Omar: Uluslaşma, Diaspora ve Sinema
Şeytanın bizden yana ve bizden biri gibi davranmasına hazırlıklı değiliz. Bizi saran koruyucu kolların birer hapishane ve saçlarımızı okşayan ellerin aslında birer hapishane parmaklığı olduğunu kavramak herkesin harcı değildir. İçine yuvarlandığımız gayya kuyusundan çıkmak için bize önerilen çözümlerin bizatihi kuyuda kalmamızı temine yönelik tuzaklar olduğunu fark etmek ciddi bir çaba, emek ve bilinç ister.
Zihnimizin ulus-devlet tandemi ile manipüle edildiği ve neredeyse bu iki kavramı birbirinden ayrı düşünme olanağının elimizden alındığı bir çağda, fiili olarak var olmayan bir ülkenin ulusal sinemasından bahsedilebilir mi? Filistin Sineması, bir ülkenin fiili varlığına bağlı olmadan da bir ulusal sinemanın tüm zorluklara rağmen mümkün olduğunu yüreklice ortaya koymaktadır. Aynı handikabı Kürt sineması için de düşünebiliriz. Hatta Kürt Sineması ülkesizliğin yanına dilsizliği (Türkçe konuşan bir Kürt sineması) de ekleyerek bu savı çok daha cüretkâr bir alana taşır. Çünkü sanat, değeri kendinden menkul bir yaratım eylemidir.
Toprakları işgal edilmiş, kendisini koruyacak bir devleti olmayan ve yükseltilen devasa duvarlarla adeta bir açık hava hapishanesine dönüşen bir ülkede sinema; elbette işkence, çatışma ve direniş hikâyelerini anlatmaya soyunacak, bireysel kaygılardan çok kolektif anlatıları esas alacaktır. Zulme, eziyete ve zorlu koşullara rağmen karşı direnişin devamını sağlayan ve bu uğurda çekilen acıların kutsiyetini temin eden azim, özveri ve kahramanlık öykülerini baş tacı edecektir. Bu açıdan Filistinli sanatçılar için sinema, yaratıcı yetilerin sergilendiği sanatsal bir etkinlikten öte hem politik hem de sosyo-kültürel alanda görünür olmanın ve seslerini duyurmanın yegâne aracıdır.
Mülteci kamplarında doğan ve kendi toprağında film çekme imkânı olmayan sinemanın sığınacağı yer diaspora olacaktır. Her diaspora sineması gibi köklerinden koparılmanın beraberinde getirdiği kaygı, kimlik bunalımları ve unutulmaya terk edilmiş hafızanın yeniden inşası, bu sinemanın beslendiği ana damarlardan birkaçını oluşturacaktır.
Filistin diaspora sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri Hany Abu-Assad’dır. Hany; direniş, diaspora ve bireysel kaygıları da es geçmeyen hikâyelerini, komedi unsurlarının serpiştirildiği popüler ve hızlı Hollywood sinema dili ile anlatmasıyla sivrilir. 2013 tarihli “Ömer” filmi, hem Hany’nin hem de diaspora sinemasının uluslararası başarı kazanmış nadide örneklerinden biridir.
Bir Amacı Olmak mı Yoksa Bir Amaca Bağlılığı Sürdürmek mi Değerlidir?
Gündüzleri bir fırında çalışan Ömer, geceleri çocukluk arkadaşları Tarık ve Amjad ile Filistin direnişi için silah talimleri yapmaktadır. Kontrol noktasında bir İsrail askerinin öldürülmesi ile sonuçlanan olaya karışan gençler İsrail güvenlik güçlerinin tutuklama, işkence ve sinsice yönlendirmelerine maruz kalırlar. Bu olay gençleri şüphe, tereddüt ve ihanetle örülü zorlu seçimlerde bulunmaya zorlar. Filmde gelişen olaylar ve kahramanların yaptıkları seçim ve eylemler bize şu gerçeği dikte eder: Hayatta bir amaç sahibi olmak ve bu amaç için eylemlerde bulunmak değerlidir. Ancak hayatın zorlu koşulları altında yol alırken gerekçe, bahane ve çaresizliklerin ardına sığınmadan ilk amaca sadakatle bağlı kalmayı sürdürebilmek çok daha değerlidir.
Filmin başlarında baskı, işgal ve zorbalığın bir metaforu olarak sergilenen ve mahalle aralarına örülen devasa duvarı rahatlıkla tırmanan kahramanın, işgal kuvvetleri ile dirsek teması ve ihanetle suçlanması sonrası aynı duvarı aynı iple ve aynı kolaylıkla geçememesi ve duvardan düşmesi, işaret ettiği göndermeler ve sinemasal dil açısından gayet başarılıdır. Ömer’in kaçma sahnelerindeki kapalı kapılar, aniden beliren duvarlar, daracık ve çıkmaz sokak görüntüleri Filistin’in dört bir yandan sıkıştırılmışlığına göndermedir.
Dost Yüzlü Düşmanın Teşhisi
İsrail askerinin öldürülmesi ile sonuçlanan olaya karışan Ömer, şüpheli sıfatıyla gözaltına alınır. Herhangi bir falso vermeme adına Filistinli farklı direniş örgütlerinin kendisine yaklaşmalarına prim vermez, onlarla konuşmaz ve onların her türlü temasına mesafeli durur. Delilleri olmadığını bildiğinden bırakılma beklentisi içerisindendir. Bu amaçla hapishanedeki baskı, tehdit ve işkenceye dayanır ve suçunu itiraf etmez. İşkence ile istediği itirafı alamayan hapishane yönetimi başka bir yol dener ve kutsal kitaplarda “şeytanın sağdan yanaşması” diye tabir edilen taktiği kullanıma sokar. Mitolojik Troya savaşında da öyle olmamış mıydı? Apaçık düşmana karşı kalelerini cesurca savunan ve kahramanca çarpışan Troyalılar, Tanrılara adak olarak sunulan tahta atla aldanıp yenilmemişler miydi? Aşağıda detayları verilen sahne, dikkatimizi insan doğasının olağan ezeli ve ebedi yanılgısına çeker. Sanat, insan doğasının anlaşılmasına yönelik kavrayış imkânının artmasından başka nedir ki?
Yemekhanede tek başına yemek yiyen Ömer’in masasına, mahkûm kıyafetleri içerisinde, kırlaşmış sakalı ve başında beyaz takkesi ile güven veren bir adam selam vererek oturur:
– Ben Hasan İsmail. El Aksa şehitlerinden. Sen kimlerdensin?
Ömer cevap vermez. Adam, görme zorluğu çeken, zayıf ve nahif bir adam edasıyla gözlüklerini temizler ve konuşmaya devam eder.
– Neyle suçluyorlar?
Tekrar sessizlik. Takkeli adam devam eder.
– Seni uyarmalıyım. Dikkatli ol. Önümüzdeki günler senin için çok önemli. Gerçi bunu bildiğine eminim. İlk önce bir muhbir yollarlar yanına, onlar için çalışan bir mahkûm. Sana tüm sırlarını anlatır. Ona güvenirsin, sen de kendi sırlarını anlatırsın. Ama adamın üstünde bir dinleme cihazı olur. Gözünü dört aç, ne yaptığını kimseye anlatma. İtiraf etmediğin sürece hiç kimse seni mahkûm edemez.
Etkileyici bakışlarla ona baktıktan sonra devamında şunu söyler:
– Kulağını iyice aç. Şayet itiraf edersen istemediğin şeyler yaptırırlar. Onlara mecbur kalırsın, seni muhbir yaparlar. O yüzden dikkatli olman lazım. Asla muhbir olma. Geri dönüşü yok bunun. Bir hain için geri dönüş olmaz.
Etkileyici konuşması ve kendisinden yana yardımcı olması kahramanımızı etkiler ve Ömer kendisini bir şeyler söyleme noktasında mecbur hisseder ve konuşmaya başlar:
– Endişelenmeyin. Asla itiraf etmem.
Bu cevap karşısında takkeli adam başını sallayarak,
– Aferin, aferin der.
Bir kesme yapılır ve Ömer’in iki gardiyan eşliğinde sorgu odasına götürülmesini izleriz. Sorgu odasında bekleyen Ömer’in yanında elinde kahve fincanı ve artık üzerinde mahkûm kıyafetleri ve takkesi olmayan adamı, sorgu memuru olarak görürüz. Ömer’le birlikte bizler de bir anlığına sarsılır ve şok oluruz. Adam dinleme cihazını açar ve aralarında geçen ve bizim de şahit olduğumuz konuşmayı ona dinletir ve şöyle der:
– Hâkimlerimize göre bu konuşma bir itiraf sayılır!
Düşmanın bizi açlık, korku ve eza ile sindirmesine alışkınız ve buna sabır, cesaret ve onurla karşı durabiliriz. Yine düşmanın bizi şehvet, mal ve mülkle ayartmasına da alışkınız ve buna da aşkla, iyilikle ve adaletle karşı durabiliriz.
Ancak şeytanın bizden yana ve bizden biri gibi davranmasına, Allah’ın adı ile bizleri aldatmasına hazırlıklı değiliz. Bizi saran koruyucu kolların birer hapishane ve saçlarımızı okşayan ellerin aslında birer hapishane parmaklığı olduğunu kavramak herkesin harcı değildir.
İçine yuvarlandığımız gayya kuyusundan çıkmak için bize önerilen çözümlerin bizatihi kuyuda kalmamızı temine yönelik tuzaklar olduğunu fark etmek ciddi bir çaba, emek ve bilinç ister.
Evet, ellerinde asayla dolaşan Musaların birer firavun, bizleri tedavi eden şifacıların birer katil ve dünya cenneti vaat edenlerin birer cehennem zebanisi olduğunun teşhisi, apaçık bir düşmanla mücadeleden öte belki de kendi egolarımızın, hırslarımızın ve cahilliklerimizin üstüne çıkılması ile mümkün olacaktır.