Ölümle Randevumuz Var
Virüs krizi hayatımızın gerçekte ne olduğuna odaklanmamızı sağlayacak mı? Bilakis. Liberal kapitalist dünya düzeninin sonuna tanık oluyoruz. Ve bazı kudretliler bunu zaten biliyor olabilir.
Hitchcock’un Psycho’sundaki ikinci cinayeti (dedektif Arbogast’ınkini) hatırlayın: Bu cinayet, kötü şöhretli duş cinayetinden bile daha sürpriz. Duş cinayeti tamamen beklenmedik bir sürprizdi, burada şok edici bir şey olacağını biliyorduk, tüm sahne bunu göstermek için çekildi, ancak gerçekleştiğinde yine de şaşırdık… Neden? Nasıl olur da en büyük sürpriz tam olarak nasıl gerçekleşeceği söylendiğinde gerçekleşir? Cevap bariz: Çünkü bunun olacağına gerçekten inanmadık. Korona virüsünün yayılmasıyla da benzer bir şey oldu: Salgın bilimciler virüsün bize ulaşacağı hakkında bizi uyarıyorlardı, doğrulukları şimdi kanıtlanmış net tahminlerde bulunmuşlardı.
Greta Thunberg, politikacıların bilimi dinlemesi gerektiğini iddia ettiğinde haklıydı ancak daha çok “önsezilerimize” (Trump bu kelimeyi kullanmıştı) güvenmeye eğilimliydik; nedenini anlamak kolay. Şu anda olup biten şimdiye kadar imkânsız sandığımız bir şey:
Hayatımızın/dünyanın temel koordinatları yok oluyor. Virüse ilk tepkimiz, yakında uyanacağımız bir kabus olmasıydı. Şimdi bunun olmayacağını biliyoruz, virüslü bir dünyada yaşamayı öğrenmeliyiz, yeni bir yaşam dünyasının acı içinde yeniden inşa edilmesi gerekecek.
Ancak devam eden salgınlarda söylem ve gerçekliğin başka bir kombinasyonu var: Sadece bilgimiz aracılığıyla düzenlendiğinde gerçekleşebilecek maddi süreçler var: Bize X felâketinin olacağı söyleniyor, bundan kaçınmaya çalışıyoruz ve bundan kaçınmak için bulunduğumuz girişimler yüzünden bu gerçekleşiyor… W. Somerset Maugham’ın yeniden anlattığı “Samara’da randevu” hakkındaki eski Arap hikâyesini hatırlayın: Bağdat’ın kalabalık bir pazarında çalışan bir köle orada Ölüm’le karşılaşır; bakışlarından dehşete kapılmış bir şekilde evine, efendisine koşar ve ondan kendisine bir at vermesini ister; böylece bütün gün kaçıp, akşamında ölümün onu bulamayacağı Samara’ya ulaşır. İyi kalpli efendi sadece köleye bir at sağlamakla kalmaz, aynı zamanda pazara da gider, Ölüm’ü arayıp bulur ve sadık hizmetçisini korkuttuğu için onu azarlar. Ölüm cevaplar: “Ama hizmetçinizi korkutmak istemedim. Sadece bu gece Samara’da bir randevumuz olmasına rağmen burada ne yaptığını görünce şaşırdım… ”
Ölümü Erteleyebilir misin?
Ya bu hikâyenin mesajı, bir insanın ölümünün önlenmesinin imkânsız olduğu, ondan kaçmaya çalışmanın sadece onu ölüme daha çok yaklaştıracağı değil de aksine, birinin kaderi kaçınılmaz kabul etmesi ve onun pençelerini kırmasıysa? Oedipus’un anne babasına, oğullarının babasını öldürüp annesiyle evleneceği önceden bildirildi ve bu kaderden kaçmak için atılan ilk adımlar (onu büyük bir ormanda ölümüne maruz bırakmak), kehanetin bu girişim olmadan yerine getirilmesini sağladı; kaderden kaçınmak için atılan bu adım olmasaydı kader kendini gerçekleştiremezdi. Bu, ABD’nin Irak’a müdahalesinin kaderine açık bir benzetme değil mi?
ABD bu köktenci tehdidin işaretlerini gördü, onu önlemek için müdahale etti ve böylece güçlendirdi. Tehdidi kabul etmek, görmezden gelmek ve böylelikle pençelerini kırmak daha etkili olmaz mıydı? Hikâyemize geri dönersek, pazarda Ölüm ile karşılaştıktan sonra hizmetçinin buna şöyle cevap verdiğini hayal edin: “Benimle ilgili sorunun nedir? Benimle yapacak bir şeyin varsa yap, yoksa defol git!” Daha da şaşkınlıkla, Ölüm şöyle bir şey mırıldanırdı: »Ama… Samara’da buluşmamız gerekiyordu, seni burada öldüremem!« Ardından da kaçardı (muhtemelen Samara’ya). Korona virüsü planında sürü bağışıklığı bahsi işte buna dayanmaktadır:
“Belirtilen amaç, salgını yönetmek ve gelecek kış /… / yıkıcı bir ‘ikinci dalgayı’ önlemek için “sürü bağışıklığına” ulaşmaktı. Nüfusun büyük bir kısmı ciddi hastalık geliştirme riski altında değil: Kabaca 40 yaşına kadar olan kişilerde. Bu nedenle düşünce, mükemmel bir dünyada kimsenin enfeksiyon riskini almasını istemesek de, genç insanlarda bağışıklık yaratmanın, bir bütün olarak nüfusu korumanın bir yolu olduğu yönündedir.”
Buradaki bahis şu ki; bilmiyormuş gibi davranırsak, yani tehdidi görmezden gelirsek, gerçek hasar bilerek hareket ettiğimiz hâlden daha küçük olabilir. Muhafazakâr popülistlerin bizi ikna etmeye çalıştığı şey bu: Randevumuzun Samara’sı ekonomik düzenimiz ve tüm yaşam biçimimizdir, böylece salgın bilimcilerin uyarısını duyar ve gerçekliğimizden kaçarak tepki verirsek (izolasyon ve karantina vb.), virüs kaynaklı küçük yüzdeli ölümlerden çok daha büyük bir felâket (yoksulluk, ıstırap…) getireceğiz.
Bununla birlikte, Alenka Zupančič’in işaret ettiği gibi, “işe geri dönelim”, Trump’ın işçi sınıfına yönelik bakış açısında neyin yanlış olduğuna dair örnek bir durum: Salgının aynı zamanda kendileri için ekonomik bir felâket olduğu, izolasyonu göze alamayan, ekonomik çöküşün kendileri adına virüsten daha büyük bir tehdit oluşturduğu sıradan düşük ücretli insanlara hitap ediyor. Virüsün tabiî ki iki etkisi var. İlki, işçiler öyle korkunç bir durumdalar ki, yoksulluk onlar için virüsten daha büyük bir tehdit hâlini aldı. Bundan büyük ölçüde Trump’ın ekonomi politikası (refah devletini parçalamak) sorumlu.
İkincisi, gerçekten “işe gidecek olanlar” yoksullar, zenginler ise rahat izolasyonlarında kalacaklar. Her zaman biz kendimizi izole edebilelim diye bunu yapamayan bazılarının – sadece izolasyonumuzu mümkün kılanlar değil (sağlık çalışanları, gıda üreticileri ve gıda teslimatıyla ilgilenenler, elektrik ve su tedariki ile ilgilenenler vb.), aynı zamanda kendi kendine izolasyon oluşturacak yeri (“evi”) olmayan mülteciler / göçmenlerin olduğunu aklımızda tutmalıyız. Bir mülteci kampında tıkılıp kalmış binlerce insana sosyal mesafeyi koruma ihtiyacı nasıl açıklanır? Sadece hükümetin 14 günlük izolasyon emri verdiğinde milyonların büyük şehirlerden kırsal bölgelere ulaşmaya çalıştığı Hindistan’daki kaosu hatırlayın.
Yalnızca hayatta kalma paniğine indirgenmiş bireyler, iktidarın ideal özneleri olduğu için, tüm bu yeni bölünmeler, virüs tehdidi tarafından tetiklenen gelişmiş sosyal kontrolün devam edeceğine ve özgürlüğümüzü kısıtlayacağına dair sol-liberal endişenin, ölümcül kısıtlılığına işaret ediyor. Tehlike çok gerçek -en uç örnek, belirsiz bir süre için kendisine kararnamelerle karar alma hakkını tanıyan bir yasa çıkaran Viktor Orban. Bununla birlikte, bu endişe bugün aslında tam da tersi şekilde cereyan eden durumu kaçırıyor: İktidardakiler bizi krizin sonucundan sorumlu tutmaya çalışsa da (uygun mesafeyi koruyun, emirlerimizi takip edin, şimdi hepiniz sorumlusunuz…), gerçek tam tersi. Bizim, öznelerin devlet iktidarına mesajı: Emirlerinizi memnuniyetle takip ederiz, ancak onlar SİZİN emirlerinizdir ve onlara itaat etmenin tamamen işe yarayacağının garantisi yoktur. Devlet iktidarı panik içinde çünkü sadece durumu kontrol edemediklerinin farkında değiller, aynı zamanda bizim de, onların öznelerinin de, bunu bildiğimizi biliyorlar – iktidarın iktidarsızlığı şimdi açığa çıkıyor.
Sürü Bağışıklığı Tek Şansımız mı?
Çizgi filmlerdeki klasik sahneyi hepimiz biliyoruz. Kedi bir uçurumun kenarına ulaşır ancak ayaklarının altında zemin olmadığını göz ardı ederek yürümeye devam eder; tam da aşağıya bakıp uçurumu fark ettiğinde düşmeye başlar. Otoritesini kaybettiğinde, rejim uçurumun üzerindeki bir kedi gibidir: Düşmek için sadece aşağıya bakması gerektiği hatırlatılmalıdır… Fakat bunun tersi de geçerlidir: Otoriter bir rejim son krizine yaklaştığında, rejimin çözülmesi iki adımı takip eder. Gerçek çöküşünden önce gizemli bir kopuş meydana gelir: Aniden insanlar oyunun bittiğinin farkına varırlar, artık korkmazlar. Sadece rejimin meşruiyetini kaybetmesi değil, iktidarı kullanmasının kendisi bir muktedir panik tepkisi olarak algılanır. Humeyni devriminin kısa bir değerlendirmesi olan Şahların Şahı‘nda Ryszard Kapuscinski, bu kopuşun kati anını tayin etti: Tahran’da bir arayolda, tek bir gösterici, bir polisin kendisine yoldan uzaklaşması için bağırmasına mukabil hareket etmeyi reddetti ve mahcup olan polis basitçe geri çekildi; birkaç saat içinde tüm Tahran bu olaydan bahseder bir hâl aldı ve haftalarca sokak çatışmaları devam etmesine rağmen, herkes bir şekilde oyunun bittiğinin farkına vardı. Bugün benzer bir şeyin süregeldiğine dair göstergeler var: Devlet aygıtlarının bünyesinde topladığı tüm diktatöryel güçler temel iktidarsızlıklarını daha da hissedilir kılıyor.
Burada, halkın devlet aygıtlarının dışında yerel olarak kendi kendine örgütlenmesine bir açılım olarak bu güven parçalanmasını kutlamanın cazibesine karşı koymalıyız. Bugün “hizmet eden” ve en azından görece güvenilebilecek etkin bir devlete her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Yerel toplulukların kendi kendine örgütlenmesi, ancak devlet aygıtı ile ve bilim ile birlikte işe yarayacaktır. Şu anda, modern bilimin, tüm gizli önyargılarına rağmen, kültürlerarası evrenselliğin baskın formu olduğunu kabul etmek zorundayız. Salgınlar, bilimin bu rolde kendini savunması için iyi bir fırsat sağlıyor.
Herkes İzolasyonu Karşılayamaz
Ancak burada yeni bir sorun ortaya çıkıyor: Bilimde de büyük bir Öteki yok, tam olarak güvenebileceğimiz, tartışmasız olarak her şeyi bildiği varsayılan bir özne yok. Ciddi salgın bilimciler tarafından savunulan farklı sonuçların yanı sıra ne yapılması gerektiğine dair farklı öneriler var. Veri olarak sunulanlar bile, ön fikirlere dayanan anlayışların barizce süzgecinden geçer; zayıf, yaşlı bir kişinin gerçekten virüsten öldüğüne nasıl karar verilir? Ayrıca, hâlâ daha fazla insanın korona virüsten başka hastalıklardan hayatını kaybediyor olmasının krizi hafifletmek için yanlış kullanılmaması gerekliliğine rağmen, sağlık sistemimizin korona virüs üzerindeki sıkı odağının, acil olmadığı düşünülen hastalıkların tedavisinin (insanları kanser, karaciğer hastalıkları için test etmek vb.) ertelenmesine yol açtığı doğrudur. Nitekim sıkı önlemlerimiz uzun vadede virüsün doğrudan etkisinden daha fazla zarar oluşturabilir. (Karantinanın korkunç ekonomik sonuçlarından bahsetmeye gerek bile yok. Nisan ayının başında, Güney İtalya’da yeni yoksulların yerel gıda ayaklanmaları zaten patlamış, polis Palermo’daki gıda dükkanlarını kontrol altına almak zorunda kalmıştı.) Çin tarzı tam kontrol ile daha gevşek “sürü bağışıklığı” yaklaşımı arasındaki seçim gerçekten tek seçenek mi? Burada sadece bilimsel bilgiye dayanmayacak zor kararlar verilecek – devlet iktidarının salgınları kalıcı bir acil durumu dayatmak için bir bahane olarak kullandığını salık vermek kolaydır, ancak bu uyarıları yapanlar hangi alternatif kararı önermekteler?
Salgınlara tepkimiz sadece iktidardakilerce yönetilen bir panik değil (büyük sermaye neden böyle bir mega kriz riskini alsın?), bu hakiki ve sağlam bir telaştır. Ancak medyamızın neredeyse korona virüse münhasır olan odağı tarafsız gerçeklere değil, açıkça ideolojik bir seçime dayanıyor. Belki burada sade bir komplo teorisi bulunabilir: Mevcut küresel kapitalist düzenin temsilcileri, eleştirel Marksist analistlerin bir süredir işaret ettiği şeyin – bildiğimiz sistemin derin bir kriz içinde olduğunun, mevcut liberal esnek düzenin devam edemeyeceğinin bir şekilde farkındaysa ve yeni bir biçim dayatmak için salgınları acımasızca kullanıyorsa ne olacak? Salgınların en olası sonucu, yeni bir barbar kapitalizmin hüküm süreceği yönündedir: Birçok yaşlı ve zayıf feda edilecek ve ölmelerine izin verilecek, işçiler çok daha düşük yaşam standardını kabul etmek zorunda kalacak, yaşamlarımızdaki dijital kontrol kalıcı bir özellik alacak, sınıf ayrımları artık bir ölüm kalım meselesinden çok daha fazla olacak… İktidardakilerin şimdi uygulamak zorunda oldukları Komünist önlemlerin ne kadarı kalacak?
Bu yüzden Yeni Çağ tinsel meditasyonlarındaki “virüs krizi hayatlarımızın gerçekte ne olduğuna odaklanmamızı sağlayacak” konusunda çok fazla zaman kaybetmemeliyiz. Gerçek mücadele şu olacak: Liberal kapitalist Yeni Dünya Düzeni’nin yerini hangi toplumsal biçim alacak? Bu Samara’daki gerçek randevumuz.
Bu yazı 1 Nisan 2020 tarihinde Welt sitesinde yayımlanmış olup, Mustafa Kaymaz tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.