Orta Sınıf Ortadan Kaybolurken…
Orta sınıfın krizi, tüketim bağlamında üst sınıfa yaklaşabilirken aslında üretim noktasında hep alt sınıfta olduğunu unutmasından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede ekonomik kriz dönemleri sadece orta sınıfı anlam itibarıyla aşındırmamakta, demokrasi gibi pahalı bir siyasal rejimi de giderek imkânsızlaştırmaktadır.
Bir terim olarak “sınıf” ile en erken haşır neşirliğimiz genellikle ilkokulda olur ve birinci sınıf, okuma yazmayı öğreneceklerden müteşekkil ve bütün sınıflar içinde en kıdemsizi olmasıyla hiç de matah bir yer değildir. İlginç bir şekilde, Latince “bölmek/ayırmak” anlamına gelen “classis”, XIV. yüzyıl Fransızcasında “classe” olarak öğrenci gruplarını ve XVI. yüzyıl İngilizcesinde de “class” olarak askerî grupları ifade etmek için kullanılmıştır. Sınıfın “toplumsal statü” anlamında kullanılması için XVIII. yüzyılı ve tabii ki özünde birer burjuva devrimi olarak o zaman dek bilinen bütün toplumsal yapıları hallaç pamuğu gibi atan Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni beklemek gerekecektir.
Öte yandan hayat, ilkokuldan başlamak üzere tüm eğitim-öğrenim hayatınızdaki sınıfların önündeki sayma sayılarının aksine, başta ekonomik-politik ve sosyo-kültürel anlamlarda birinci sınıfa mensubiyeti motive eder. Böylece Titanik batarken sınıfınızla doğrudan orantılı olarak indirilen ilk filikalarda kendinize yer bulup yaşama şansınızı diğer sınıflara göre artırabilirsiniz. İşte teori ve pratik arasındaki makasa dair ilk öğrendiklerinizden birisi “birinci sınıf=üst sınıf” bilgisi olunca, bundan sonraki her bilgiye haklı olarak şüpheyle yaklaşıp “gerçek hayatta ne işimize yarayacak?” diye sorabilirsiniz. Dahası “Yaşam taraf tutar, ölüm ise tarafsızdır” gibi romantik ifadelere kamyon arkası edebiyatı zevkinizi okşamasının ötesinde bir anlam atfetmiyorsanız, yaşamın son parçası olarak ölümün de en az yaşam kadar bal gibi taraf tuttuğunu, çeşitli tabakalara ayrılmış bu sınıfsal dünyada yaşadığınız sürece biteviye fark edersiniz. Örneğin, “sınıfsız toplum” idealinin nomenklatura ve aparatçik daçalarıyla nasıl yerle bir edilip fantastikleştirdiğini artık tarihin karanlık yüzünde kalan Sovyet tecrübesiyle hakk-el-yakin müşahede ettik.
İşin özü, insanlar arasındaki biyolojik özelliklerinden başlamak üzere gelen her eşitsizlik, sınıflı toplumu mümkün kıldığı gibi bu yapıyı insanlık tarihiyle özdeşleştirmektedir. Her ne kadar modern kapitalist dünya bir klişe olarak Hindistan’daki kast sistemi kadar geçirgenliğe kapalı değilse de sınıf içi mobilizasyonun bile hiç de kolay olmadığı hepimizin günlük tecrübesi haline gelmiştir. Bu çerçevede kapitalizm küreselleşirken gelen dönüşümle önce nicel ve nitel anlamda genişleyen orta sınıf, üretim araçlarını kaybettikçe proleterleşmekle kalmayıp prekaryalaştıkça da irtifa kaybetmektedir. Esnek üretim tarzı, freelance, adjunct ve çevrimiçi çalışma modülleri prekaryalaşmayı giderek pekiştiren hatta bir norm haline dönüştüren diğer süreçlerdir.
İki yılı aşan COVID-19 pandemisi ve sonrasında emtia fiyatlarındaki yükselişin küresel enflasyona dönüşerek hayat pahalılığını her alanda astronomik fiyatlar olarak önümüze sermesiyle, evvelden demokrasinin teminatı olarak lanse edilen orta sınıf, bu süreçte artan otoriteryenleşmenin hem destekçisi hem de mağduru haline gelmiştir. Örgütsüzlüğünün pekiştirdiği üst ve alt sınıflar arasındaki sıkışmışlığını, artık en azından tüketim profili itibarıyla üst sınıfa çıpalama gayretiyle öteleme umudu gittikçe tükenen orta sınıfa yakılan ağıtlar da dünyanın her yerinde giderek yükseliyor. O zaman şu arabesk soruyu sormamız gerekiyor:
Ne Olacak Bu Orta Sınıfın Hali?
Alt başlıktaki soruyu cevaplamadan önce “Nedir bu orta sınıf?” sorusunun cevabını arayıp buldukça orta sınıfın mevcut hali de, ne olacağı da ne olduğuyla ilintili olarak aydınlanacaktır. Ontolojik anlamda herhangi bir ‘orta’dan bahsedebilmek için bir üst ve bir de alt olmak üzere en az iki farklı konumun da ayrıca var olması eşyanın tabiatı gereğidir. Orta, bu ontolojinin epistemolojik olarak vücut bulmasıyla, üst ve alt konumların aritmetik ortalaması ve/ya medyanı olabilir. Orta böylece -pozitif anlamda- üst ve alt arasında vasatîliği, -negatif anlamda- da vasatlığı çağrıştırmaktadır. Daha da kötüsü, bu orta hali hem ortaya/ortalığa düşmeyi, ortada kalmayı ve “köprü” metaforunda olduğu gibi Edward Saidci anlamda “yersiz yurtsuz”luğu da ifade etmektedir. Bu “iki cami arasında kalmış bînamaz” halini sınıfa uyguladığımızda orta sınıf zımnen toplumun ortalamasını yansıtıp nominal olarak genişlediğinden herkes bir anda orta sınıfın parçası olabilmektedir.
Öte yandan aslında herkesin ait olduğu bir sınıf, aslında hiç kimsenin ait olmadığı bir sınıftır; hatta böyle bir sınıfsal genişlik nominal olarak olabilse bile reel bir karşılığa tekabül etmemektedir. Özellikle alt sınıf, yüksek eğitim olanaklarının en azından genelde okullaşma oranı ve özelde açık öğretimin artmasıyla, Avrupa Yakası’ndaki “Burhan” karakteri gibi “Ben de üniversite mezunuyum” diyerek kendisini orta hatta üst sınıf sayabilmektedir. Öte yandan Burhanlar da haksız değildir. Çünkü eğitim-öğretim olanaklarının yaygınlaşması alt sınıfın elitleşmesine imkân tanıdığı gibi toplumsal dinamizmi de canlı tutmaktadır. Teorik olarak bir kuşakta orta sınıf ve bir sonraki kuşakta da üst sınıf olma ihtimali bile alt sınıf için oldukça iç gıcıklayıcıdır. Böylelikle kapitalizmin toplumsal büyüsü sıra dışı sınıf atlamalarıyla bezeli başarı hikâyeleri sayesinde kendisini hep canlı tutmakta ve müşteri çekmektedir. Kapitalizm daha az başarı hikâyesini parlatıp vitrine koydukça gözümüzden ve gönlümüzden ırak sayısız başarısızlık hikâyesi unutturulmaktadır. Kaldı ki; başarılı bir reklamcılık hamlesiyle başarısızlık hikâyeleri de pek tabii farklı bağımsız değişkenlere hamledilerek aslında birer başarı hikâyesi olarak takdim edilebilir. “Siz neden başarısız olasınız ki?” alt metniyle de özellikle sistemin gelecekteki taşıyıcıları gençlere mebzul miktarda umut pompalanmaktadır. İzahtan vareste olduğu üzere umut sadece fakirin ekmeği olmayıp kapitalizmin de temel besin kaynaklarındandır ve hepimiz üst sınıfa geçişe hazır birer Burhan haline getirmek de onun başarısıdır.
Hepimiz Burhanız!
Ortodoks Marksist anlamda sınıfları üretim araçları mülkiyeti üzerinden tanımladığımızda aslında mülklü burjuvazi ve mülksüz proleter olmak üzere iki sınıf karşımıza çıkmaktadır. Bu minvalde orta sınıf giderek üretim araçlarını büyük burjuvaziye kaptırıp proleterleşen küçük burjuvazi ve nihai kertede proleter olmasına rağmen burjuvazinin çıkarlarını koruyarak büyük bir gelire ve dolayısıyla servete ulaşan yönetici sınıfa tekabül etmektedir. Bu çerçeveye kamu bürokrasisinde ve üçüncü sektör olarak adlandırılan sivil toplum kuruluşlarında (STK’lar) oldukça iyi gelirlere sahip profesyonelleri dahil etmedim bile.
Tabii ki, dünya öyle siyah-beyaz diyalektiği kadar kolay ve ucuz/cu değildir. Elbette sermayenin tabana yayılmasıyla yönetici olmadan bir proleterin çalıştığı şirketin ve/ya borsaya kote olmuş ya da olmamış şirket/ler/in hissedarı ve/ya kira, faiz ve hazine bonosu gibi iratlarıyla yeni bir tür finans küçük burjuvası olması ihtimal dahilindedir. Özellikle günümüzde kripto piyasalar ve evinizde bile yapabileceğiniz veri madenciliği ile işinizde emeğinizi kiralarken ekran kartları da size bir gelir sağlamaktadır. Bu da XIX. yüzyıl erken sanayi kapitalizminin keskin çizgilerinin flulaşmasıyla aslında her şeyin bulanıklaştığını da akılda tutmamızı gerektirmektedir. Böylece genelde sınıf meselesinin ve özelde de orta sınıf meselesinin neden karmaşıklaştığını anlayabiliriz. Kaldı ki; üretim araçları mülkiyetiyle değil tüketim bakımından Protestan ahlâkıyla minimalist bir yaşamı kendisine şiar edinmiş burjuvazinin karşısında, bağlı bulunduğu gelir segmentinden bağımsız dudak uçuklatan harcamalarıyla bambaşka bir tüketim kültürünün var ettiği bir orta sınıf da mevcuttur.
Bu saydığım muğlaklıklardan dolayı orta sınıf nicel anlamda artsa da derinliğini kaybetmekte ve ekonomik anlamda enflasyonist orta sınıfı içi boş ve kof bir şişkinlikle belirdiği bir gazlanmaya sürüklemektedir. İnsanlık tarihi kadar eski olan ekonomik krizler ile sosyal ve siyasal uzantıları bir anlamda bu şişkinliği/gazı/köpüğü dağıtmaya yaramaktadır. Sözün özü, Marksist anlamda üretim ilişkilerinden burjuvazileşememiş ama Weberyen anlamda tüketim ilişkilerinde hassaten kredi mekanizmalarıyla orta sınıf olabilenler, sıkı para politikası ve/ya enflasyonla mücadele dönemlerinde kredi musluklarının da kesilmesiyle sadece sınıfsal değil bir anlam krizi de yaşamaktadırlar.
Türkiye özelinde içinden geçmekte olduğumuz ekonomik krizde orta sınıfın sorunlarının belirginleşmesi işte yukarıda anlattığım anlam krizinin bir yansımasıdır. Ülkenin küresel kapitalist sisteme entegre olmasının miladı 24 Ocak Kararları’nın (1980) mimarı ve sonrasında Başbakanlığı döneminde (1983-1989) Turgut Özal’ın, geniş toplum kesimlerini de bu yapıya entegre edebilmek veya en azından yapıyı içselleştirebilmelerini sağlayabilmek için kullandığı “orta direk” kavramı aslında Demokrat Parti’nin (DP) “her mahallede bir milyoner yaratmak” idealinin başka bir versiyonuydu. Bunu Tansu Çiller’in de 1994 Ekonomik Kizi’ne kadar dilinden düşürmediği “herkese iki anahtar” vaadi takip ederken, her istediğini yiyerek zayıflamayı öneren absürt diyet programlarına nazire yapan tüketerek zenginleşmek mümkünmüş gibi bir safsata adeta herkesin benliğini ele geçirdi. Bunda kapitalizmin hedonist tarafının zayıf bünyeleri ve dimağları ele geçirmedeki kolay para kazanarak köşe dönme sufleleri de hep etkili olageldi.
İşte orta sınıfın krizi, tüketim bağlamında üst sınıfa yaklaşabilirken aslında üretim noktasında hep alt sınıfta olduğunu unutmasından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede ekonomik kriz dönemleri sadece orta sınıfı anlam itibarıyla aşındırmamakta, demokrasi gibi pahalı bir siyasal rejimi de giderek imkânsızlaştırmaktadır. Çünkü demokrasinin sadece teorik olarak geniş orta sınıflara ihtiyacı, onların demokrasiye sahip çıkmalarıyla interaktif bir şekilde örtüşmektedir. Orta sınıf, kendini yeniden üretip varlığını mümkün kılamadıkça alt sınıfa düşmektedir. Haliyle orta sınıf, özgürlük ideallerinin yerini yaşam mücadelesi vermeye ayıran her organizma gibi, güvenlik endişelerinin beslediği otoriter hatta totaliter yönelişlere yelken açmaktadır. Haliyle bir yandan orta sınıf ortadan kalkarken ona bel bağlayan demokrasinin de berhava olması ve tüm dünyada giderek artan şekilde otoriter hatta totaliter eğilimlerin revaç bulması hiç de şaşırtıcı değil. Dahası demokrasi için orta sınıfı güçlendirmek gerekli olduğu gibi, demokrasi aşınırken de orta sınıfın da zayıflaması kaçınılmaz bir sonuç olarak bir kısır döngüyü oluşturuyor.
Orta sınıfı değerli kılan sahip olduğu dönüştürücü gücüdür; zira orta sınıftakiler üst sınıfa çıkma umutlarını üst sınıflar gibi davranarak gösteriyorlar ve bunun sonunda toplumda yukarıya doğru bir yönelişi bu sınıf kamçılıyor. Bunun en önemli göstergesi hizmet sektöründeki özellikle plaza çalışanlarının başta yeme-içme ve giyim alışkanlıklarının adeta plaza sahibi gibi olması ve gelir gruplarından bağımsız artık alışkanlık haline getirdikleri tüketimlerini koruma gayretleri. Hatta içinden geçmekte olduğumuz bu ekonomik krizde bu tüketim alışkanlıklarını koruyarak bir nevi kuyruğu dik tutma çabası içinde olduklarını kendileri sosyal medyada ifşa etmekte beis görmüyorlar. Zaten bu devrimci ve dönüştürücü güçlerini de perakende sektöründe “Üç Harfliler” olarak bilinen zincir marketlerin reyonlarına parmesan peyniri sokarak gösterdiler. Sonuç olarak, ya orta sınıf bu dönüştürücü gücünü tüketimden üretime çevirecek ve böylece yeni bir devrimi tetikleyecek ya da toplumun piramit yapısı daha da keskinleşerek orta sınıf alt sınıfa doğru yuvarlanacak; çünkü tedbir alınmazsa ortaya düşenin ortadan kaybolması mukadderdir.