Ötekini Sevmekle Başlayacak Her Şey

Türkiye’de farklı kesimlerden mülteciler, düzensiz göçmenler ve sığınmacılarla sosyal uyumun artık onurlu ve huzurlu bir şekilde gerçekleşmesi için yeni uyum politikalarına ihtiyaç var. Birbirinden kopuk binlerce proje yürütmek yerine, yeni ve güncellenmiş bir uyum stratejisi çerçevesinde, kaynakları verimli kullanarak, mültecilerin sorunlarına yerelde eğilmek gerekiyor. Neticede uyum süreci hak-temelli, ayakları yere basan, toplumun duyarlılıklarına duyarlı bir şekilde işlemeli.

Kaliforniya’da İtalyan göçmen bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen yazar Leo Buscaglia, okul çağına geldiğinde, İngilizcesi, anadili olan İtalyancası kadar iyi olmadığı için kültürel açıdan dezavantajlı olarak görülüp zekâ geriliği olanların sınıfında okumaya yönlendirilmiş.

 

Buscaglia’ya göre ise bu deneyim oldukça öğretici olmuş. Çünkü ona karşı çok şefkatli davranan, her sabah ona sarılan bir öğretmenin elinde büyümüş. Daha sonraki yıllarda başarılı görülüp “normal” öğrencilerin arasında okumasına izin verilmiş, ancak o dönemde akran zorbalığı başlamış.

 

Göçmen olduğu için lakabı “İtalyan”mış; arkadaşlarıyla arasına milliyet üzerinden bir mesafe, bir sosyal etiket girmiş, kenara itilmiş, horlanmış.

 

Buscaglia, bu çocukluk deneyiminin ardından, 1969 yılında çalıştığı üniversitede “sevgi” kursları verdiği Sevgi Sınıfı’nı açmış. Ünü dalga dalga tüm okula yayılan bu sınıfta sınırsız bir sevgi ortamı varmış.

 

Yazarın ise tek amacı varmış: Sevginin ne olduğunu ortaya çıkarmak. Bu kursta anlattıkları ve öğrencileriyle etkileşiminin sonucunda, birçoğumuzun kitaplığının demirbaşı olan Sevgi kitabı ortaya çıkmış.

 

Geçtiğimiz günlerde Prof. M. Murat Erdoğan, yıllardır kendi liderliğinde ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin desteğiyle gerçekleşen 2020 yılı Suriyeliler Barometresi’nden söz ederken “Suriyeliler bizim aynamızdır. Biz kendimizi sevmezsek topluma yeni katılanları da sevemeyiz” ifadesini kullandığında, bir anda zihnim Buscaglia’nın Sevgi kitabının sayfalarında gezinmeye başladı.

 

Kendimizi sevmezsek, komşumuzu, mahallemizi, kentimizi, ülkemizi, dünyamızı hakkıyla nasıl severiz? Kendisine şefkat duymayan kişi, başka bir canlıya şefkat duyabilir mi? İnsan kendisine gösteremediği duyguları bir başkasına gösterebilir mi?

 

“Sevgi Doktoru” olarak anılan Buscaglia’ya göre sevgiyi göstermek için sevgiyi anlamış ve almış olmak gerekir; çünkü kişi anlamadığı ve sahip olmadığı şeyi öğretemez ve veremez.

 

Ayrıca kişinin kendisini sevgiye adaması için sevgi içinde büyüyüp gelişmiş olması gerekir. “Severek yaşamak hayattaki en büyük meydan okumadır” der Buscaglia ve ekler: “Sevginin karşıtının nefret değil, duyumsamazlık olduğuna inanıyorum.”

 

Siyasi Kutuplaşmadan Duygusal Kutuplaşmaya

 

Türkiye’de mevcut siyasi kutuplaşma hatları; eşleri, aileleri, apartmandaki komşuları, iş yerindeki meslektaşları, mahalleleri, şehirleri, bölgeleri ve nihayetinde de ülkeyi keskin fay hatlarına ayırırken, ekonomik açmazlarımız mevcut siyasi gerginlikleri beslerken, topluma sonradan gelenlere karşı güçlenen nefret giderek bizleri duygusal bir kutuplaşmanın ortasına bırakıyor.

 

ABD, Kanada, Almanya gibi gelişmiş ülkeler, “entegrasyon” başlığı altında göçmenleri, mültecileri, sığınmacıları kendi toplumlarıyla kaynaştırmayı, toplumun bileşenleri arasında dinamik ve olumlu etkileşimler yaratacak ortamlar yaratmayı bir ölçüde başarıyorlar.

 

Zamanında Nazi Almanya’sından kaçarak ülkemize sığınan bilim insanlarına kucak açan Türkiye ve artık Suriyeli mültecilerin çocuklarını yıllardır süregiden projeler sayesinde Alman toplumuna kaynaşmış bir bileşen haline getiren Merkel Almanya’sı veya günümüzde AB ülkelerinde dolaşımda olan, Ukraynalılara üç yıllık oturma izni verilmesi ve aile birleşmelerine olanak tanınması bunun en güzel ve özel örneklerindendir. Çünkü bu ülkeler uyum çalışmalarını esas olarak ev sahibi toplumda huzur, güvenlik ve mutluluğun tesisi için yapıyorlar.

 

Öte yandan, Almanya yıllar boyunca Türk işçiler için uyum politikası yapmayı reddedip yaşanan gerginliklerden sonra 1980’li yıllarda bu konuya odaklanmaya başladığı için, şu anda Suriyeliler konusunda ne yapması gerektiğini tüm acı deneyleriyle birlikte biliyor.

 

Peki devlet bu göç dalgalarını iyi yönetemeyince ne oluyor? Yabancı düşmanlığı ve ırkçılık tırmanışa geçiyor. Herkes kendi yaşadığı sosyo-ekonomik sorunların günah keçisi olarak “öteki”ni, yani aramıza sonradan katılan mülteciyi görüyor.

 

“Geçicilik” Algısı “Kalıcılığa” Dönüşüyor  

 

Bununla birlikte, 911 km’lik sınır komşuluğuna dayanarak, Türkiye’deki Suriyeliler özelinde bakıldığında 2017 yılında gerçekleşen ilk Suriyeliler Barometresi’nde, katılımcıların yüzde 16,7’si geri dönmemeyi düşünürken, bu oran 2019’da yüzde 51,8’e, 2020’de ise yüzde 77,8’e yükselmiş durumda. “Önümüzdeki 12 ay içinde Suriye’ye geri dönmeyle ilgili planlarınız nedir?” sorusuna “Geri dönmeyi planlamıyorum” diyenlerin oranı 2019’da yüzde 56,1 iken 2020’de yüzde 89’a fırlamış.

 

Suriyelilerde kalıcılık eğilimi güçleniyor. Buna karşılık, Türk toplumu kendisini kültürel olarak Suriyelilere yakın görmüyor, sınır illerinde yaşıyorsa bir Suriyeli ile mutlu bir evlilik yürütemeyeceğini düşünüyor, bir Suriyeli ile iş yapmak konusunda ise çekinceli. Aynı evde çok kalabalık yaşadıkları, gürültücü oldukları için Suriyeli komşu istemiyor. 2017 yılında katılımcıların sadece yüzde 14’ü, 2019’da yüzde 12’si, 2020 yılında ise beşte biri Suriyelilerle arkadaş olduğunu ifade ediyor. Oysa “Çocuğumun Türk biriyle evlenmesine izin veririm” diyen Suriyelilerin oranı yüzde 69; bir Türk ile arkadaş olabilirim diyenlerin ise yüzde 85,5.  

 

Buna karşın, Barometre’de de ifade edildiği gibi, “Türk toplumundaki mesafeli duruşa rağmen, hem sosyal mesafe ölçekleri hem de sosyal ilişki yoğunlukları bakımından Suriyelilerin Türk toplumuna belirgin biçimde daha da yakınlaştıkları ve bunun için çaba gösterdikleri” görülüyor.

 

Ancak bir yandan da çocuklarının Suriyeli çocuklarla aynı sınıfta eğitim görmesi konusunda Barometre katılımcıları giderek daha olumlu görüş bildiriyor; “Çocuğum savaşın ne demek olduğunu öğrendi, o çocukların psikolojisini gördü, farklı kültürleri tanıdı” diyebiliyor. Çünkü Türk toplumu giderek artık Suriyelilere dair “geçicilik” algısını “kalıcılığa” doğru dönüştürmeye başlıyor. Suriyelileri hem mağdur hem de tehdit olarak görmeye başlıyor; pandemi döneminde de yardımlaşma ağlarına Suriyelileri dahil ediyor. Ama günün sonunda Suriyelilere “tahammül” ediyorlar ve tahammül etmek, sosyal uyumu sağlamak ve ötekini kabullenmek anlamına gelmiyor. Çünkü tahammül ettiğiniz kişiye karşı duygularınız anlık bir provokasyona açıktır.

 

Geleneksel medya ve yeni medya ise, bu kültürel mesafeyi verili gerçeklik olarak alıp dilediği noktada kutuplaşma hattı yaratıyor; dezenformasyon ağları giderek yaygınlaşıyor; sosyal çevremizde partizan çeşitlilik yok olmuş durumda. Çocuğunun anaokulunda kendi “ötekisi” olarak gördüğü bir siyasi partinin seçmeninin çocuğuyla yakın dost olmasına sıcak bakanların sayısı giderek azalıyor ve bu da birçok kamuoyu araştırmasında net bir şekilde gözler önüne seriliyor.

 

Nasıl Bir Uyum Stratejisi?

 

Türkiye’de farklı kesimlerden mülteciler, düzensiz göçmenler ve sığınmacılarla sosyal uyumun artık onurlu ve huzurlu bir şekilde gerçekleşmesi için yeni uyum politikaları gerekiyor. Ve burada “hangi uyum modeli, nasıl bir toplumsal destek” sorusu gündeme geliyor. Asıl çalışmalar, yerelde, mahalle mahalle gezerek, hak temelli yaklaşımları önceleyerek ve tüm paydaşları sürece aktif şekilde dahil ederek yapılmalı; belediyeler sorunun kaynağına en yakın idari birim olarak daha fazla sorumluluk yüklenmeli.

 

Bu açıdan, Suriyeliler Barometresi’nde kaydedildiği gibi, örneğin Belediye Sosyal Uyum Yardımı gibi araçlarla mülteci başına her ay belli bir kaynak yaratılarak, sığınmacılara proje-bazlı ve denetimli bir destek sağlanmalı. Bir diğer deyişle, sığınmacılar konusunun siyasallaşması, ancak bu meselenin siyaset üzerinde bir yük ve siyasal kutuplaşma konusu olmaktan çıkarılmasıyla olanaklı. Yerel uyum politikaları da en azından kısa ve orta vadede bu yükün dengeli paylaşımında aracı olabilir. Birbirinden kopuk binlerce proje yürütmek yerine, yeni ve güncellenmiş bir uyum stratejisi çerçevesinde, kaynakları verimli kullanarak, mültecilerin sorunlarına yerelde eğilmek gerekiyor.

 

Kültürel yabancılık hissini yönetmekte de hepimize sorumluluk düşüyor. Toplumda Suriyeli mülteciler denildiğinde, tüm akrabalık, gelenek yakınlıklarına rağmen akla derhal sayısal büyüklükler ve uyum sorunları geliyorsa, özellikle sınır illerinde gerçekçi projeler uygulanması, yerel toplumu tedirgin eden unsurların şeffaf bir şekilde, bu alanda çalışan araştırmacılar ve akademisyenlerin bilimsel desteği alınarak yönetilmesi gerekiyor. 

 

Bunun için de, Barometre’de yer alan değerli bir öneriye kulak verirsek, Suriyelilerin geçimlerini dış kaynak ve yardımlarla değil -ki bu da ayrı bir “ötekileştirme” enstrümanıdır- kendi çabaları ile idame ettirmelerinin yolları yaratılmalı; yerel gerçekliklere uygun geçim alanları sağlanmalı; kendi kendine yetebilirlik konusunda bilimsel literatürün önerileri Suriyelilere uyarlanmalı.

 

Topluma “sonradan gelenleri” sevmenin yollarını ararken, gündelik yaşantının önemli sacayaklarından biri olan kamu hizmetlerine erişimdeki sorunlar da yerelde saptandıktan sonra, sağlıktan eğitime ve belediye hizmetlerine kadar kapasite artırımına gidilmeli ki yerel toplumun mağduriyetleri Suriyeli sığınmacıları birer günah keçisine dönüştürmesin.

 

Ayrıca Suriyelilerin gerek bireysel olarak gerekse kurdukları STK’lar üzerinden yerel politika yapım süreçlerine, belediye meclisleri gibi araçlarla dahil edilmesi, sorunun çok-paydaşlı çözümünde çok değerli bir katkı sağlayacaktır. Örneğin Türkiye’de eğitim görmüş Suriyeli bir üniversite öğrencisinin yereldeki sorunlara dair önereceği çözümler, Ankara’da masa başından, sahaya hiç inmeden hazırlanan bir rapordan çok daha isabetli ve “sorun çözücü” olacaktır.

 

Sevgi Kırıntılarını Aramaya Devam…

 

Dolayısıyla, katman katman yayılan, derinleşen bir sorunla karşı karşıyayız. Sorun, romantik söylemlere kapılıp, “ötekini” tanımak veya tanımamak, “tanısan seversin” gibi sloganların peşinde koşmak değil, birini sevmek, sevemiyorsanız da asgari düzeyde kabullenmek, ortak yaşamın müştereklerini yaratmak, dışlamamaktır. Uyum süreci hak-temelli, ayakları yere basan, toplumun duyarlılıklarına duyarlı bir şekilde işlemeli.

 

Türkiye topraklarına sığınmış Suriyeliye de, Ukraynalıya da, Afgan’a da, Iraklıya da, İranlıya da, Fransız filozof Theilard de Chardin’in ifadeleriyle “Yine de biriz, sen ve ben. Birlikte olaylara katlanır, birlikte var oluruz. Ve her zaman birbirimizi oluşturacağız” diyene kadar varoluşumuzda ve toplumsal ilişkilerde büyüteçle sevgi kırıntıları aramaya devam…

İLGİLİ YAZILAR

Sitemizde mevzuata uygun biçimde çerez kullanılmaktadır. Bilgi için tıklayınız.