Olgu ve Kurgu Arasında Yolunu Arayan Siyaset

“Biz bize benzeriz” mottosu bütün antidemokratik rejimlerin kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir gerekçe, oluşturulmuş sahte bir nedendir. Ve bu gerekçe, usta bir manevrayla sahici bir sebep, elle tutulur bir olgu gibi gösterilerek muazzam bir propaganda mekanizmasıyla bütün bir topluma empoze edilir ve onun üzerinden her türlü şenaat işlenir.

erdoğan dış güçler davos

“‘Burada asla olmaz’ demek her zaman yanlıştır. Bir diktatörlük her yerde ortaya çıkabilir.”¹

 

Toplumlar da insanlar gibidir. Onların da korkuları, ümitleri vardır. Bunlardan biri bazen yekpare bir bütün olur ve kişiyi tamamen ele geçirir. Toplumlar da böyledir. Orada zaman olur iyimser bir hava, zaman da olur kötümser bir hava bütün iklime hâkim olur. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

 

Sosyal hayatta olgular neyse beklentiler de odur. Keynes’in iktisat teorisine en büyük katkısı budur: Beklentiler. Fakat “beklenti” kavramı nötr değildir. Onun da negatif ve pozitif yanları, türevleri vardır. Mesela korku, bu duygu, kötümserliğin bir sürümüdür. Fakat bu bile tekdüze değil, türlü türlüdür. Onun da dereceleri, farklı farklı sosyolojileri vardır.

 

Amerikalı senatör McCarthy’nin daha sonraları “McCarthyizm” olarak bilinen kuşkuculuğu, başta devlet organları olmak üzere bütün toplumu zehirlemiş, her tür kötülüğün üzerini örtmüş bir korku sosyolojisidir.

 

“Bu dönemde, çeşitli durumlardan ötürü türlü insanlar komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlanmış, özel kurumlar ve devlet kurumlarınca saldırgan soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır… Bu dönem süresince, birçok insan işten kovulmalara, iş yerlerinin yok edilmesine ve tutuklanmalara maruz kalmıştır. Bu olaylar, Soğuk Savaş’ın bir parçası olmuştur.” (Vikipedi)  

 

Benzer bir kuşkuculuk 15’inci yüzyıldan başlamak üzere İspanyol toplumuna hâkim olmuş ve ülkede bir Müslüman ve Yahudi avı başlamıştı. Daha sonra kuşku Protestan Hristiyanları içine alacak kadar genişlemiş ve bütün toplumun dengesini bozmuştur. İspanya üzerine araştırmalarıyla bilinen Gül Işık, muhteşem eseri İspanya: Bir Başka Avrupa kitabında bunun sonraki yüzyıllara uzanan izleri üzerinde durur. 

 

İspanya iç savaşından sonra, 1939’dan 1979 yılına kadar süren Franco rejiminin o karanlık yıllarında rejim, sıkıştığı her durumda yardıma hep bu geçmişi, o geçmişin bilinçdışına kadar sirayet eden korkularını çağırmıştır.

 

“İspanya’nın ‘ayrı’lığı onun ‘Avrupa’nın cılız, yozlaşmış demokrasilerinden ayrı’, kendine özgü bir rejim gerektirdiğinin kanıtı olarak gösterildi. ‘Biz bize benzeriz’ diyordu İspanyollar. ‘Alemin düşman olduğu’ bir ulusun, özgür ve demokratik Avrupa’nın ambargo koyduğu, ama ‘İspanyolları koruyan’ bir rejimi desteklemesi için yeterli bir nedendi bu.”²

 

Metinde geçen “Biz bize benzeriz” mottosu çoğunuza tanıdık gelmiş olabilir. Bu, bütün antidemokratik rejimlerin kendilerini meşrulaştırmak için kullandıkları bir gerekçe, oluşturulmuş sahte bir nedendir. Ve bu gerekçe, usta bir manevrayla sahici bir sebep, elle tutulur bir olgu gibi gösterilerek muazzam bir propaganda mekanizmasıyla bütün bir topluma empoze edilir ve onun üzerinden her türlü şenaat işlenir.

 

Geçmişin Çağrısı

 

İspanya örneği böyledir de başkaları farklı mıdır? Değildir tabii ki. 

 

Değildir, değildir ama burada önemli olan korku, ümit ve kuşkuculuk gibi eğilimlerin, tıpkı fiziki olgular gibi bir etkiye sahip olmasıdır. Bu eğilimlerin doğal veya yaratılmış bir paranoya olması arasında hiçbir fark yoktur. Aynı şey iyimserlik ve tepkisizlik için de geçerlidir. Onda da tepkisizlik ve iyimserliğin doğal veya yapay biçimde yönlendirilmiş bir iyimserlik olup olmaması arasında herhangi bir fark yoktur. Hepsi de sonuç olarak toplum davranışlarında hakiki sonuçlar doğurur.

 

Bir tür kaygı bozukluğu olan kuşatılmışlık hissi, tarihsel olaylarla beslenen bilinçdışı biyo-kültürel bir geçmişe sahipse, toplum manipüle edilmeye daha da açık hâle gelir. 

 

Merkez ülkeler tarafından uzunca bir süre işgal ve sömürüye maruz kalmış ülkelerde kitleler kuşkuculuğa daha eğilimlidir. O yüzden bu tarz eğilim ve komplo teorileri az gelişmiş Üçüncü Dünyacı bütün ülke ve ideolojilerin besin kaynağı olagelmiştir. Adı ister sosyalizm ister gecikmiş bir ulusçuluk, isterse İslamcılık şeklinde olsun; hiçbirinde sonuç değişmez. Hepsinde de temel algı, düşman bir dış dünya ve bu dünyanın içimizdeki uzantıları tarafından kuşatılmış mağdur bir kitle ve “mustazaflar” duygusudur. Bizde bilhassa radikal İslamcılarda bütün her şey bunun üzerine kurulur.

 

Bunun en tipik örneklerinden biri MAZLUMDER gibi derneklerdir.

 

Sanı budur, kavga da bu düşmanlara karşı verilmektedir.

 

Dikkat edilirse bu tarz ideolojilerin iktidara geldiği ülkelerde temel argüman; ekonomi, çarpık gelir dağılımı, yaygın insan hakları ihlalleri, yeteriz demokratik kurumlar, ifade hürriyeti, temel hak ve özgürlükler, ulusal güvenlik, gelişmiş bir denge-denetim mekanizması, sivil toplum, örgütlenme ve gösteri hakları, basın hürriyeti, çevre sorunları, ülke kaynakları ve kamu harcamalarının özgür biçimde nerelere yatırıldığının gözetim ve denetimi gibi temel meseleler değil, varsa yoksa “iç ve dış tehditlerle vatan hainlerinin” bertaraf edilmesidir.

 

Bununla söylenmek istenir ki ülkede yoksulluk, az gelişmişlik vs. gibi çarpık düzene dair ne varsa, bunların hepsinin nedeni “iç ve dış güçler” ve bunların uzantılarıdır. Bu o kadar kesin bir dille ifade edilir ki yıllarca iktidar koltuğunda oturan birine bile kimse çıkıp da “Yahu, bütün güç elinizde, devlet aygıtını dilediğiniz gibi kullanıyorsunuz, isteyip de yapamadığınız ne var diye” sormaz, soramaz. 

 

Çünkü büyük bir propaganda cihazı, lidere, muhayyel bir gelecek için demokrasiyi geçici bir süreliğine askıya alma ve tali bir mesele haline getirme ayrıcalığı vermiştir. İçinde bulunulan durum bir seferberlik halidir ve lider gecesini gündüzüne katarak memleketi düze çıkarmak istemektedir. Varsa da hata, ondan değil, çevresindeki bazı muhterislerdendir. Bu da tali bir meseledir. Asıl yoğunlaşılması gereken ülkeyi bir dünya devleti haline getirecek devasa projelerdir.

 

Oysa bu devasa projeler her zaman iktidarın devamı için destekçilerine peşkeş çekilen kamu kaynakları haline dönüştürülebilir. Fakat aynı kurgudan dolayı bunları eleştirmek bile vatana ihanetle aynı anlama gelebilir. Böylece iktidar, sanılarla örülen hayali bir kuşkuculuk üzerinden safları sıklaştırırken, diğer yandan da aksayan her şeyi bu eğilim (kuşkuculuk) üzerinden rakip ideoloji ve gruplara (iç ve dış düşman) mal edebilir.

 

Burada anahtar kavram “bekadır”. 

 

Ülkenin ve hatta bütün bir kürenin geleceği bile bununla ilişkilendirilir. Beka, dava vb. kavramlar ister dinî ve millî isterse seküler ve uluslararası (Marksizm gibi) kavram ve ideolojiler olsun, durum değişmez. İkisi de kaderci ve tarihselcidir. Bu bakımdan bu tarz ideoloji ve söylemler bildiğimiz siyasal partilerden farklı olarak mesiyanik bir kimliğe sahiptir ve girdikleri süreç bir tür Tanrı emri gibi telakki edilir. 

 

Lider de öyledir, o da beklenen kişidir ve meşruiyetini mitolojik ve dinî arketiplerden alır.

 

Ya Bizde?

 

Bizde de başlangıç yıllarında AB, adalet, kalkınma, demokratik çoğulculuk, insan hakları gibi temel meselelerle ortaya çıkan ve İslamcı bir gelenekten gelen iktidar, bilhassa Gezi Parkı eylemlerinden sonra kendini artan biçimde Üçüncü Dünyacı söylemlerle tanımlamaya başladı. 

 

Başkanlık sistemine geçildikten sonra hem AK Parti hem de MHP ve diğer paydaşların ortak söylemi artan bir dozda bu çizgiye evirildi. Bu çizgi, girilen yolu, yukarıda bir şekilde işaret edildiği üzere “tarihi bir çizgi” olarak belli bir kutsallık halesiyle tanımlıyor olmalı.

 

İttifakın lideri konumundaki Erdoğan devletçiliği bir adım daha ileri götürerek “İslamcı, milliyetçi ve ulusalcı” çizgiyle birlikte temsil eden bir noktaya gelmiş bulunuyor. İçinde Üçüncü Dünyacı tonları da bulunduğu bu söylem, BM toplantısında dile gelirken bütün bir mazlumların sesi haline gelebiliyor.

 

Orada hepimiz “Dünya beşten büyüktür” diye uluslararası topluma seslenen bir insan hakları savunucusu görüyoruz. Söyledikleri yanlış değil, tamamen doğru. Evet, uluslararası toplum ve bunların egemenleri âdil değil. Bütün bunlar doğru ama şunlar da doğru.

 

“‘Dünya lideri’ olma amacı iyi güzel de, ‘Senin kendi ülkende durum ne?’ diye sorarlar… Türkiye, Haziran 2024 itibarıyla yüzde 71,6’lık yıllık enflasyon oranıyla dünyada enflasyonun en yüksek olduğu üçüncü ülke… Doğal felaketler konusunda 193 ülkenin mercek altına alındığı endekste Türkiye, ‘çok yüksek riskli’ ülkeler kategorisinde en kritik 35’inci sırada yer alıyor… Mobil hız konusunda 147 ülke arasında 68’inci, sabit internet hızında ise 181 ülke arasında 111’inci sırada yer alıyoruz… Türkiye, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün açıkladığı Yolsuzluk Algı Endeksi’nde 180 ülke arasında 115’inci basamağa düşmüş durumda… 2024 Dünya Mutluluk Raporu’nda, 143 ülke arasında Türkiye 98’inci sırada… Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün hazırladığı 2024 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’nde ise 180 ülke içerisinde 158’inci.”³

 

Tam da burada bu iki gerçek insan zihnine aynı anda boca edildiğinde, bu ikisi arasında sıkışan toplumsal bilinçle yaşanan hayat arasında bir tercih yapmak durumunda kalan büyük kitlenin içine düştüğü çelişki daha da derinleşiyor. İktidar, önümüze kelimelerden oluşan muhteşem bir enformatik fon ve sanal bir görüntü çizse de durum değişmiyor. Bu sanal fondan usanan büyük kitlenin dikkati, artık başka bir yöne, günbegün artan yoğunluktaki ekonomik sıkıntılarla ülkeyi demokratik dünyadan gittikçe uzaklaştıran insan hakları ihlalleri ve dış politikadaki ani zikzaklara çevrilmiş durumda. 

 

Sosyal medyadaki sıradan bir paylaşım veya bir “ahmak” söylemini ülkenin birincil siyasi gündemi haline getiren iktidar, sokak ortasında işlenen cinayetler ve büyük yolsuzluk olayları karşısında derin bir sessizliğe gömülmüş durumda. 

 

Aynı şekilde emekli aylıkları ve asgari ücret konusunda tasarruf tedbirlerini gerekçe göstererek son derece “rasyonel” davranan iktidar, söz konusu olan imtiyazlı şirketler olunca nepotizmi tercih etmekten çekinmiyor. Yakın zamanlardaki bir gazete haberi “Yap-İşlet-Devret modeliyle inşa ettirilen köprü ve otoyollar için 2025, 2026 ve 2027 yıllarında ödenmesi öngörülen garanti tutarının 328,7 milyar TL olduğunu” ifade ediyor. Bütün bunlar, ne kadar gelişmiş düzeyde olursa olsun iktidara bağlı anaakım medya tarafından yönlendirildiği bilinen büyük propaganda aygıtının gücünü bile aşan bir kesinlikte, dikkatleri başka bir yere çekiyor. 

 

Orası, artık beka ve dava kavramlarının çağrışımlarıyla örtbas edilmek istenen sanal gündemler değil, herkesin yeni bir sese kulak kabarttığı yeni bir çıkış, yeni bir istikamet, Ergenekon’dan çıkış gibi yeni bir başlangıç!

 

Toplumun buradan çıkıp çıkamayacağını hep birlikte göreceğiz.

 

__

¹Karl Popper (2020), Bitmeyen Arayış, Serbest Kitaplar, Ankara, s. 186.

²Gül Işık (2015), İspanya: Bir Başka Avrupa, Metis Yayınları, İstanbul, s. 27.

³Hakan Aksay, “Ülke olarak böyle bir ‘dünya lideri’ne yakışıyor muyuz hiç?” , T24, https://t24.com.tr/yazarlar/hakan-aksay/ulke-olarak-boyle-bir-dunya-lideri-ne-yakisiyor-muyuz-hic,46509.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.