Normalleştiremediğimiz Kirpilerden misiniz?
Normalleşme süreçlerini uzun erimli kılan genellikle siyasi düzeyde karar-alıcıların bu süreçleri devam ettirme taahhüdünde bulunmaları ve normalleşmeyi geçici bir heves olarak değil, uzun soluklu bir bölgesel barış girişimi olarak sürdürmeleri, sağduyulu açıklamalarda bulunmalarıdır.
Soğuk bir kış sabahıydı. Kirpiler ısınmak için birbirlerine yaklaştılar. Ama bir süre sonra dikenlerinin birbirlerine battığının ayrımına vardılar ve birbirlerinden uzaklaştılar. Lakin birazdan yeniden üşüyünce birbirlerine bir kez daha yaklaştılar. Karşılarında iki seçenek vardı: Ya soğuktan donacaklardı ya da birbirlerine batan dikenlerinin acısına dayanacaklardı. Bu ikilemi çözmeleri için aralarındaki mesafeyi donmak ile can acısı arasında tahammül edilebilecek bir noktada sabitlemeleri gerekiyordu.
Alman feylesof Arthur Schopenhauer’in 1851 yılında kaleme aldığı bir eserindeki bu kirpi metaforunu zaman zaman anımsarım. Her ne kadar aktörlerin çıkarlarını maksimize etmeye odaklandığı, güçlü olanın hakim olduğu ve eşit güçler arasında cereyan etmeyen uluslararası ilişkiler alanına her koşulda uygulanması pek mümkün olmasa da son dönemde Türkiye’nin attığı normalleşme adımlarını biraz da kirpilerin dikenlerini birbirlerine zarar vermeyecek, bununla birlikte uluslararası ilişkilerde de yalnız kalmayacak optimal bir mesafeye sabitleme girişimi olarak görmek mümkün.
Son aylarda farklı ülkelerle ve farklı coğrafyalarla “normalleşme” politikaları izlerken, buna dair çalışma grupları oluşturup özel temsilciler atarken, “aslında bizim aramızda husumet yoktu, bir yanlış anlaşılma oldu” minvalinde açıklamalar yaparken aslında birbirimizin canını acıtmayıp uluslararası sahnede yalnızlıktan donmamak için siyasi manevralar yapıyoruz. İsrail’den Birleşik Arap Emirlikleri’ne, Suudi Arabistan’dan Ermenistan’a, Yunanistan’a, Fransa’ya dek bir sene önce yoğun husumet içerisinde olduğumuz birçok bölgesel aktörle ilişkilerimizi düzeltme, yakınlaşma ve ortak çıkar alanları yaratma amacıyla yoğun bir çaba sarf ediyoruz.
Peki normalleşme süreçleri mutlaka yaşanarak mı öğrenilir? Her normalleşme sürecinin dinamikleri kendine mi özgüdür? Öte yandan, normalleşme süreçlerinde tünelin ucundaki ışık en baştan görülür mü? Öngörülebilir bir süreç midir yoksa tamamen el yordamıyla mı ilerler?
Öncelikle, ülkeler arasında normalleşme adımları atılması ülkeler ve bölgelerin istikrarı açısından önemlidir. Zira ilk aşamada ilişkilerin teknik düzeyde normalleştirilmesi ile birlikte ticaretten iş dünyası arasındaki ilişkilere, siyasi açılımlara, hatta charter seferlerine dek birçok “teknik” konu kağıt üzerinde çözülür. İkinci aşamada ise toplumlar arasında bir uzlaşı doğrultusunda adımlar atılır. Şayet kapalıysa kara sınırları açılır, sivil toplum örgütleri arasında diyalog kanalları tesis edilir, medya kuruluşları zamanın ruhuna uygun olarak yanlı haberleri bir yana bırakıp birbirlerini gerçek anlamda anlamaya dönük bir haber dili kullanmaya yönelir. Böylelikle toplumların birbirlerini anlaması, siyasetin gölgesinde düşmanlıkların sürdürülmemesi için destekleyici bir ortam yaratılır.
“Küçük adımlar siyaseti”nin mimarlarından, Almanların yumuşama politikasının ardındaki başlıca isimlerden Alman siyasetçi Egon Bahr’ın eski ve günümüzde modası geçmiş düsturuna göre insanlar konuşurken birbirlerine ateş etmezler. Dolayısıyla ülkelerin düşmanlıkları bir yana bırakıp normalleşme adımları atmaları, konuşmak üzere masa başına oturmaları, bunun için özel temsilciler atamaları oldukça önemlidir; zira diyalog bu barış sürecinin çıpası haline gelir. Ne de olsa İngiltere eski Başbakanı Winston Churchill’in o güzel sözünde dediği gibi “Ayağa kalkıp konuşmak cesaret ister, oturup dinlemek de cesaret ister.”
2008 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan arasında “futbol diplomasisi” üzerinden iki ülke arasında başlayan yakınlaşma süreci Aralık ayı ortasında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun meclis konuşmasında yeniden gündeme geldi ve Türkiye-Ermenistan arasında Ağustos ayından beri süregiden yakınlaşma ve normalleşme sinyalleri, karşılıklı özel temsilciler atanmasıyla birlikte somut bir zemine taşınmaya başlandı.
Türkiye’nin bu denli çok normalleşme politikasına ihtiyaç duymasının sebeplerinden biri de kuşkusuz ilişkileri çok çabuk kopartmamız, sorunlarımızı biriktirip çözümü ertelememiz, sonra status quo ante’ye geri dönmek için adımlar atmak zorunda kalmamız.
Normalleşme süreçlerinde pragmatizmin izinden giden ve gerek bölgesel gerekse küresel güç dengelerinin yanı sıra jeopolitik gerçekleri de göz önünde bulunduran taraflar, çıkarları arasında uzlaşı alanları yaratarak ortak işbirliği projeleri geliştirirler ve beraber yarattıkları bu yeni normal içerisinde hem kendi faydalarını maksimize etmeye çalışırlar hem de uluslararası ilişkilerde yalnızlıktan kurtulurlar. Bu projeler genellikle teknik ve ekonomik yönü güçlü projeler olur. Ne de olsa coğrafya kaderdir ve bu coğrafyayı barışçıl bir şekilde yönetebildiğiniz sürece bir avantaja dönüştürülebilir. Bu yapıcı aktör rolü üstlenilmediği sürece ise coğrafyadaki tüm anlaşmazlıkların parçası olmak kaçınılmazdır.
Ermenistan örneğinde olduğu gibi taraflardan birinin dış dünyaya veya denizlere açılımını güçlendirmek için ulaştırma ağları kurulur, koridorlar açılır ve bu koridorlar üzerinden ticaret ve ülkeler arasında fiziksel bağlanırlık potansiyeli değerlendirilir. Tarihi anlaşmazlıkların konuşulması için gerektiğinde bilim insanlarından, tarihçilerden oluşan komisyonlar kurulur. Türkiye de tarihsel ilişkileri bağlamındaki yapısal sorunların ve tehdit algılarının ötesinde yeni bir ilişki normali kurmaya başlar.
Öte yandan kamuoyunu hazırlamak için ülkeler arasında sivil toplumların karşılıklı temasları başlatılır. Halihazırda Ermenistan’ın normalleşme süreci için atadığı 31 yaşındaki genç temsilci Ruben Rubinyan’ın Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği ve sınır-ötesi işbirliği ağları kurmayı hedefleyen Türkiye–Ermenistan Burs Programı’nın 2017-2018 dönemi bursiyerlerinden oluşu bunun en net örneklerinden biri. Normalleşme süreçlerinin ayrılmaz bir parçası da insani ilişkiler, enerji, ulaşım, ticaret, iş dünyası yakınlaşması gibi yumuşak güç araçlarını diplomasinin hizmetine sunarak bölgesel nüfuz parametrelerini sırf siyasi güç projeksiyonuyla sınırlamamaktır.
Elbette yüzyıllar boyu farklı devletlerin farklı zaman dilimlerinde sürdürdükleri normalleşme politikalarının sonucunda her şey güllük gülistanlık olmadı. Ancak sorunlar daha yönetilebilir hale geldi, ülkelerin üzerindeki baskılar azaltıldı ve krizlerin yönetimi sürece yayıldı. Normalleşme süreçlerini uzun erimli kılan ise genellikle siyasi düzeyde karar-alıcıların bu süreçleri devam ettirme taahhüdünde bulunmaları ve normalleşmeyi geçici bir heves olarak değil, uzun soluklu bir bölgesel barış girişimi olarak sürdürmeleri, sağduyulu açıklamalarda bulunmaları.
Uluslararası ilişkilerde sonsuz bir normallik yok ve ülkeler-arası karşılıklı bağımlılık olduğunda bile ilişkiler bir anda kopabiliyor. Peki normali kim belirliyor? Kimler daha güçlüyse onlar. Farklı güç skalalarındaki devletlerin bir arada yaşama pratiği geliştirdikleri, farklılıkların benzerliklerle dengelendiği, diplomasi kurallarının temel normu belirlediği bir ekosistemde çoklu belirsizliklere ve kaygan zeminlere karşı çetrefilli sorunlara sahip komşular arasında akıllı diplomasiye dayalı normalleşme adımları atılması, yumuşak güç realizminin benimsenmesi; özünde sert gücü ve militarist çözümleri önemseyen devletlere karşı bir meydan okumadır.
Ne de olsa birçok alandaki zıt görüşlerimize rağmen “soğuk bir kış sabahı donmamak için birbirine yaklaşan oklu kirpiler gibiyiz.” Uzlaşıya yanaşmayanlar, yerkürede kendine ayrılan köşede tek başınalığı tercih edenler ise bir süre sonra er ya da geç sistemden dışlanıyor.