Ortadoğu’yu Sadece Ortadoğu Kurtarabilir
ABD, askeri gücü ve İsrail ile olan benzersiz ilişkisi nedeniyle bölgede önemli bir oyuncu olmayı sürdürecek. Ancak Washington’ın İsrail-Filistin çatışmasını kesin olarak sona erdirecek büyük bir pazarlık yürütebileceği yönündeki her türlü beklenti günümüz Ortadoğu’sunun gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, büyük diplomatik atılımların önemli ölçüde bölgenin kendisinden gelmesi ve bölgeye bağlı olması kuvvetle muhtemel.
2024’ün ilk haftalarında, Gazze Şeridi’ndeki yıkıcı savaş daha geniş bir bölgeyi alevlendirmeye başladığında, Ortadoğu’nun istikrarı konusu bir kez daha ABD dış politika gündeminin merkezine oturmuş görünüyordu. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarını izleyen günlerde Biden yönetimi iki uçak gemisi filosunu ve nükleer enerjiyle çalışan bir denizaltısını Ortadoğu’ya gönderirken, Başkan Joe Biden da dahil ABD yetkilileri bölgeye üst düzey ziyaretlerde bulundu. Çatışma kontrol altına alınması güç hale geldikçe de daha ileri gitti. ABD, Kasım ayı başlarında, İran destekli grupların Irak ve Suriye’deki ABD askeri personeline yönelik saldırılarına yanıt olarak İran Devrim Muhafızları’nın kullandığı Suriye silah depolarına saldırılar düzenledi. ABD güçleri Ocak ayı başlarında Bağdat’ta bu gruplardan birinin üst düzey komutanlarından birini öldürdü. Ocak ayı ortalarında da yine İran tarafından desteklenen Husi hareketinin Kızıldeniz’de ticari gemilere yönelik haftalar süren saldırılarının ardından Birleşik Krallık ile birlikte Yemen’deki Husi kalelerine bir dizi saldırıda bulundu.
Bu güç gösterisine rağmen, ABD’nin uzun vadede Ortadoğu’ya büyük diplomatik ve güvenlik kaynakları ayıracağına güvenmek akılsızlık olur. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından çok daha önce, birbiri ardına gelen ABD yönetimleri, yükselen Çin’le daha fazla ilgilenmek için bölgeden uzaklaşma niyetinde olduklarının işaretlerini vermişlerdi. Biden yönetimi bir yandan da Rusya’nın Ukrayna’daki savaşıyla uğraşıyor, bu da ABD’nin Ortadoğu ile başa çıkma gücünü daha da kısıtlıyor. ABD’li yetkililer 2023 yılına gelindiğinde İran’la nükleer anlaşmayı yeniden canlandırmaktan önemli ölçüde vazgeçmiş, İranlı muhataplarıyla gayrı resmi anlaşmalar yaparak gerilimi azaltma arayışına girmişti. ABD yönetimi aynı zamanda üzerindeki güvenlik yükünün bir kısmını Washington’dan alarak Suudi Arabistan gibi bölgesel ortaklarına devretmek için bölgedeki ortaklarının askeri kapasitesini güçlendiriyordu. Biden başlarda ABD istihbaratının Suudi gazeteci ve Washington Post yazarı Cemal Kaşıkçı’nın 2018’de öldürülmesinden sorumlu olduğuna inandığı Riyad’la iş yapma konusunda isteksiz olsa da Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkileri normalleştirmeye yönelik bir anlaşmaya öncelik verdi. Bu anlaşmada ABD her iki tarafa da önemli teşvikler sunmaya hazırdı ancak Filistin meselesini görmezden geliyordu.
7 Ekim, Filistin meselesinin merkeziliğini vurgulayarak bu yaklaşımı altüst etti ve ABD’yi daha doğrudan askeri angajmana zorladı. Yine de Gazze’deki savaş Washington’ın güttüğü politikanın ekseninde önemli bir değişime yol açmadı. İsrail Filistinliler için ayrı bir devlet kurulmasına karşı çıkıyor ve Suudilerse herhangi bir anlaşmada Filistinlilere ayrı bir devlet kurulmasını şart koşuyor olsa da ABD yönetimi Suudi Arabistan’la normalleşme konusunda ısrarını sürdürüyor. ABD’li yetkililerin ABD’yi Ortadoğu’daki çatışmalardan uzak tutma çabalarına son vermesi de pek olası görünmüyor. Bilakis, savaşın giderek karmaşıklaşan dinamikleri ABD’nin bölgeye angaje olma isteğinin daha da azalmasına yol açabilir. Ortadoğu’daki taahhütlerde diretmek kritik bir seçimin yapılacağı göz önünde bulundurulduğunda Amerika’daki siyasi partilerden herhangi biri için kazandıran bir strateji olmayabilir.
Elbette ABD Ortadoğu’ya müdahil olmaya devam edecektir. ABD güçlerine yönelik füze saldırılarının Amerikalıların ölümüyle sonuçlanması ya da Gazze çatışmasıyla bağlantılı bir terör saldırısında Amerikalı sivillerin ölümüne neden olması, ABD’yi isteyebileceğinden daha büyük bir askeri angajmana zorlayabilir. Ancak ABD’nin Gazze’yi etkin bir şekilde yönetme ve kalıcı bir Ortadoğu barışı sağlama konusunda liderliği üstlenmesini beklemek Godot’yu beklemek gibi olur: Mevcut bölgesel ve küresel dinamikler Washington’ın baskın bir rol oynamasını bayağı zorlaştıracaktır. Bu, diğer küresel güçlerin ABD’nin yerini alacağı anlamına gelmez. ABD’nin etkisi zayıfladığında dahi ne Avrupa ne de Çin liderleri, bu görevi üstlenmeyle ilgilendi ya da böyle bir çaba içinde oldu. Ortaya çıkan bu gerçeklik karşısında bölgesel güçlerin; özellikle de İsrail’in yakın Arap komşuları Mısır ve Ürdün’ün yanı sıra savaş başladığından bu yana birlikte hareket eden Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) acilen adım atması ve ileriye dönük ortak bir yol belirlemesi gerekiyor.
Hamas’ın 7 Ekim’deki acımasız saldırısı ve İsrail’in Gazze’deki yıkıcı harekâtının ardından ortak bir paydada buluşmak son derece zor olacaktır. Bunun yanında savaş ne kadar uzun sürerse, Ortadoğu’da daha büyük çatlakların oluşma riski de bir o kadar artacaktır. Saldırılardan önceki yıllarda hem Arap hem de Arap olmayan devletler bölge genelinde ilişkilerin büyük ölçüde sıfırlanması anlamına gelen yeni işbirliği biçimlerinin ortaya çıkabileceğini gösterdi. Aylar süren savaştan sonra bile bu bağların çoğu sağlam kaldı. Şimdi, bu eğilim tersine dönmeden, söz konusu hükümetler çatışmaların önlenmesi ve nihayetinde barışın sağlanması için kalıcı mekanizmalar oluşturmak üzere bir araya gelmelidir.
Öncelikle bölgesel güçler İsrailliler ve Filistinliler arasında anlamlı bir siyasi süreci desteklemelidir. Aynı zamanda böyle bir felaketin tekrar yaşanmasını önlemeye yönelik kararlı girişimlerde de bulunmalılar. Özellikle de ABD liderliğinde olsun ya da olmasın istikrar sağlayabilecek yeni ve güçlü bölgesel güvenlik düzenlemeleri oluşturmaya çalışmalılar. Ortadoğu’nun bölgesel güvenlik için kendi güçleri arasında kalıcı bir diyalog zemini oluşturacak bir foruma sahip olmasının zamanı çoktan geldi. Trajediden fırsat yaratmak çok çalışmayı ve en üst siyasi düzeyde kararlılık göstermeyi gerektiriyor. Bu vizyon bugün ne kadar uzak görünse de Ortadoğu liderlerinin şiddet sarmalını durdurma ve bölgeyi daha olumlu bir yöne taşıma potansiyeli var.
Nüfuz Kaygıları
Biden yönetimi savaşı sona erdirmek için kararlı adımlar atmayarak büyük bir hayal kırıklığına neden olsa da Washington’daki müdahale yanlılarının yanında Arap liderlerden bazıları ABD’nin Ortadoğu’ya “geri döndüğünü” görmeye can atıyor olabilir. Biden yönetiminin hızlı diplomatik ve askeri tepkisi ve İran’a bağlı gruplara karşı güç kullanma konusundaki kararlılığı bölgenin bir kez daha ABD’nin ulusal güvenlik kaygılarının merkezinde yer aldığını gösteriyor. Aslında, askeri güç açısından ABD bölgeden hiç ayrılmadı: 7 Ekim saldırıları sırasında bölgede konuşlanmış on binlerce ABD askeri bulunuyordu. Washington Bahreyn ve Katar’daki büyük askeri üslerinin yanı sıra Suriye ve Irak’ta daha küçük askeri birlikler bulundurmayı sürdürüyor.
Ancak ABD’nin 7 Ekim’den bu yana yürüttüğü askeri ve diplomatik faaliyetler güven telkin etmedi. Bir kere, ABD yönetiminin daha geniş çaplı bir bölgesel çatışmayı önleme çabaları kesinlikle karmaşık. Washington en kaygı verici patlama noktalarından birini, İsrail’in Lübnan sınırında Hizbullah ile yaşadığı ve her iki tarafta da giderek artan şiddeti engelleyemedi. Önemli askeri ve sivil kayıpların yanı sıra on binlerce sivil kuzey İsrail ve güney Lübnan’daki kasabaları boşaltmak zorunda kaldı. Şu ana kadar Hizbullah ekonomik tavizler karşılığında güçlerini sınırdan çekmeyi reddetti. Beyrut’ta üst düzey bir Hamas yetkilisine suikast düzenleyen İsrail ise diplomasi için zamanın tükenmekte olduğunun sinyallerini verdi.
Bu arada ABD, İran’ın Irak, Suriye ve Yemen’deki vekillerinden gelen askeri baskıyı kontrol altına almaya çabalıyor. Savaşın başlamasından bu yana Irak ve Suriye’deki ABD güçleri bu gruplardan gelen 150’den fazla saldırıyla karşı karşıya kaldı. ABD ve Birleşik Krallık’ın bir dizi misillemesine rağmen Washington, Husilerin Kızıldeniz’deki amansız füze ve insansız hava aracı saldırılarını sonlandıramadı. Husiler şimdiden uluslararası ticarette önemli aksamalara yol açarak büyük nakliye şirketlerini Süveyş Kanalı’nı kullanmaktan kaçınmaya zorladı. ABD’nin bu tehdide karşı çokuluslu bir deniz gücü oluşturma girişimleri, ABD yönetiminin Gazze politikalarına ihtiyatla yaklaşan Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bölgesel ortaklardan destek alamadı.
Washington’ın askeri manivela gücü azaldıkça diplomatik gücü de zayıflıyor. Üst düzey ABD hükümet yetkililerinin süregelen bölge ziyaretleri, bir kararlılıktan ziyade ABD’nin nüfuzunun ne kadar az olduğunu ya da İsrail söz konusu olduğunda, yönetimin bu nüfuzu kullanma konusundaki isteksizliğini ortaya koydu. Savaşın ilk aylarında, yönetimin görünürdeki birkaç başarısından biri, Kasım ayı sonlarında savaşa bir haftalık ara verilmesi ve bu sayede 100’den fazla İsrailli ve yabancı rehinenin serbest bırakılması ve Gazze’ye mütevazı bir insani yardım ulaştırılmasıydı. Ancak bu durumda bile Katar ve Mısır’ın arabuluculuğu belirleyici oldu. Yoksa ABD (en azından bu yazı yazıldığı sırada) ateşkes çağrısında bulunma konusunda isteksizdi ve yönetimin kamu diplomasisi çoğunlukla İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve sağcı hükümetinin kötüleşen tepkilerini dizginlemeye yönelik retorik çabalarla sınırlı kaldı.
Yönetim, Batı Şeria ve Gazze’de “canlandırılmış” bir Filistin Yönetimi liderliği ve Gazze’nin yeniden inşası için bölgesel destek olarak adlandırdığı şeye odaklanan “ertesi gün” barışı fikrini destekleme konusunda daha açık sözlü oldu. Ancak bölgesel güçler, özellikle de zengin Körfez Arap ülkeleri, Filistin devletine yönelik geri dönüşü olmayan girişimlerde bulunulmadığı sürece bu tür planları desteklemeyeceklerini açıkça belirttiler. ABD’li yetkililerin Suudi Arabistan ile daha büyük bir normalleşme anlaşmasının parçası olarak iki devletli bir çözümün gerekliliğinden daha açık bir biçimde bahsetmeye başlamasının ardından Netanyahu bu olasılığı kesin bir dille reddetti ve Filistin bölgelerinin güvenliğinin tümüyle İsrail’in kontrolünde olması gerektiğinde ısrar etti. Merkezdeki İsrailli yetkililer bile Hamas’a karşı topyekûn savaş devam ederken ABD’nin barış girişimlerini zorlamasına şaşırdıklarını ifade ettiler. Bu arada, ABD yönetiminin savaşta İsrail’i desteklemesi ve Filistinlilerin çektiği acılara empati duymadığı algısı, bırakın Filistinlilerin katılımını, ABD öncülüğündeki herhangi bir planın dahi bölgesel destek bulmasının önüne önemli engeller koydu.
ABD, askeri gücü ve İsrail ile olan benzersiz ilişkisi nedeniyle bölgede önemli bir oyuncu olmayı sürdürecek. Ancak Washington’ın İsrail-Filistin çatışmasını kesin olarak sona erdirecek büyük bir pazarlık yürütebileceği yönündeki her türlü beklenti günümüz Ortadoğu’sunun gerçeklerinden kopuktur. Nihayetinde, büyük diplomatik atılımların önemli ölçüde bölgenin kendisinden gelmesi ve bölgeye bağlı olması kuvvetle muhtemel.
Yalnız ya da Birlikte
Washington’ın Ortadoğu’da azalan etkisinin sonuçları mevcut çatışmayla sınırlı kalmıyor. ABD’nin bölgedeki etkinliği 7 Ekim’den önceki yıllarda azalırken, büyük bölgesel güçler güvenlik düzenlemelerini şekillendirme ve belirleme çabalarını istikrarlı bir biçimde artırdı. Nitekim 2019’dan itibaren bölgedeki hükümetler daha önce gerilimli olan ilişkileri onarmaya başladı. Bu alışılmadık bölgesel yeniden yapılanma sadece ekonomik önceliklerden (daha önce ticareti ve büyümeyi sekteye uğratan ya da engelleyen uyuşmazlıkların aşılması) değil, Washington’ın Ortadoğu’daki çatışmaları yönetmeye olan ilgisinin azaldığı algısından da kaynaklandı.
Körfez ülkeleri ile İran arasındaki yakınlaşmayı ele alalım. 2019’da BAE, üç yıllık bir kopukluğun ardından İran’la ikili ilişkilerini yeniden kurmaya başladı ve ilişkileri doğrudan yönetme ve çıkarlarını Körfez deniz taşımacılığını aksatan ve Emirlik turizm ve ticaretini tehdit eden İran destekli gruplardan koruma fırsatı olarak gördü. Abu Dabi 2022 yılında Tahran ile diplomatik ilişkilerini resmen yeniden başlatarak Riyad’ın da aynı yolu izlemesinin önünü açtı. Uzun süredir birbirine düşman olan Suudi Arabistan ve İran, Umman ve Irak’ın moderatörlüğünde aylarca süren resmî olmayan görüşmelerin ardından, Mart 2023’te Çin’in aracılık ettiği bir anlaşmayla ilişkilerini yeniden başlattıklarını duyurdu. ABD’nin bu anlaşmalarda hiçbir rolü yoktu.
Bu arada 2021 yılında Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE, Müslüman Kardeşler gruplarına verdiği destek, İran ve Türkiye ile yakın ilişki içinde bulunması ve Al Jazeera televizyon kanalı nedeniyle 3,5 yıldır Katar’a koydukları ablukayı sona erdirdiler. Hemen hemen aynı dönemde BAE ve Suudi Arabistan, Katar’a ve Müslüman Kardeşler ile bağlantılı gruplara verdiği desteğe tepki olarak ilişkilerini kestikleri Türkiye ile uzlaştılar. (Suudi-Türk ilişkileri, İstanbul’daki Suudi konsolosluğunda işlenen Kaşıkçı cinayetine ilişkin olarak Türkiye’de yürütülen adli soruşturma nedeniyle de gerilmişti). İlişkileri yeniden başlatan Suudlar ve BAE, zor durumdaki Türk ekonomisine önemli Körfez yatırımlarının kapısını açmış oldu. Mayıs 2023’te ise Arap liderler Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ı Arap Birliği’ne geri çağırarak Suriye’nin acımasız iç savaşı boyunca 10 yıldan uzun zamandır sürdürdükleri tecridi sonlandırdılar.
Ortadoğu’daki hükümetler de bu geniş kapsamlı yeniden konumlanmanın bir parçası olarak çeşitli bölgesel forumlara katılmaya başladı. Irak’ın istikrarını görüşmek üzere ilk kez 2021’de Bağdat’ta ve sonra da 2022’de Amman’da toplanan Bağdat İşbirliği ve Ortaklık Konferansı, İran ve Türkiye, Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi üyeleri ile Ürdün ve Mısır’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda eski hasmı bir araya getirdi. 2020’de kurulan gaz güvenliği ve karbonsuzlaştırma üzerine düzenli bir diyalog olması tasarlanan Doğu Akdeniz Gaz Forumu, Kıbrıs, Mısır, Fransa, Yunanistan, İsrail, İtalya ve Ürdün’ün yanı sıra Filistin Yönetimi’nden temsilcileri bir araya getirdi. 2021 yılındaysa sağlık, altyapı ve enerji konularına odaklanan bölgeler arası ortaklıkları teşvik etmek üzere Hindistan, İsrail, BAE ve ABD’nin yer aldığı I2U2 adlı bir grup kuruldu.
Bu bölgesel yeniden yapılanmanın bir başka yüzü de İsrail’in bazı Arap hükümetleriyle ilişkilerinde normalleşmeydi. Bahreyn, Fas ve BAE’nin 2020 tarihli İbrahim Anlaşmaları’yla İsrail ile resmî bağlar kurmayı kabul etmesi, yeni ekonomik ilişkiler ve ticaret için fırsatlar yarattı. Anlaşmaların hedeflerinden biri İsrail ile Arap dünyası arasında yeni doğrudan güvenlik ilişkilerinin yolunu açmaktı. 7 Ekim saldırılarından önce Biden yönetimi Arap dünyasının önde gelen bir üyesi olarak Suudi Arabistan’ın da bu gruba katılacağına dair büyük umutlar besliyordu. Bu anlaşmalar üzerine inşa edilen Mart 2022 Negev Zirvesi, düzenli bir buluşma olması planlanan ekonomik ve güvenlik işbirliğini teşvik etmek üzere Bahreyn, Mısır, İsrail, Fas, BAE ve ABD’yi bir araya getirmişti.
Ancak normalleşme anlaşmalarında bariz bir şekilde yer almayan Filistin meselesi büyük ölçüde bir kenara itildi. Sonuç itibarıyla Ürdün, Negev Zirvesi’ne katılmayı reddetti ve İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşimleriyle ilgili gerilim 2023’ün başlarında alevlenince grubun toplantısı sürekli olarak ertelendi. Gazze’nin yıkıma uğramasıyla birlikte, daha fazla ilerleme kaydedilmesi artık sadece savaşın sona erdirilmesine değil, Filistin devleti için uygulanabilir bir planın oluşturulmasına da bağlı.
Kopuşlar ve Esneklik
Teorik olarak, Gazze’deki yıkıcı savaşın Ortadoğu’nun yeniden yapılanması için ciddi bir tehdit oluşturduğu düşünülebilir. Çoğu durumda, yeni kurulan bölgesel ilişkiler hâlâ kırılgan ve silahların yayılması, BAE’nin Libya ve Sudan’daki savaşçı grupları desteklemeyi sürdürmesi, İran’ın bölge genelinde devlet dışı silahlı milis gruplara desteği ve Suriye’nin uyuşturucu madde Captagon ihracatı gibi çetrefil konular henüz ele alınmadı. İsrail’in Arap hükümetleriyle yeni yeni normalleşmeye başlayan ilişkilerini tehlikeye atmanın yanı sıra Hizbullah ve Husilerden Suriye ve Irak’taki çeşitli milislere kadar İran destekli grupların giderek artan müdahaleleri, İran ve Körfez ülkeleri arasında yeni çatlaklar oluşturma potansiyeli taşıyor. Ancak şu ana kadar, ortaya çıkan yeniden yapılanmalar şaşırtıcı derecede dayanıklı oldu.
Gazze savaşı İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri bozmak yerine daha da güçlendirmiş görünüyor. Kasım 2023’te İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde Riyad’da nadiren düzenlenen Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı ortak toplantısına katıldı. Aralık ayında da İranlı ve Suudi liderler Gazze savaşını görüşmek üzere Pekin’de bir araya geldi. İki ülke önümüzdeki aylarda Reisi ve Muhammed’in karşılıklı resmî ziyaretlerde bulunmasını da planladı; bu ziyaretlerin yeni ekonomik ve güvenlik ilişkilerini resmîleştirmesi bekleniyor. Özellikle Husiler konusunda aralarındaki gerilimin tırmanmasına rağmen İran ve Suudi Arabistan dışişleri bakanları Ocak 2024’te Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda da bir araya geldi.
Bu arada İsrail ile İbrahim Anlaşması ortakları arasındaki diplomatik ilişkiler de şu ana kadar sürdürüldü. BAE, mevcut krizde bile, İsrail hükümeti ile diyaloğu İsrail-Filistin siyasi çözümünde ilerleme sağlamanın önemli bir yolu olarak gördüğünü açıkça ifade etti. Bahreyn parlamentosu Gazze’ye yönelik saldırıyı kınamış olsa da İsrail ile bağlarını resmen koparmış değil. İki Arap ülkesi için de normalleşme sadece İsrail ile ekonomik bağları güçlendirmek değil, aynı zamanda ABD ile stratejik bağları pekiştirmek anlamına da geliyor. Zira Washington’ın son yıllarda bölgeden uzaklaştığı algısına rağmen Körfez Arap ülkeleri hâlâ ABD’nin güvenlik ve korumasını arıyor: Ocak 2022’de Biden Katar’ı “NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik” olarak tanımladı ve Eylül 2023’te Bahreyn ve ABD stratejik ortaklıklarını güçlendirmek üzere bir anlaşma imzaladı.
Savaşın, özellikle İsrail ve komşusu devletler söz konusu olduğunda bölgesel işbirliğinin önünde yeni engeller yarattığına şüphe yok. Hem Türkiye hem de Ürdün İsrail’deki büyükelçilerini geri çekti. İsrail ile Fas arasındaki direkt uçuşlar Ekim ayında durdu. Ocak ayı sonunda Gazze’de 26 binden fazla kişi öldürülmüş ve ufukta ateşkes görünmezken, Arap kamuoyu normalleşmeye her zamankinden daha güçlü bir şekilde karşı çıkıyordu. Ayrıca pek çok kişi ABD ve İngiltere’nin Husilere yönelik askeri saldırılarının Yemen’deki grubu cesaretlendirebileceğinden ve Husilerin Yemen’de Suudi Arabistan’la yaklaşık 10 yıldır süren savaşında uzun zamandır aranan ateşkesi resmîleştirme çabalarını sekteye uğratabileceğinden korkuyor. Her ne kadar Körfez Arap ülkeleri Tahran’la diplomatik temaslarını sürdürme taahhüdünde bulunmuş olsalar da sadece bölgedeki birkaç yetkili İran’ın stratejik güç oluşturmak ve caydırıcılığını sürdürmek için militan gruplara bel bağladığı “ileri savunma” yaklaşımını değiştireceğinden umutlu. Ocak ayı ortasında İsrail’in saldırılarına karşılık Tahran’ın Irak, Pakistan ve Suriye’ye doğrudan füze saldırısı düzenlemesi ve IŞİD’in İran’ın Kerman kentinde bir saldırı gerçekleştirmesi gerilimi daha da artırdı.
Şimdilik Ortadoğu liderlerinin bu anlaşmazlıkları aşmaya çalıştığına dair işaretler var. Örneğin İran, artan ekonomik baskıyı ve içerideki huzursuzluğu yönetmek için sadece Körfez Arap ülkeleriyle değil, Irak, Türkiye ve Orta Asya ülkelerinin yanı sıra Çin ve Rusya ile de bölgesel iş ve ticaret ilişkilerine yeni bir öncelik verdi. Bu durum, Tahran’ın çeşitli vekil grupları desteklemesine rağmen Gazze çatışmasına doğrudan müdahil olmaktan kaçındığı mesajını veren pragmatik saiklere işaret ediyor. Ancak Gazze’de ateşkes sağlanamaması halinde bölge genelinde misilleme saldırıları arttıkça, İran’ın hesapları da pekâlâ değişebilir.
Gazze Etkisi̇
Paradoksal bir şekilde, bölgeyi bir arada tutan en temel güçlerden biri Gazze’nin içinde bulunduğu müşkül durum ve savaşın tüm dünyanın dikkatini çektiği Filistin meselesi olabilir. Halkın öfkesi ve uzun vadede radikalleşme ve aşırılık yanlısı grupların geri dönme potansiyeliyle karşı karşıya kalan bölge liderleri, savaşa yönelik politikalarını büyük ölçüde birbirine uyumlu hale getirdiler. İsrail ve Filistinlilere yönelik 7 Ekim öncesinin farklı stratejilerine rağmen, Ortadoğu’daki hükümetler acil bir ateşkes talep etme, Filistinlilerin Gazze dışına sürülmesine karşı çıkma, Gazze’ye insani erişim ve acil yardım sağlanması çağrısında bulunma ve savaşın sona ermesi karşılığında İsrailli rehinelerin serbest bırakılması için müzakereleri destekleme konularında büyük ölçüde birleşmiş durumdalar. Şimdi asıl soru bu birlikteliğin meşru bir barış sürecinin inşasına yönlendirilip yönlendirilemeyeceği.
Bölgedeki pek çok Arap ve Müslüman ülke için en büyük öncelik Gazze ve nihayetinde Filistin devleti için net bir plan belirlemek. İsrailli liderler, Suudi Arabistan ve BAE gibi önemli kaynaklara sahip Körfez ülkelerinin Gazze’nin yeniden inşasının maliyetini paylaşabileceğini öne sürdü. Ancak İsrail’in mevcut hükümeti bir Filistin devletine karşı olduğunu söyledi ve savaş devam ederken hiçbir Arap hükümeti böyle bir taahhütte bulunmaya ya da İsrail’in savaş çabalarını finanse ediyor görünmeye istekli değil. Bunun yerine savaş sonrası barış için kendi önerilerini açıkladılar.
Aralık 2023’te Mısır ve Katar, rehinelerin aşamalı olarak serbest bırakılması ve esir takası şartına bağlı bir ateşkesle başlayan bir plan ortaya koydu. Bir geçiş döneminin ardından, güven artırıcı adımlar teorik olarak bir Filistin birlik hükümetinin kurulmasına yol açacaktı. Uzun süredir Filistin Yönetimi’ni kontrol eden milliyetçi parti El Fetih ve Hamas’ın üyelerinden oluşan yeni liderlik, farklı Filistin bölgelerinin artık siyasi olarak ayrılmaması yönündeki kritik bölgesel talep göz önünde bulundurularak Batı Şeria ve Gazze’yi ortaklaşa yönetecekti. Bu son aşama Filistin seçimlerini ve bir Filistin devletinin kurulmasını gerektirecektir. Her ne kadar İsrail hem Hamas dahil edildiği için hem de devlet meselesi nedeniyle bu planı reddetmiş olsa da, plan daha sonraki tartışmalar için bir başlangıç noktası oluşturdu.
Buna karşılık Türkiye, bölgedeki devletlerin Filistin’in güvenliğini ve yönetimini koruyup destekleyeceği, ABD ve Avrupa ülkelerinin de İsrail için güvenlik garantileri sağlayacağı çok ülkeli bir garantörlük sistemi kavramını ortaya attı. Diğerleri ise Birleşmiş Milletler’in Batı Şeria ve Gazze’de Filistin yönetim yapısının elden geçirilmesi için zaman tanıyacak ve nihayetinde Filistin seçimlerine zemin hazırlayacak bir geçiş dönemi otoritesini yürütmesini önerdi. İran ise Filistinliler tarafından desteklenen her türlü sonucu destekleyeceğini defalarca dile getirdi; bu da Tahran’ı bir anlaşmayı desteklemeye ikna etme ve hep oynadığı oyunbozan rolünü engelleme konusunda yeni bir fırsata işaret ediyor.
Bu arada Suudi Arabistan, diğer Arap devletleriyle birlikte, İsrail’le ilişkilerin normalleştirilmesini bir Filistin devletine uzanan ve geri döndürülemez bir sürecin başlatılması şartına bağlayan bir barış planı geliştiriyor. Riyad’ın yaklaşımı, Doğu Kudüs, Gazze ve Batı Şeria’da bir Filistin devletinin kurulması karşılığında Arapların İsrail’i tanımasını taahhüt eden 2002 Arap barış girişimiyle destekleniyor. Suudi Arabistan’ın hâlihazırdaki planı Washington’ın İsrail-Suudi normalleşmesi yönündeki çabalarıyla da örtüşüyor. Ancak Suudilerin, özellikle İsrail’in güçlü direnişi göz önüne alındığında, bir Filistin devletine yönelik inandırıcı ve geri döndürülemez adımları neyin oluşturduğu konusunda Amerikalı mevkidaşlarıyla hemfikir olup olmayacakları belirsizliğini koruyor.
Netanyahu yönetimindeki İsrail hükümeti tüm bu önerileri reddetmeyi sürdürüyor. Ancak Ocak ayı sonu itibarıyla İsrail, Hamas’ı ortadan kaldırmaya yönelik savaş hedefini gerçekleştirmekten çok uzak ve henüz 100’den fazla rehinenin serbest bırakılmasını sağlayamadı. Ayrıca hem savaş kabinesinde hem de İsrail kamuoyunda askeri harekâtın gelecekteki seyri konusunda gerilim artıyor. Dahası ülke, gelecekteki güvenliğine ilişkin herhangi bir ciddi kamusal ya da siyasi tartışmayı savaş bitene kadar erteledi. Bu gerçekleştiğinde de İsrail’in Arap hükümetleriyle diplomatik kanalları açık tutması, onlardan finansman ve güvenlik garantileri alması ve süreç boyunca Washington’ın angajmanını sürdürmesi gerekecek.
Böylesine korkunç bir savaşın ardından ciddi bir barış süreci için gerekli siyasi koşulları oluşturmak yıllar alabilir. Bununla birlikte, çatışma ve çatışmanın bölgesel yansımaları, İsrail-Filistin çatışması tek neden olmasa da bu çatışma devam ettiği sürece bölgesel istikrarın sürekli risk altında olacağını hatırlatmaktadır. Bölgesel hükümetler de kendileri için uygun bir barış süreci sağlama konusunda yalnızca ABD’ye güvenemeyeceklerinin farkına giderek daha fazla varıyorlar.
Rakiplerden Komşulara
Gazze’deki savaş, Filistin meselesini yeniden uluslararası gündemin ön sıralarına taşırken, Ortadoğu’daki önemli yeni siyasi dinamiklerin de altını çizdi. Bir yandan ABD’nin etkisi azalmış görünüyor. Ancak aynı zamanda daha önce anlaşmazlık içinde olanlar da dahil olmak üzere bölgesel güçler inisiyatifi ele alıyor, arabuluculuğa dahil oluyor ve politik tepkilerini koordine ediyor. Başta Mısır, Ürdün, Katar, Suudi Arabistan, Türkiye ve BAE olmak üzere bölgesel güçler 7 Ekim’den önce Filistin meselesinde pek aynı saflarda yer almıyorken, şimdi etkileyici bir birlik, koordinasyon ve planlama ile hareket ediyorlar. Ancak bu ortak kararlılığı kalıcı bir kolektif liderlik kaynağına dönüştürmek için, bu güçlerin daha kalıcı bölgesel kurumlar ve düzenlemeleri benimsemesi gerekiyor.
En önemlisi de bu forumların tüm bölge için daimî bir diyalog forumu içermesidir. Bakanlar için düzenlenen dönemsel zirveler ve Doğu Akdeniz Gaz Forumu ve I2U2 gibi geçici “minitaraflı (minilateral)” gruplaşmalar şüphesiz önümüzdeki yıllarda da bölgesel görünümü belirlemeyi sürdürecek. Ancak bölgesel güvenlik için kalıcı bir forum bulunmuyor. Dünyanın diğer bölgelerinde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı ve Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği gibi işbirliğine dayalı güvenlik forumları, ikili ve bölgesel güvenlik ittifaklarının yanı sıra gelişebilmiş, hasımlar arasında bile iletişimi artırmış ve çatışmaların önlenmesine yardımcı olmuştur. Ortadoğu’nun küresel bir istisna olarak kalması için hiçbir neden yoktur. Bölgenin acil koordinasyon ve gerilimi azaltma ihtiyacı göz önüne alındığında, mevcut kriz böyle bir girişimi başlatma konusunda oldukça önemli bir fırsat sunuyor.
Her ne kadar liderler tüm bölgeyi kapsayan bir forum fikrine şüpheyle yaklaşsa da yeni işbirlikçi güvenlik mekanizmaları inşa etmenin çeşitli yolları var. Örneğin, 1990’ların başında İsrail-Filistin çatışmasını ele almak üzere Madrid barış sürecinin başlatılmasından bu yana, uzmanlar arasındaki diyaloglarda bu tür düzenlemeler gayrı resmi olarak öneriliyor. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, çok sayıda siyasetçi ve uzman bu yaklaşımın resmî düzeyde uygulanmaya hazır olduğunu açıkça ortaya koydu. Her ne kadar böyle bir forumun nihayetinde Arap devletleri, İran, İsrail ve Türkiye olmak üzere tüm bölgeyi kapsaması hedeflense de bu hemen mümkün olmayacaktır. Ancak daha az sayıda kilit devlet resmî bir süreç başlatarak ileride daha geniş bir katılım olasılığını açık tutabilir. Bazı Arap devletleri ve Türkiye’nin hem İsrail hem de İran ile ilişkileri olduğundan, başlarda katılımları özellikle değerli olacaktır.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesini en geniş anlamda kapsayacak şekilde MENA Forumu olarak adlandırılabilecek yeni örgüt, başlangıçta iklim, enerji ve krizlere acil müdahale gibi üzerinde geniş bir mutabakat bulunan ve birbiriyle kesişen konulara odaklanmalıdır. Her ne kadar Gazze savaşı ve İsrail-Filistin çatışmasının çözümü için ayrı bir Arap girişimine ihtiyaç duyulacak olsa da forum, Filistinlilere yönelik insani destek ve yeniden inşa yardımı da dahil olmak üzere acil müdahale gündemi aracılığıyla savaş sonrası Gazze’ye ilişkin görevleri koordine edebilir. Forumun kendisi doğrudan çatışmalara arabuluculuk yapmayacaktır: İşbirliğine dayalı güvenlik diyalogları, gerilimleri yatıştırmak için iletişim ve koordinasyonu geliştirmeye ve üyelere karşılıklı güvenlik ve sosyoekonomik faydalar sağlamaya odaklandığında en etkili yol olduğunu kanıtlamıştır. Ancak düzenli temaslar ve aşamalı bir güven inşası yoluyla, böyle bir süreç İsrail-Filistin alanında ve ötesinde çatışma çözümünü destekleyebilir.
Aslında, daimî bölgesel toplantılar, doğrudan iletişim kanalları olmayan rakipler ve hasımlar arasındaki çekişmeli anlaşmazlıklarla ilgili diyaloglara siyasi kılıf olmanın yanı sıra önemli fırsatlar da sağlayabilir. Bu toplantılar sadece İsrailliler ve Filistinlileri değil, nihayetinde İsrailliler ve İranlıları da kapsayabilir ve bunlar teknik çalışma gruplarında karşılıklı endişe yaratan ve tartışmalı olmayan konularda görüşebilirler. Bu tür etkileşimler, iklim ve su konularına odaklanan diğer çok taraflı forumların kenar oturumlarında sessiz sedasız ortaya çıktı bile; bu da daha kapsayıcı bir bölgesel işbirliğinin nihayetinde mümkün olduğunu gösteriyor.
Bir Ortadoğu güvenlik forumunun kurulması için en üst düzeyde siyasi iradenin yanı sıra tarafsız bir aktör olarak kabul edilen güçlü bir bölgesel destekçi de gerekmektedir. Bir olasılık, yeni organizasyonun bir dışişleri bakanları toplantısında, muhtemelen Ürdün’deki Ölü Deniz’de düzenlenen ekonomik oturumlardan biri gibi, başka bir bölgesel toplantının marjında duyurulması. Girişimin hem bölgede oluşturulması hem de bölgeden yönetilmesi halinde başarılı olma ihtimali daha yüksek olur. Örneğin Asya ve Avrupa’daki orta ölçekli güçler, değerli uzmanlıklara sahip olabilecekleri alanlarda siyasi ve teknik destek sağlayabilirler. En azından başlangıç aşamasında, forumun büyük güçlerin rekabeti açısından başka bir platforma dönüşmesini engellemek için Çin, Rusya ve ABD’nin rolleri sınırlı olmalıdır. Bununla birlikte, forumun bölgedeki kendi diplomasileri için bir tehditten ziyade faydalı bir tamamlayıcı olmasını sağlamak için hem Washington hem de Pekin’in desteği kritik bir önem taşıyacaktır.
Liderlik Etme Zamanı
Gazze’deki savaşın ortaya çıkardığı zor gerçekler arasında en çarpıcı olanlardan biri Amerikan gücünün sınırlarıdır. Ne kadar arzu edilirse edilsin, ABD’nin kalıcı bir İsrail-Filistin çözümünü zorlamak için gereken kararlı liderliği ya da manivelayı sağlaması pek olası görünmüyor. Sorumluluğu üstlenmek, Ortadoğu’nun kendi liderlerine ve diplomatlarına kalıyor. Bölgenin dikkatini ve diplomatik enerjisini üzerine çeken savaş, yeni işbirlikçi liderlik biçimleri için nadir bir fırsat sunuyor.
Bölgesel bir güvenlik forumu tek başına Ortadoğu barışını sağlayamaz; bunu hiçbir girişim tek başına yapamaz. Hesap verebilir bir yönetişim olmadan da uzun vadeli gerçek bir istikrarın sağlanması oldukça zor olacaktır. Bunun gibi bir örgüt, uzun zamandır Ortadoğu devlet idaresinin alametifarikası olan rekabetçi güç dengelemesinin yerini de almayacaktır. Asya ve Avrupa’da bile, Ukrayna’daki savaşın çok acı bir şekilde gösterdiği gibi, işbirliğine dayalı düzenlemeler ulusal stratejik rekabetlerin yerini alamadı ya da askeri çatışmaları engelleyemedi. Bununla birlikte düzenli bir forum, çatışma eğilimli Ortadoğu’ya çok önemli bir istikrar katmanı ekleyecektir. Böyle bir projenin aciliyeti de giderek artıyor.
Her ne kadar 7 Ekim saldırısı henüz gerilimi azaltamamış ve uzlaşma yanlısı bütün bölgesel akımları tersine çevirmemiş olsa da bu sıfırlanmadan faydalanmak için zaman daralıyor olabilir. Önde gelen Arap devletleri, Türkiye gibi bölgesel güçlerle birlikte, Gazze’den önceki yakınlaşmanın bir kısmını ve o zamandan beri ortaya çıkan koordinasyonu perçinlemek için mevcut fırsatı değerlendirmelidir. Ortadoğu belirleyici bir anla karşı karşıya. Gazze’de akan korkunç kanın etkisiyle felç olursa, kriz ve çatışma ortamına daha da sürüklenebilir. Ya da farklı bir gelecek inşa etmeye başlayabilir.
Bu yazı Foreign Affairs sitesinde yayınlanmış olup, Evrim Yaban Güçtürk tarafından Perspektif için çevrilmiştir. Yazının orijinal linki için burayı tıklayınız.