve Roma’dan 19. yüzyıla kadar olan dönemde hakir görülmüş ve erken sanayi devriminde çalışan insanlar tarafından yakıcı bir biçimde kınanmıştır.
Bu sadece yalın bir başlangıç. Başka bir dünya mümkün, çok farklı bir dünya.
[1] The Servicemen’s Readjustment Act of 1944 ya da Amerika kamuoyunda G.I. (Govenrment Issue) Bill olarak adlandırılan yasa ile ordu mensupları, üniversite eğitimi için devletten maddi yardım almaya başladılar (ç.n).
Bu yazı 10 Haziran 2020 tarihinde TruthOut sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.