Normun Söylemediği
Normun söylemediğini hayatın içinde henüz formüle ve kodifiye edilmemiş cari ve tarihsel, toplumsal ve kültürel yasalar olarak tanımlamakta hiçbir sakınca yoktur. Bizde hayatı, kendi zihni kurgularından ibaret zanneden kimi yarı okumuşların dikkate almadığı ya da anlamadığı husus burası, hayatın henüz belli bir forma girmeyen bu şekilleri, realitenin bizatihi kendisidir.
İnsanlık tarihi geçmişten günümüze iki alanın kavgasıyla geçmiştir: Bilinçdışı ve bilinç. Bunlardan birisi, “ruh, can, hayat, hayatın ilkesi, nefes, varlık, zat, insan, kişi, hevâ ve heves, kan, beden, bedenden kaynaklanan süflî arzular” manasına da gelen ve eskilerin “nefs” dediği ve mahiyeti tam olarak hiçbir zaman bilinemeyen insan doğası; diğeri de bireyleşme ve rasyonelleşme sürecindeki insanın diğer yarısı ve onun ürettikleridir.
İnsanın bireyleşme ve rasyonelleşme sürecinde ürettiği her şeye uygarlık denir.
Bazıları insanın birinci tarafını “gölge” varlık veya “eğilimler” olarak tanımlar. Burası, büyük bir psikolojik ağın merkezi, insan psijesinin gayri iradî, istem dışı doğal yanı; diğeri, ikinci tarafı ise, bu alanı düzenleme, yönetme iddiasındaki bilinçli sahadır. Jung, bu alanlardan ilkini “benlik” olarak adlandırırken, ikinci alanı “ego” olarak tanımlar.
İslam sufileri birinci alana nefs, ikinci alana da irade-i cüziyye demişlerdir.
Uygar insanda “oluşturulmuş” olan ikinci alan gelişirken; ilkel insanda “verili” olan doğal alan öne çıkar. İşte, insan varlığındaki bu “verili” alanı düzenlemek için ihdas edilen kurallı yapılara norm ya da kısaca hukuk denir. Bu iki alan arasındaki ilişki, doğası gereği gerilimli, sorunludur.
Normun Doğuşu
İmdi, norm denilen şey nedir ve ne zaman ortaya çıkmıştır? Bunun cevabını o meşhur kitabı Faust’ta Goethe vermiştir. Cevap şudur: “Ve yazıyorum huzurla” der Faust, “Başlangıçta eylem vardı”.[1] Oysa (Yuhanna) İncil’i şöyle başlar: “Başlangıçta söz vardı”. Goethe de Luther gibi İncil’deki bu kelimeyi “konuşma, hüküm, kavram, mantık, anlam, Tanrı, güç ve nihayet eylem” anlamlarına gelen “logos” kelimesiyle tercüme etmiştir.
Ve logos kelimesinin taşıdığı anlamlardan da “eylem” kelimesini tercih etmiş.
Aslında eylem, insanın doğasını; söz de iradî olarak tercih edilen bireyleşme ve rasyonelleşme süreçlerini karşılar. Goethe, “başlangıçta eylem vardı” derken, normun eylemden sonra geldiğini; önceliğin, zaten verili olan insan doğası olduğunu söylemiş olur.
Ve bütün kavga buradan, bu iki eğilim arasındaki gerilim ve farklılaşmalardan doğar.
Zaten aynı eserde Wagner ne demişti!
“Ah Tanrım Sanat uzun
Oysa hayat kısa” (Goethe, 2011: 42).
Sanat da düzenleyici ratio/aklın değil, daha çok bilinçdışındaki semboller dünyasından kaynayan bir yetidir. Öyledir, ama hayat kısa olduğu için insan doğası, sanatını icra etmek için hiçbir zaman yeterli vakte sahip olamaz. O yüzden sanat sonsuzdur. Hatta Ali Şeriati gibi bazıları tam da bu yüzden Kitap’ta geçen ‘emanet’ten maksadın sanat olduğunu söyler.
Normun ilki henüz din, hukuk ve ahlâk ayırımının olmadığı erken dönemlerde sadece din kavramıyla karşılanmıştır. Daha sonra hem içerik hem de derece farkını belirlemek için bunlar birbirinden ayrılmış ve neticede ilk hukuk metinleri doğmuştur.
Burada insan doğasının “eylem”, sözün de “hukuk” anlamında kullanıldığının bilhassa hatırda tutulması gerekir. Birisi, adını tam olarak koyamadığımız ve çoğu şeyini aklın erişimine açmayan bilinçdışı doğamızın alanı; diğeri ise, dille elde edilen bilincin rasyonel sahası.
Normun Söylemediği
Birincisi dilin değil, sembollerin gramerine uygun olduğu için aklın erişimine kapalı, gölge yanımızdır. Fakat burası daima canlıdır ve sürekli fanteziler üretir. Zaten sanat da buradan, fanteziden doğar. Rasyonelleşme seviyesindeki artışın bedeli, sanatla ödenir. Biri artarken, diğeri çöker. Kural budur.
Zaten tarihin ilk dönemlerindeki “ilkel psikolojide” birey değil, sadece “gizemli” ve “tanımsız” katılış vardır. Birey ve bireyselleşme derken anlaşılan insan zihni ve kültürünün ürettiği her şey, aksi ise geriye doğru gittikçe kaybolan, bütün izlerin silindiği biyolojik bir varlıktır.
Normun söylemediği bu alan, ilk eylem hâlidir ki, burası; tarihin dile gelmediği karanlık çağlardır. Orada söz yok, kelime yoktur; dolayısıyla kavramlar üzerinden kurulan bir dünya da yoktur. Tanımsız, bitevî uzanan sonsuz, isimsiz bir uzam vardır. Söz de eylemdir. Duyumsayarak yaptığımız duyusal bir eylem. Bu da aklın deneyimi, ruhun ve imgelerin deneyimi, gün yüzüne çıkmasıdır.
Normun söylemediği alan, “kıymetli sıvının”, yani kanın aktardığı insan tabiatımızdır. Ora da yaşanmışlıkları aktarır. Onun da bir tarihi, henüz erişime açılmamış gizemli bir yanı vardır. Henüz söz ve kavramların oluşmadığı ilk çağlarda bütün hayat, görsel ve işitsel bir düzlemde gelişir. Buna göre düşünce görsel, işitseldir. Bu tür düşünme biçimi, soyutlamanın bulunmadığı bir anı ifade eder. Soyutlamadır ki, kelime, işaret ve sembollerle varlığı belli bir şekle, nesnelliğe sokar.
Bundan sonra varlıkla ilişki bu kelime, kavram ve semboller üzerinden kurulur. Burası, hayatın gün be gün tazelenen, yenilenen dinamik, sivil yüzüdür. Hayatın bu yüzü her zaman resmî ve tanımlı alana girmiyor olsa bile, birey ve toplumun hareket ve davranış biçimini doğrudan doğruya etkileyen birincil alan, görünmez eldir.
Smith’in “invisibale hand/görünmez eli” burada tam olarak hayatın bu kısmını, zihniyeti verir. Bizim de görünmez elle kastettiğimiz alan burası, zihniyet ve inanç kısmıdır. Bu alan henüz rasyonelliğin tanımlı alanında ifadesini bulmayan eskiye ait bütün yaşanmışlıkların izini, rengini taşımayan geri alandır.
Zihniyetin Halleri
Sivil merkez, zihniyeti; resmî merkez normu verir. Normun söylemediği alan burası, sivil merkezin sahasıdır. Gökalp bunlardan birincisini kültür, ikincisini medeniyet olarak tanımlarken; aslında bilince açılanla tam olarak bilincin erişimine açılmayan iki alanı kesin hatlarla birbirinden ayırmıştı.
Bu iki alan, yani normla zihniyet; Goethe’nin “söz ve eylemi” gibi iki ayrı alanı ifade eder. Tabii ki her iki durumda da eylem önce, söz sonradır. Fakat böyle bile olsa, bir kere ete kemiğe büründükten sonra, söz de eylemin bir parçası, süreği olarak yeni bir deneyimleme biçimi olarak hayatın akışına katılır ve onu belirlemeye başlar.
Bu anlamda norm da öyledir. O da bir kere hayatın içine girdikten sonra doğru veya yanlış; bağlamından koparak veya kopmayarak hayatın bir parçası olur, onu üretir. Bu ilişki çoğu kez birbirinin zıddı, antitezi gibi işlese de çoğu kez de birbirini diyalektik biçimde etkileyen bir süreç olarak devamlı olarak bir devinim içinde halden hale girer.
Şu hâlde normun söylemediğini hayatın içinde henüz formüle ve kodifiye edilmemiş cari ve tarihsel, toplumsal ve kültürel yasalar olarak tanımlamakta hiçbir sakınca yoktur. Bizde hayatı, kendi zihni kurgularından ibaret zanneden kimi yarı okumuşların dikkate almadığı ya da anlamadığı husus burası, hayatın henüz belli bir forma girmeyen bu şekilleri, realitenin bizatihi kendisidir.
_
[1] Goethe, J.W. v. (2011), Faust, (çev) İclal Cankorel, Doğubatı, Ankara, s. 68.