“Önce Amerika” Maskaralığı

Trump yönetimine rehberlik eden doktrin bir çeşit dış politika gerçekçiliğiymiş gibi sunulsa da çelişkilerle dolu.

önce amerika

Tucker Carlson, Fox News’e prime-time program yaptığı dönemde, “Ukrayna ve Rusya arasındaki çatışmada neler olup bittiği neden umurumda olsun? Şaka olsun diye sormuyorum. Niye umurumda olsun ki? Neden Rusya’yı desteklemeyeyim. Ki destekliyorum” diyordu. 

 

O zamanlar bu Freudyen bir sürçme gibi görünüyordu. 

 

Göze batan iç çelişkiyi bir yana bırakırsak (yani Ukrayna’da ne olduğunu gerçekten umursamayan biri neden Rusya’dan yana olsun ki?) Carlson’ın sözleri, birbirinden oldukça farklı (ve aslında birbiriyle bağdaşmayan) iki dış politika perspektifini birleştirme yönündeki yaygın eğilime işaret ediyor. Uzun bir hikâyesi olan bu sürçmenin, Trump döneminde ABD dış politikasına ilişkin tartışmalar üzerinde kafa karıştırıcı ve gizemli bir etkisi var.

 

Carlson’ın cümlelerinin “Ukrayna ve Rusya arasındaki çatışmada neler olup bittiği neden umurumda olsun?” diye sorduğu kısmı, “Önce Amerika” milliyetçiliği veya dış politika gerçekçiliği olarak nitelendirilen bir bakış açısını ifade ederken, ikinci kısmı (“Neden Rusya’yı desteklemeyeyim? Ki destekliyorum”), Carlson ile derin ideolojik yakınlıkları olan Başkan Yardımcısı JD Vance’in görüşlerine çok daha yakın ve çok daha karanlık bir anlam taşıyor.

 

Carlson yorumlarının bazı kesimleri kızdırdığını fark etmiş, geri adım atmaya çalışmış ve “Programın başlarında, Rusya ve Ukrayna arasındaki çekişmede Rusya’yı desteklediğimi belirtmiştim” demiş ve “Elbette şaka yapıyorum. Ben sadece Amerika’yı destekliyorum” diye eklemişti. Tabii açıklaması münferit bir açıklama olmaktan çok uzaktı. Başka bir vesileyle “Neden Ukrayna’nın tarafını tutalım ki? Neden Rusya’nın tarafında değiliz? Kafam çok karışık” diye gevelemiş, başka bir yayında da bunu çok daha açık bir şekilde dile getirmişti: “Bence Rusya ve Ukrayna arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsak Rusya’nın tarafını tutabiliriz. Görüşüm bu.”

 

Carlson bu konuda pek de tek başına sayılmaz. Amerikan sağının Carlson ve Vance’in temsil ettiği bazı kesimlerinde Vladimir Putin’e yönelik sempati oldukça fazla. Muhafazakâr Claremont Enstitüsü’nde kıdemli bir araştırmacı olan Christopher Caldwell, Putin’i “zamanımızın önde gelen devlet adamı” olarak nitelendiriyor, ‘Dünya sahnesinde onunla kim rekabet edebilir ki?’ diyor.

 

Nixon ve Reagan döneminde Beyaz Saray’da görev yapmış olan, The American Conservative dergisinin kurucu editörlerinden Pat Buchanan, 2013 yılında daha da ileri giderek Putin’in “insanlığın geleceği için verilen kültür savaşında” “bizden biri”, yani sözde paleomuhafazakâr olduğunu savunmuştu. (“Paleoconlar” liberteryenler ve serbest piyasa Cumhuriyetçilerinin aksine, serbest ticaret anlaşmalarına karşı çıkıyor, göç kontrolünün sıkılaştırılmasını, işçi sınıfına fayda sağlayan politikaları destekliyor. Paleoconlar neo-muhafazakârlardan farklı olarak genellikle askeri müdahalelere karşılar, demokratikleşme planlarına karşı da oldukça şüpheciler).

 

Buchanan’a göre “Amerika’nın isteğe bağlı kürtajı, eşcinsel evliliği, pornografiyi, rastgele cinsel ilişkiyi ve Hollywood değerlerinin tümünü kucakladığını” düşündüğümüzde Putin “geleneksel değerlerin savunucusu olarak” oldukça cezbedici.

 

Artık 86 yaşında olan Buchanan ulusal sahnede bir zamanlar olduğu kadar önemli bir figür olmasa da (yıllarca haber programlarındaydı, 1992, 1996 ve 2000’de olmak üzere üç kez başkanlığa aday oldu), Trump’ın yükselişine zemin hazırlamada ne kadar önemli olduğunun altını çizmek lazım. “Önce Amerika!” (ünlem işaretli) Buchanan’ın 2000 yılındaki başkanlık kampanyasının sloganıydı. Buchanan, Trump’ın kartviziti haline getireceği ideolojik zemini yıllar önce hazırlamıştı. Deneyimli gazeteci Jeff Greenfield, Trump için “Pat Buchanan’ın zamanlaması daha iyi olanı” diyor.

 

Vance tutumunu çerçeveleme konusunda daha dikkatli. Putin’e tutkusu Buchanan’ınki kadar değil ya da en azından onunki kadar açıktan değil. “2023’te Washington’daki muhafazakâr bir düşünce kuruluşu olan Heritage Foundation’ın 50’nci yıldönümünün kutlamaları çerçevesinde yaptığı bir konuşmada ‘Amerika’yı Ukrayna’dan çıkarın!’ diye feryat ediyordu. 2022’de Arizona valiliği ve 2024’te ABD Senatosu için adaylığını koyan ancak ikisi de olamayan ve şu aralar ABD Küresel Medya Ajansı’nın kıdemli danışmanlığını yürüten MAGA demirbaşı Kari Lake, Budapeşte’deki 2023 Muhafazakâr Siyasi Eylem Konferansı’nda (Conservative Political Action Conference, CPAC) “Ukrayna’nın sınırlarını değil, kendi sınırlarımızı korumaya yatırım yapmalıyız diyorum” diyerek “Önce Amerika” pozisyonunu kısa ve öz bir şekilde ifade ediyordu.

 

“Önce Amerika” milliyetçiliği ve dış politika gerçekçiliği birbirinin aynısı değil, ancak bu iki bakış açısı Lake’in sözlerinde ifade edilen, ABD’nin çıkarlarının diğer ülkelerin çıkarlarından öncelikli olması gerektiği, evimizdeki sorunlara yabancı topraklardaki sorunlardan daha fazla öncelik vermemiz gerektiği inancında birleşiyor. Bu görüşün kökleri ABD tarihinin derinlerinde. George Washington 1796’da yaptığı veda konuşmasında yabancı ülkelerle ilişkilere karşı uyarıda bulunmuş ve “belirli uluslara karşı kökleşmiş karşıt duyguların ve diğerlerine karşı tutkulu bağlılıkların dışlanması gerektiğini” savunmuştu. 1821’de Dışişleri Bakanı (ve sonraları başkanı) John Quincy Adams, dış politikada “itidal” savunucuları için bugün bile bir referans noktası olan “yok edilecek canavarlar aramak için yurt dışına gitmeye” karşı herkesçe bilinen bir uyarıda bulunmuştu. 1992 yılında, Bosna’daki savaşın başlangıcında, Dışişleri Bakanı James Baker’ın “Buradan bir çıkarımız yok” dediği belirtiliyor.

 

Bu görüşler genellikle “izolasyonist” olarak nitelendirilir. Çoğunlukla bir aşağılama biçimi olarak kullanılan bu yüklü terimden kaçınmayı tercih ediyorum. (1952 yılında Amerikalı siyaset yazarı Walter Lippmann, izolasyonist teriminin “oldukça dikkatli kullanılması gerektiğini, aksi takdirde kafa karıştırmaktan ve yanlış yönlendirmekten başka bir işe yaramayacağını” savunuyordu.) Çok az insan kendisini gerçekten izolasyonist olarak adlandırsa da Trump, “Önce Amerika” etiketini tutkuyla benimsiyor. 2016’da yaptığı bir dış politika konuşmasında “‘Önce Amerika’ yönetimimin ana ve öncelikli teması olacak” demişti. Hemen herkes realist olduğunun düşünülmesini ister.

 

Ukrayna’ya Karşı Aktif Düşmanlık

 

Ancak gerçekten tutarlı bir “Önce Amerika”cı, bırakın başka ülkelerin iç siyasetini, ülkeler arasındaki savaşlarda bile taraf tutmaz. Uluslararası ilişkiler teorisinin diliyle, realistler diğer devletleri bilardo topu gibi görürler: İçlerinde ne olduğu değil, birbirlerine nasıl çarptıkları ve çarptıktan sonra nasıl sektikleri ve küresel bilardo masasında devletinizin stratejik çıkarlarını nasıl takip ettiğiniz önemlidir. Diğer devletlerin içişleri bizi ilgilendirmez, bizi ilgilendiren uluslararası sahnede yapıp ettikleridir. 

 

Trump yönetiminin yaklaşımıysa kesinlikle böyle değil. Başkan ve özellikle başkan yardımcısı Rusya’nın yanında yer alıyor ve Ukrayna’ya karşı aktif bir düşmanlık besliyor. Savaş konusunda tarafsız değiller. Aslında, biraz farklı şekillerde de olsa Putin’e sempati duyuyorlar: Trump, Rus liderle daha çok psikolojik ve estetik düzeyde, gücü yansıtan ve hiçbir şeyin yoluna çıkmasına izin vermeyen bir diktatör olarak özdeşleşirken; Vance, Putin’in ideolojik projesine sempati duyuyor ve onu liberalizme ve “küreselciliğe” karşı bir kültür savaşçısı olarak görüyor. Vance ve entelektüel yörüngesindeki diğerleri sadece Ukrayna’ya karşı Rusya’nın yanında yer almakla kalmıyor, iç düşmanlarına karşı da (merhum Alexei Navalny gibi muhalefet liderleri, feminist rock grubu Pussy Riot üyeleri, çoğu ülkeyi terk eden Ukrayna işgalini eleştirenler, muhalif entelektüeller ve yazarlar) Putin’in yanında yer alıyor.

 

Bu tutum Rusya’nın da ötesine geçiyor. Vance Almanya’daki son seçimler konusunda tarafsız olmaktan çok uzaktı. Bir tabuyu yıkarak Almanya için Alternatif (AfD) lideri Alice Weidel ile bir araya geldi ve aşırı sağcı partiye yakınlık duyduğunu açıkça ifade etti. Aynı gezi sırasında Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı çok tartışılan konuşmasında, Avrupalı liderleri dış politikalarından ziyade iç politikaları nedeniyle eleştirdi ve onları aşırı sağcı hareketleri marjinalleştirmek ve ifade özgürlüğünü baskı altına almakla suçladı. Vance “Avrupa’ya karşı en çok endişe duyduğum tehdit Rusya, Çin ya da başka bir dış aktör değil. İçeriden gelen tehdidi endişe verici buluyorum” diyordu.

 

Bulgar yazar Ivan Krastev, Trump ve Vance’in demokrasileri içişlerinden dolayı rutin olarak azarladıklarını ancak aynı standartları çok daha ağır baskılardan suçlu otoriter rejimlere nadiren uyguladıklarını belirtiyor. Bu arada, Putin’in uzun süredir sağ kolu olan Dmitri Medvedev’in Vance’in Avrupalılara özetle “Demokrasiniz zayıf, seçimleriniz çöp ve temel insan ahlakını ihlal eden kurallarınız saçmalık. Üstelik ifade özgürlüğünüz bile yok!” dediği konuşmasına sevinmesi pek de şaşırtıcı değil. 

 

Amerikan sağının Viktor Orban ile olan “özel ilişkisini” de unutmayalım. CPAC 2023 konferansını Budapeşte’de düzenledi ve açılış konuşmasını Macaristan Başbakanı yaptı. Etkinliğin ABD ayağında Orban, Macaristan’ın kapılarını büyük göçmen nüfusuna açan çeşitli Avrupa devletleri gibi “karışık ırklı” bir ülke olmaya direnmesi gerektiğini söyledi. (Üst düzey yardımcılarından biri, Orban’ın konuşmasının bir “Nazi” tarafından yapılmış bir konuşma gibi göründüğünü söyleyerek istifa etti.) Trump da benzer şekilde göçmenlerin Amerika’nın “kanını zehirlediği” uyarısında bulunuyor.

 

“Önce Amerika” kavramı da tıpkı Lippmann’ın “izolasyonizm” için ileri sürdüğü gibi kafa karıştırıcı ve yanıltıcı. Savunucuları bizi sadece tarafsızlık ve itidalden oluşan realist bir dış politika izlediklerine inandırmak ister ancak gerçekte hem savaşan ülkeler arasındaki kavgadan hem de bu ülkelerin içindeki çatışmalardan çıkar sağlamaya çalışırlar. Bir yandan uzak diyarlarda “neler olup bittiğine” kayıtsız kaldıklarını söylerken, diğer yandan diktatörlere ve savaş suçlularına olan düşkünlüklerini açığa vurur ya da el çabukluğuyla bunu inkâr ederler. Carlson, JD Vance’den daha boşboğaz olsa da ikisi de özünde benzer ideolojik ruha sahip. Vance “pek çok tuhaf, sağcı alt kültüre bağlı olduğunu” söylemişti. Bu alt kültürde Putin, AfD ve diğer aşırı sağcı parti ve liderlere yakınlık oldukça yaygın.

 

Önce Amerika Komitesi

 

Tarafsızlık konusundaki müphemlik, 1940 yılında ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girmesine karşı çıkmak için kurulan Önce Amerika Komitesi’ne kadar uzanıyor. O zamanlarda prensipte tarafsızlık savunuluyordu: Bırakalım Avrupalılar savaşsın. Bizi ilgilendirmez. Komite bu ideolojik yelpazedekilere hitap ediyordu ancak taraftarları arasında pasifistler ve sosyalistler de vardı. Komitenin en görünür üyesi, havacı Charles Lindbergh ise açıktan Nazilere sempati duyuyor, önde gelen diğer sözcüler gibi rejimin propagandasını destekliyordu. Nihayetinde bu tutum komitenin ilerici ve merkezci destekçilerini uzaklaştırdı, ulusal çapta itibarını zedelendi. Komite bu çelişkilerin ağırlığı altında çöktü ve 1941 yılında da dağıldı.

 

“Önce Amerika” milliyetçiliğine başlangıcından bu yana eşlik eden bu çelişkiler günümüzde de varlığını sürdürüyor. Siyaset yazarı Jacob Heilbrunn son kitabı Amerika: Sağın Yabancı Diktatörlerle Yüzyıllık Aşkı’nda (America Last: The Right’s Century-Long Romance With Foreign Dictators) muhafazakârların Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman İmparatoru II. Wilhelm’a, 1920’lerde Mussolini’ye ve 1930’larda Hitler’e, İspanyol diktatör Francisco Franco ve Şilili General Augusto Pinochet’ye ve 1980’lerde apartheid dönemi Güney Afrika’sına duydukları tutkuyu ele alıyor.

 

Heilbrunn, muhafazakârların Ukrayna gibi konulardaki tutumlarını genellikle realist terimlerle çerçevelendirdiğini, asıl motivasyonunsa gözden kaçtığını vurguluyor. Heilbrunn, Putin’in köşeye sıkıştırılmasının NATO’nun genişlemesinden kaynaklandığının düşünüldüğünü, bu gibi yakınmaların “dış politika gerçekçiliği ile ilgili olmadığını” öne sürüyor. Bu yakınmalar, LGBTQ haklarını reddetmesi, Rus Ortodoks kilisesine verdiği destek ve erkeklik kültü nedeniyle Putin’e gerçekten hayranlık duyuluyor olmasından kaynaklanıyor. 

 

Buchanan ve Vance’in dünya görüşünde, dış ve iç politika alanlarını birbirinden ayırmak imkânsız. Buchanan Putin’e övgüler düzerken bunu açıkça ortaya koyuyor. “20’nci yüzyılın ikinci yarısındaki belirleyici mücadele Doğu ile Batı arasındaki dikey bir mücadele iken, 21’inci yüzyıldaki mücadele yatay bir mücadele olabilir; her ülkedeki muhafazakârlar ve gelenekçiler çok kültürlü ve ulus ötesi bir elitin militan sekülerizmine karşı saf tutabilir.”

 

Buchanan’a göre Putin, “geleceğin ‘Biz ve Onlar’ arasındaki dünya çatışmasını, tüm kıtalardaki ve ülkelerdeki muhafazakârların, gelenekçilerin ve milliyetçilerin, çökmekte olduğunu düşündüğü Batı’nın kültürel ve ideolojik emperyalizmine karşı durduğu bir çatışma olarak yeniden tanımlamaya çalışıyor.”

 

Vance’in 28 Şubat’ta Oval Ofis’te Volodimir Zelenski’ye kurduğu pusuda, Ukrayna Devlet Başkanı’nın “Pennsylvania’ya gidip Ekim ayında muhalefet için kampanya yürüttüğünden” şikâyet etmesi dikkat çekiciydi. “Muhalifler İçindeki Muhalifler: Sovyet Sonrası Rusya’da İdeoloji, Siyaset ve Sol” (Dissidents Among Dissidents: Ideology, Politics and the Left in Post-Soviet Russia, 2022) kitabının yazarı Rus siyaset teorisyeni Ilya Budraitskis, Vance’in bakış açısına göre “Putin’in potansiyel bir dış politika ortağı olmaktan ziyade ‘küresel liberal elitlere’ karşı ortak mücadelede ideolojik bir müttefik” olduğunu belirtiyor. (Aslında Vance’in iddiası yanlıştı. PolitiFact’ın da belirttiği gibi Zelenski Pennsylvania’nın Demokrat valisi Josh Shapiro ile bir araya geldi ancak bu bir kampanya etkinliği değildi. Görüşme bir mühimmat fabrikasında gerçekleşmiş ve Ukraynalı lider burada Ukrayna için mühimmat üreten işçilere teşekkür etmişti).

 

Tarihçiler Matthew Specter ve Varsha Venkatasubramanian da son makaleleri “‘Önce Amerika: Milliyetçilik, Yerlilik ve Faşizm Sorunu, 1880-2020” (‘America First’: Nationalism, Nativism, and the Fascism Question, 1880–2020) başlıklı makalelerinde bu noktanın altını çiziyorlar. “Önce Amerika” sloganının her zaman iki ayrı düzeyde işlediğini ileri sürüyorlar. Hem “ulusal kimlikle ilgili bir sorunun cevabı: ‘Biz kimiz?’” Hem de “eylemle ilgili bir sorunun cevabı: ‘Uluslararası ilişkilerde nasıl hareket etmeliyiz?’” Böylece “göçmenlik politikası ve dış politika alanlarını tek bir sembolde birleştirmeye” hizmet ediyor. Nitekim, Trump’ın bu sloganı ilk olarak “güney sınırından gelen ve (beyaz) Amerikan vatandaşlarının güvenliğini tehlikeye atan göçmen ‘sürüleri’ korkusunu körüklemek için” kullandığı belirtiliyor.

 

“Önce Amerika” milliyetçiliğini dış politika gerçekçiliğiyle bağdaşmaz kılan da iç meselelere, özellikle de göç ve demografik değişim gibi kimlikçi ve ırksal meselelere, bu derece önem vermesi. Yönetim ve destekçileri, Trump ve Vance’in dış politika yönelimlerini realist bir kisve altında sunarken, çok farklı bir gündemi de gizlice içeri sokuyorlar.

 

Hem öyle hem böyle olmaz. Ya kimin kazanacağı umurlarında değil ya da bir tarafı destekliyorlar; yani ya biri ya da diğeri.

 

Bu yazı New Lines Magazine sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.