Okumanın Kültür-Politiği

Okumak; bu topraklarda desteklenen, hoş görülen bir etkinlik değildir. Fazla okuyor olmak hep biraz tuhaf karşılanır. Hatta patalojik bulunur. Hastalık addedilir. Bunun en önemli nedeni okumanın pek işe yarar bir şey olmadığı kanaatinin yüksek olması ve okuyanların azınlıkta kalmasıdır. Bu topraklarda okumak normal addedilmez. Çok okumak ise kesinlikle anormaldir.

Bu topraklarda “okumak” fiili okula gitmek, eğitim görmek anlamında da kullanılır. Bu tercih ilk bakışta olmasa bile öğrenci olmayanın okumasına gerek olmadığı kanısının yaygın olduğu izlenimini güçlendirir. Bir bakıma bu toprakların egemen mantığı şöyledir: Okula diploma için gidilir, çünkü diploma meslek edinmek ve dolayısıyla para kazanmak için gereklidir. Diploma almak için de sınavlardan geçmek ve bu sınavlarda asgari bir başarıya ulaşmak lazımdır. Sınavlarda geçer not almanın bir yolu da hocanın ders için önerdiği makale ve kitapları okumaktır. Dolayısıyla kitap okumak not almanın koşuludur.

 

Bu topraklarda yaşamış her okuryazar, diploma sonrasında okumaya devam ederse defalarca “Hâlâ mı ders çalışıyorsun?” serzenişine muhatap olmuştur. Çünkü toplumsal vasat diploma sonrası okumayı bir olağanüstülük olarak algılar. Hatta bu “olağanüstülük” değerlendirmesi kimi zaman “patolojik” değerlendirmesine bile dönüşebilir. Yani diploma sonrası okumaya devam eden, çok okuyan insanlar hastadır biraz toplumsal zihniyet vasatında. Birtakım insanların esas işinin okumak olabileceği çoğunluğun aklından geçmez. Hızlı bir şekilde sonuç çıkarmamız gerekirse, toplumsal zihniyetin bu topraklarda okumayı pek desteklemediği açıktır.

 

Kütüphanesiz Üniversiteler

 

Bu toprakların üniversiteleri kütüphaneleriyle meşhur değildir. Birçok üniversitenin doğru dürüst bir kütüphanesi bile yoktur. Dünyada, bu toprakların tüm üniversitelerinin kütüphanelerindeki kitap sayısından daha fazla kitap bulunan bir kütüphaneye sahip olan üniversite vardır. Bu noktada “kütüphanesiz üniversite” kavramının bir oksimoron olduğunu ifade etmeden geçmemek gerek aslında. Ancak bu topraklarda üniversiteye dair “oksimoron” nitelemesini kullanabileceğimiz pek çok konu var. Bu nedenle bunun ayrıntılarına en azından bu yazıda girmeyeceğim. Yani nizamiye kapısında “üniversite” yazan her kurum aslında üniversite olmayabilir.

 

Bu toprakların üniversitelerinin kütüphanelerine kitap alımı için kamu tarafından öngörülmüş kısıtlı bütçelerin bile son kuruşuna kadar harcandığı tartışmalıdır. Üniversite yönetimlerinin ellerinden gelse kitap bütçelerini rahatlıkla başka kalemler için kullanmak istiyor olmaları kuvvetle muhtemeldir. Var olan üniversite kütüphanelerin “okuma” salonları genellikle öğrencilerin ertesi günkü sınavlara çalıştıkları ortamlardır. Öğrenciler sınavlara grup halinde çalıştıkları için bu toprakların üniversite kütüphanelerinde okurların, araştırmacıların ihtiyaç duydukları asgari sükûnet hiçbir zaman tam anlamıyla sağlanamaz. Bir bakıma okumadan anlaşılan ders çalışmadır çünkü. Tekrar mı oldu? Özellikle ara sınav ve final dönemleri, bu kütüphanelerin en yoğun olduğu zamanlardır. Hatta üniversite yöneticileri sınav dönemlerinde öğrencilere düzenli çorba, simit, çay servisi yapmalarıyla övünürler. Sayıları zaten oldukça sınırlı olan kütüphane çalışanları bir de bu seçimlerin doğal sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalırlar. Bu topraklarda üniversite kütüphanesinde çalışmak için kütüphanecilik bölümü yerine turizm ve otelcilik mezunu olmak daha işlevsel olabilir! Bazı üniversite kütüphaneleri yeterli çalışana sahip olmadıkları için öğle yemeği vaktinde bir saatliğine kapanırlar. Yani içerdeki herkes kütüphaneyi terk etmek zorunda kalır personelin dönüşüne kadar.

 

Bu toprakların araştırmacıları, okuryazarları bu tip sebeplerden dolayı genellikle kütüphanelerde verimli bir biçimde çalışamazlar. Bu topraklarda sükûnet içinde kitap okuyabileceğiniz kütüphaneler haricinde kamusal mekânlar pek yoktur. Kafelerde okumak, yazmak benzer nedenlerle kolay değildir. Herkesin cebinde bir akıllı telefon ve kulaklık olan bir çağda kafelerin neden sürekli yüksek sesle müzik yayını yaptıkları gerçekten araştırılması gereken bir konudur. Bir bahar sabahında tek müşteri olduğunuz bir kafede garsona “Müziğin sesini en azından biraz kısar mısınız?” dediğinizde hazırcevap garson hemen size “Abi, müşteri öyle istiyor” diye cevap verir. Siz de kendisine “Görebildiğim kadarıyla tek müşteri benim şu anda ve ben müzik istemiyorum” derseniz garsonun önce bir çevre kontrolü yaptığını ve suratını asarak uzaklaştığını görebilirsiniz. Üstelik bu vakadan sonra size ters davranmaya başladığını ve neredeyse “Seni bir daha buralarda görmeyeyim” demek istediğini fark edebilirsiniz. Yani bu toprakların en hızlı gelişen kafe sektörü de genel olarak okumayı teşvik etmez.

 

Toplu taşıma araçlarında yolculuk ederken çantanızdan bir kitap çıkarıp okumaya başladığınızda dikkatleri çekersiniz hemen. Metrodan ya da belediye otobüsünden söz etmiyorum sadece. Uçak, tren, otobüs ile yapabileceğiniz uzun yolculuklar için de geçerlidir yazdıklarım. Kitap bu tür durumlarda uzun muhabbetlerin önünü kesen bir şey olarak algılanır sanırım. Ya da kendi hayatlarında çok var olmayan bir nesnenin başkalarının hayatında bu kadar elzem olabileceğini algılamakta zorlanır kimileri. Bir tren yolculuğu esnasında çayınızı yudumlayıp kitabınızı okurken birden karşınızdaki kişi şöyle bir soru sorabilir: “Bu okuduğunuz kitap hangi dilde? Siz de “Fransızca” dersiniz. Bu sefer de karşınızdaki kişi size şöyle diyebilir örneğin: “Bir sürü Türkçe kitap dururken niye yabancı dilde kitap okuyorsun?” Okuyorsunuz da değil. Okuyorsun. Uzun lafın kısası ulaşım kamusu da bu topraklarda okuryazarlığı pek desteklemez.

 

“Okuryazarlık Suçları”

 

Bu toprakların hapishanelerinde okuryazarlara her zaman yüksek oranda bir kontenjan ayrılmıştır. Ülkenin hukuk sistemi ya da siyasi kültürü neredeyse “okuryazarlık suçları” diye birtakım katalog suçlar icat etmiştir. Okuyanlar el üstünde tutulmak bir yana hapishanelerde çürütülür ki arkadan gelen kuşaklar okumaya meyletmesin.

 

Bu topraklarda illegal örgüt tevkifatlarında “ele geçirilenler” vitrininde kitaplar, silah ve mühimmatla birlikte sergilenir. Ancak sergilenen kitaplar silah kullanımı ya da bomba üretimi kılavuzları değildir genellikle. İnsanın aklına bazen şöyle sorular düşer: Marx mı yoksa Dostoyevski okumak mı suça eğilimi artırır? Nietzsche mi yoksa Heidegger mi sizi seri katil olmaya daha fazla yönlendirir? Hapishanelerde bir anket yapılsa, en çok okunmuş kitaplar listesi nasıl oluşurdu? Okunan kitap sayısıyla işlenen suçlar arasında bir ilişki var mıdır?

 

Bu toprakların şairine (Can Yücel) “Belki de baskın korkusuyla vefasız, akıntıya atılan / Kitaplar varya onlardan / Öğrenmiş Marx’ı gümüş balıkları / Ve belki de onun için o kadar, / O kadar aydınlık ortalık…” diye yazdırması aslında standart bir prosedürdür. Hiçbir olağanüstülük içermez.

 

Uzun lafın kısası okumak; bu topraklarda desteklenen, hoş görülen bir etkinlik değildir. Fazla okuyor olmak hep biraz tuhaf karşılanır. Hatta patalojik bulunur. Hastalık addedilir. Bunun en önemli nedeni okumanın pek işe yarar bir şey olmadığı kanaatinin yüksek olması ve okuyanların azınlıkta kalmasıdır. Bu topraklarda okumak normal addedilmez. Çok okumak ise kesinlikle anormaldir.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.