Otoriterleşmeyi Besleyen Kodların Tümü Masaya Yatırılmalıdır
Gerek Kürt milliyetçi siyaset çizgisinin bölgesel vesayet gayretleri, Suriye coğrafyasının imkanlarını ülke içinde fırsata çevirme politiği, gerek Türk milliyetçiliğini temsil iddiasındaki vesayetçi odakların çabaları, gerekse ana muhalefetin politik fırsatçılıkları masaya yatırılmadan nasıl olup da içine dini jargonların da katıldığı muhafazakâr bir otoriterleşmeye evrildiğimiz anlaşılamaz, hakkıyla değerlendirilemez.
İktidarın otoriterleşmesi üzerine konuşmak, otoriterleşme tezleriyle örtüşen ve dünyanın geri kalanıyla benzeşen taraflarıyla ziyadesiyle tartışılmaya devam edilmekte.
Bazıları bunu “20 yıldır…” diye başlayan retoriklerle de yapmayı seviyorlar ki, hiç şüphesiz bunun, genel otoriterleşme kodlarımızı analize katkısı oldukça nakısalı.
AK Parti’nin 2012’lere kadar devam eden ve belli bir ahlaki meşruiyet zeminine dayanan süreci kimlerle değil, kimlere karşı yürüttüğü önemseniyordu herkesçe. Sonrasında, ülkenin bugün geldiği vasatı oluşturan birkaç gelişme vuku buldu.
Gülen hareketinin ajandalarının açığa çıkması ve onlarla hesaplaşma sürecinin başlatılması, MİT krizi, 17-25 Aralık ve Gezi ile birlikte yeni bir dönemin temeli atılmış oldu.
O dönem muhafazakâr-dindar kesimde oluşan “haklı korkular”ın konjonktürel karşılıkları da önemliydi. Arap Baharı ve bu baharı sonlandırma amacıyla temerrüd hareketlerine yol verilen siyasetler; Suriye meselesi ve Açılım Sürecini akamete uğratma çabaları, bu konjonktürel yapıya etki eden unsurlardı.
“Gezi”nin yeter derecede gerçekleşmediği düşünülen -ekonomik sorunlar gibi-sebeplere dayalı olarak ortaya çıkması, muhafazakâr sosyolojide kültür ve kimlik çatışmalarının başat unsur olarak algılanmasını güçlendirdi.
Arap Baharı’nın kaderiyle kendi kaderini bir tutan, temerrüd hareketlerindeki gayrı adil tepkiselliklerin yol açtığı sonuçların ülkemizde de tekrar edileceği endişesine kapılan bir sosyoloji -haklı olarak- daha da kemikleşir bir hale geldi.
Bugün hala AK Parti’den ya da Recep Tayyip Erdoğan’dan kopmakta zorlanan kitlelerin şuuraltında bu birikim yer almaktadır. Soyut kimliksel öğelere değil; henüz “beka siyasetleri” üretilmeden, Milli Güvenlik siyaseti olarak lanse edilip bugün eleştirilen ortaklıklara girişilmeden önce, yaşanmışlıklara dayalı bir beka korkusudur bu!
Otoriterliğin ve Ataerkilliğin Sağ-Muhafazakâr Kodlarının Yalnız Başına Tahlilinin Yarattığı Boşluk
Sadece yüz yıllık hikâye değil; sadece 28 Şubat sürecinin hafızalardan silinmeyen yönleri değil; sadece Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan e-muhtıraları da değil; Mısırlının, Tunuslunun, Suriyelinin başına gelenlerle kendi kaderini özdeşleştirmek, yapılan ve -bile isteye- yapılmayan tahlillerle birlikte süreci değerlendirmek gerekmektedir.
AK Parti’nin daha 2002’de iktidar olmasıyla birlikte başlayan tepkiler, ideolojik karşıtlıklar, bunların seküler kültürel dokuya yaptıkları etki masaya yatırılmadan olan biteni anlamak, tanımlamak ve geleceğe ilişkin de bir vizyon çizmenin güçlüğü ortadadır. 2002’den çok önceleri inşa edilmiş, 2002’den bu yana da, yaşananları bir tarihsel sapma, bir parantez gibi gören ideolojik perspektif, bunu besleyen entelektüel sermaye ve etki ettiği sosyo-psikolojik hal ve kültürel dokunun kendisi de analiz edilmek durumundadır.
Bu yapılmadığında yarınlara ilişkin belirsizlikler sürgit devam edecek, verili sağ-muhafazakâr-milliyetçi otoriterleşme seyri, dünyadaki örneklerden de numuneler devşirilerek günah keçisi ilan edilecek, toplumun hatırı sayılır bir kesimi de yüzleşme iklimlerinden kendisini beri tutmayı sürdürecektir.
Analizimizi Arap Baharı üzerinden sürdürürsek, o dönemde en az yapılan -hatta hiç yapılmayan- şey, Bahar’ın karşısında yer alan toplumsal kesimlerin ve Sisi gibi aktörlerin günahlarını tartışmaktı. Darbecilerin ve aldatılan temerrüdcülerin seküler totaliter kültürle olan bağı, bu kültürün derinliği Mısır muhalefeti, İhvan ya da Mursi’de simgeleşen iktidar yürüyüşünün hataları gibi konuşulmadı.
Mısır muhalefeti yeter derecede demokrat değildi! İhvan, iktidarı yürütecek tecrübelere sahip değildi! Mursi, olacakları görememişti!
Bunlar ataerkillik parantezinde eksiklik ya da zaaf olarak konuşulmanın ötesinde birer günah gibi yansıtıldı. Ataerkillik, geçmişin “gericilik”, “yobazlık” gibi ithamlarının yerini doldururken, asıl tepkiselliğin “aydınlanmacı” derinliğinin gereğince tartışılmamış bir kimlik düzleminde ortaya konduğu çok açıktı.
Demokrasinin bir kültürel gelişim seyri gerektirdiği çok iyi bilindiği halde; bunun ancak seküler temelli bir yürüyüşle mümkün olabileceği, İslam tandanslı hareketlerin ise otoriterleşmeden başka bir şey üretemeyeceği, süslü sözlerine kanılmaması gerektiği damarlarında bu kötülüğü barındırdığı savları üzerinden daha en baştan mahkûm edilmesi de kolaylaşmaktaydı.
Aslında AK Parti’ye ‘Siyasal İslamcı’ payesi biçilirken var olan şuuraltı da buradan beslenmekteydi. İslamcıların Mısır’da, Tunus’ta ve sair coğrafyalarda kendilerini ispat edebilmeleri için zaman gerekiyordu ama karşısında yer alan güçlerin bu zamanı onlara tanımaya hiç niyetleri yoktu! (Bu sabırsızlığı masaya yatırmaya niyetli bir entelijansiyanın olmayışını da bir kenar not etmiş olalım.)
Sadece ABD-İsrail gibi güçler ya da süreçten zarar görecek körfez krallıkları değil, kendini liberallik ya da demokratlığın fildişi kulelerinin sahibi olarak görenler de aynı fikirdeydi! İslamcıların demokrasiyle olan sınavını “kaynak” diye tespit ettikleri alanlar üzerinden sürekli analiz ederek, başlarına gelenleri de bu genlere(!) bağlamak, onlarla mücadele içerisindeki güçlerin sadece günahlarını tolere etmekle kalmıyor, aynı zamanda otoriterliğin liberal ve demokrat görünümlü seküler kodlarının da sorgulanmasının önünü tıkıyordu!
Mesela Türkiye’de entelijansiya gerek Gülen kanadına yakın olanlar, gerekse bunun dışında kalan “seküler demokrat” kesimler asla Mısır ve Tunus’taki Temerrüd hareketlerinin hatalarını, zihinsel-ideolojik otoriter kodlarını, Sisi’ye verilen desteğin siyasi maliyetlerini tartışmaya yanaşmadılar. Bu darbeci ve totaliter müdahalelerin tüm bir coğrafyanın geleceğine ilişkin muhtemel tecrübeleri nasıl baltaladığı üzerine düşünme melekelerini harekete geçirmeyi hiç tercih etmediler. Batılı seleflerinin daha önceki ezber oryantalist kalıplarının dışına çıkmayı deneyenlerin motivasyonları da kadük kaldı.
Tıpkı Türkiye’de liberal dünyanın allı pullu yönlerinden başını kaldırıp bir “liberal faşizm” ya da “liberal totalitarizm” tartışmasının yapılabilmesindeki güçlük ve kısırlık gibi.
Mısır’da Mursi, neredeyse Sisi’den daha fazla potansiyel “düşünsel-kültürel totaliter kodlar”a sahipti! Türkiye’de Erdoğan’ın kankasıydı! Gannuşi’nin naifliği kimseyi aldatmamalıydı; bu görüntüsü muhtemelen yeterli güce sahip olmamasındandı! Mesela Nahda hareketinin Arap-İslam dünyasındaki desteğini açıkça ortaya koymasına rağmen; Türkiye’de AK Parti’nin yürüyüşüne, siyasi hatalarına vb. nasıl baktığının araştırılmasını düşünmek bile herhalde bugün olabildiğince lüks bir talep olarak görülebilir. Dahası, “acaba uğraştıkları sorunlardan (ve bu sorunları üreten seküler hegemonyadan) başlarını kaldırıp buna bakabilecek mecalleri var mıdır?” diye de sorulabilir.
Aslında meselenin de bam teli tam da burası! İslam dünyasındaki herhangi bir hareketin demokrasiyle, hukuk devletiyle, çoğulculukla, demos oluşturma ya da modern devletin yapısal mekanizmalarına ilişkin görüşleriyle ilgili birbirleriyle teması sürdürecek bir güçleri, entelektüel arayışlara zemin oluşturabilecek vasatları, bir masa etrafında toplanabilecek fırsatları var mıdır?
Bu durum, Arap Baharı’nı entelektüel bir pişkinlikle karşılayıp daha baştan sonbahara dönüşeceğine ilişkin “kehanet”lerde bulunanların umurunda mıdır acaba?
Herşeyin, her gelişmenin ancak seküler bir kültür atmosferinde oluşabileceği dogmasıyla yatıp kalkanlar açısından bunun ne önemi var? Üstelik görünen köy de zaten kılavuz istemez! “Geldikleri gibi sandıkla gitmeyecekleri” varsayımı da buna eklendiğinde başlarına gelene de razı olmak durumundadırlar!
Peki diyelim ki İslami hareketlerle ilgili bu tahlillerin doğruluk payları yüksek, peki tahammül ettiğimiz, karşıdan seyrettiğimiz, analiz için kalem oynatmaktan çekindiğimiz çevre ve katmanların bizim bu endişelerimize cevap verme kabiliyetleri nelerdir? Dahası, içinde binlerce insanın hayatının, ekonomik sarsıntıların, ranta dayalı yozlaşma hikayelerinin, İsrail, Suudi Arabistan, BAE gibi güçlerin bölgesel çıkarlarının olduğu bir atmosferin yer aldığı kültürel desteği gereğince sorgulayamamanın, yalnızca rasyonel güç ilişkileri atmosferine kurban vermenin bedeli nedir?
Zaten hiç “başaramayacak”, kızıl elmaya ulaşamayacak olanların gelecek muhayyilelerini tartışmanın anlamı nedir ki değil mi?
Koskoca bir hiç! Batı tarihine tarihsel bakarken, modern demokrasinin kaynaklarını eski Yunan’a ya da 12. asra kadar götürmekte oldukça cömert davranan, uyumsuzluk zamanlarında da “o zaman bunun görülebilmesi mümkün değildi” gibi yaklaşımlarla, tarihsel sürecin gelişimine asırlar bahşeden müsamaha, söz konusu Ortadoğu olduğunda saatlere bile tahammül edemiyor!
Daha önemlisi, farklı geleneklere sahip toplumların, aynı felsefi süreçlerden geçerek belli bir noktaya ulaşması gerektiğine ilişkin tarih okumasının sorgulanmasının gerekip gerekmediğini hiç düşünmüyor bile.
Bu bedeli “ödeyebileceğimiz” ve herhangi bir vicdan muhasebesine bizi sürüklemeyecek tarzda bizi besleyen ideolojik-politik tercihlerin otoriterlik ve ataerkillikle olan yakın ilgisi, kültür savaşlarının da belirleyiciliğini ortaya koymuştur oysa.
Türkiye’de iktidarın, henüz daha sınanmamışken bile, 2002’den çok önce bu sosyo-kültürel yapıya düşmanlık besleyen ideolojik çevrelerin de katkılarıyla, içine gençlerin dahil edildiği bir atmosferin AK Parti’yi koruyup kollayan sosyolojiye yaptığı “uyandırıcı” etki küçümsenebilir mi?
Bu sosyolojinin miras aldığı otoriterlik ve ataerkillikle ilişkisi kendi içinde masaya yatırılmayabilir. Ama “karşıt kültür”ün o dönem gözlemlediği hususlar bunların çoğunlukla diktatörlere karşı mücadele veren halkların da karşısında oldukları, içlerinde Esed’e destek vermekten, cürümlerini görmezden gelenlere ya da genel anlamda muhacir düşmanlığı olarak özetleyebileceğimiz (Batı’da da örnekleri olan) bir “öz”ün kendilerinde varolduğuna ilişkin inançtır! Bu inanç, bu kültürün, uzak geçmişte 28 Şubat’ta İsrail ile birlikte hareket edenlerce nasıl aldatıldığı, yakın geçmişte de Mısır’da olduğu gibi dışarıdan da destek alan darbecilerin yapageldiklerini nasıl da normalleştirdiklerine şahitlik etmiştir!
Dolayısıyla bu sosyoloji açısından ‘Gezi’nin, bir Türkiye provası olmadığını düşünmek olabildiğince aldatıcıdır.’ Üstelik Gezi öncesi on yıllık iktidar süreci demokratikleşme serüveninde Türkiye’ye onca kazanım getirmişken, 18-20 yaşında gençler nasıl olup da ülkede bir diktatör bulmayı becerebilmişlerdir! Hadi onlar genç, ağabey-ablaları nasıl olup da dün aksi yönde yazdıklarından bu derece tornistan edebilmişlerdir. Üstelik bir dini cemaat hareketi nasıl olup da Sisi medyasına Türkiye’yi şikâyet eden röportajlar verebilmiş, içinde yolsuzluklar olsa da kim(ler) adına bütün bir ülkeye, seçilmişlere darbe yaparak “çökme” cesaretini ortaya koyabilmişlerdir!
Mısır’da Sisi, Tunus’ta karşıt güçler, Suriye’de ABD karşıtlığı görüntüsüyle Esed yandaşlığı ve bilahare, Suriye’deki fırsatları görüp -zaten ayak sürüdüğü- çözüm sürecini yakan bir örgütün Türkiye siyaseti üzerindeki vesayetçi gayretlerinin tümü bir potada erirken, bir kültür(ler) savaşının yeni görüngülerinin yeni tohumları da atılmış oluyordu!
Küçük bir parantez açalım: Esed’in ilk günlerdeki zulümlerine bakıp iktidarı harekete geçmemekle, hümanist bir siyaset izlememekle suçlayan entelijansiyanın, iktidarın tutumu değiştikten sonra Ortadoğu batağına Suriye üzerinden neden saplandığımızı, -Esed’in artan cürümlerini hiç konu etmeksizin- sorgular bir pozisyona evrilmesi tecrübesi incelemeye değerdir. Araştırma konumuz şudur: “Motivasyonları uluslararası hukuk, insani-vicdani tercihler midir, yoksa yüzleşmeye yanaşmadıkları kendi kültürel kodları mıdır?”
Meselemizin Bam Tel(ler)i
“Kültürler savaşı” baş gösterdiğinde, ideolojik yaklaşımları önemsizleştiren zihinsel kodlar devreye girer. Tarihte de örnekleri çoktur. Esas sorun; otoriterleşmenin hangi kültürel kodlar üzerine yükseldiğinden ziyade, otoriterleşmeyi genel anlamda etkisiz kılacak kültürel kodlara sahip olunup olunmadığındadır. AK Parti’nin ilk on yıllık olumlu tecrübesine rağmen, hiçbir zaman bu kodlara sahip olmadığı, dolayısıyla negatif dönüşümünün normal olduğunu varsayan “biz demiştik”çi kesimlerin geçmişlerine de bakıldığında, otoriterleşmeyle değil, karşısına konumlandıkları kültür kodlarına karşı -benzer bir otoriterleşme pahasına- galebe çalmayı hedefledikleri rahatlıkla görülebilir. Zira “tanımak istemediğiniz”; “önyargılarla yaklaştığınız”; “benden uzak Allah’a yakın olsun” dediğiniz her toplumsal tecrübe aslında sizin onlarla aranıza koyduğunuz mesafe ölçüsünde sizi otoriterleştirir. Fark, sizin o an gücü elde bulundurmayışınızdadır. Vahyi mübindeki “tanışasınız diye…” (Hucurat, 13) minvalindeki tavsiye/emr aslında otoriterleşmenin her türüne karşı sizi korumaya dönük bir önermeyi de içrektir.
Henüz otoriterleşmemiş bir tecrübeyi bu savla suçlamak, Türkiye’nin son on yıllık geçmişinin bir kaderidir. Dünyadan da destek aldığını düşünen belli bir kültürel hegemonya içinde kendi -gizli- otoriterleşme talebini içeren bu savlamanın, bir yandan geçmişten güç alırken (FETÖ’nün ülkeye ettiklerinin çözümünün Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Tek Parti uygulamalarında olduğunu savlayanlarda olduğu gibi) diğer yandan konjonktürel insani trajediler karşısında sessiz kalması ya da güçlüden yana taraf olması bir savrulma değil, politik ve sosyo-kültürel bir tercihtir. Ama iktidarın seyri, savrulmaları, hataları, otoriterleşmenin bu türünün sorgulanmasını da öteler, geciktirir; niyeti hiç olmayanların elini güçlendirir.
“Henüz otoriterleşmemiş bir tecrübe”den kasıt, o dönemde o tepkileri hak edecek neyi inşa ettiğiyle alakalı soruya verilen cevaptır. AK Parti o dönemde ekonomik, sosyal, siyasi bağlamda neyi hak etmiştir de Mısır’ın Mübarek’ine, Tunus’un Bin Ali’sine, Libya’nın Kaddafi’sine reva görülen muamelenin benzerinin Türkiye’de yaşanması normal görülür olmuştur? 17-25 Aralık hangi seviyedeki bir yozlaşmışlığın karşılığıdır? Düne kadar Ergenekon davaları sürecinde mezkur dini hareketin günahlarına atıf yapan ve Türkiye’yi erken bir zaman diliminde uyarmışlıkla övünen bir anamuhalefet, nasıl olup da aynı örgütün ses kayıtları, argümanları vs. üzerinden Türkiye’de sağlıklı bir siyasi iklim kurulabileceğine kanaat getirmiştir?
AK Parti’nin ve başındaki liderin “kültürel çatışma” atmosferine vereceği cevabın sağlıklı olup olmayacağını belirleyen bu vasat olmuştur. Ve bu vasatın legal-illegal muhalefet unsurlarının 2015 sonrasında da, 15 Temmuz’dan sonra ivmelenerek artan “korkular”ın dozajında ve siyasi sistemin dönüşümünde oynadıkları rol nasıl yadsınabilir? Demokratik kazanımlarla ülkeyi güçlendirme istidadını terk etmemiş, ülkenin vesayet dönemlerinin sorunlarının çözümünde alacağı riskleri üstlenmiş, bu riskler karşılığında halktan göreceği teveccühü de heybesine katmış bir iktidar nasıl olup da yalnız başına -diğer etmenlerden bağımsız şekilde- yakın kazanımları tarumar edip eski Türkiye kodlarını cilalayarak yeni bir tür otoriterleşme icad etme yoluna gitmiştir?
Gerek Kürt milliyetçi siyaset çizgisinin bölgesel vesayet gayretleri, Suriye coğrafyasının imkanlarını ülke içinde fırsata çevirme politiği, gerek Türk milliyetçiliğini temsil iddiasındaki vesayetçi odakların çabaları, gerekse ana muhalefetin politik fırsatçılıkları masaya yatırılmadan nasıl olup da içine dini jargonların da katıldığı muhafazakâr bir otoriterleşmeye evrildiğimiz anlaşılamaz, hakkıyla değerlendirilemez.
Dahası, bu üç çizginin kendi totaliter kimlik ve tarihleriyle yüzleşmeye hiç yanaşmadıkları bir düzlemde yepyeni bir siyasi tecrübe yaşamaktan başkası değildir neşvünema bulan şey.
20 yıllık hikâyenin, muhafazakâr kesimin payına düşen kısmının ilk on beş yılında, Türkiye’nin en köklü sorunlarının çözümü için bu iktidara verilen destek vardır! İyi ki de bu desteği sunmuştur.
Resmî ideolojinin sorgulanmasından, toplumun geniş kesimlerinin kamusal alandaki haklarının teslimine, Kürt sorununun bir asimilasyon ve inkar sorunu olmaktan çıkarılmasına kadar bir dizi başarı hikayesinin destekçisidir bu sosyoloji. Ortadoğu’daki tüm darbelerin şartsız koşulsuz karşısında olmuş; Suriye-Irak-Afganistan gibi coğrafyalardan kopup gelmiş savaş mağduru insanlara da bütün bir insanlığa örnek olacak şekilde, üstelik uluslararası hukukun talep ettiklerini fazlasıyla yerine getiren bir bilinçle sahip çıkmıştır. Bu politikaları sürdürmeye gayret eden AK Parti iktidarına da “karşıt sosyolojik ve ideolojik güçler”in ramına desteğini sürdürmüştür.
“Muhalefet sosyolojisi” halen, Suriye politikalarına karşıtlığını bir mülteci karşıtlığı kıvamında ortaya koymayı sürdürmektedir. Bu kültürün temsilcileri de, seçimleri kaybedince sığınmacıları günah keçisi ilan eden bir iktidarın, AB’ye nazire yaparken uydurduğu “40 milyar dolar yardım yaptık” yalanı üzerinde -bile isteye- ulusalcı tonda sörf yapmaktan kendini alamamaktadır. Konumuzla da bağlantılı tuhaf olmayan husus şudur ki, Erdoğan ile benzetilmekten haz duyulan Orban gibi liderler, bu noktada tam da Millet İttifakı liderleriyle özdeşleşmektedir.
Bütün bu süreçlerde oluşan kimliksel endişelerin ve iktidarla (lideriyle) kurulan duygudaşlığın kolay törpülenir olduğunu düşünmemek gerekmektedir. Şu soruyu kendimize sorabiliriz: Bu meselelerde “kaşıt pozisyonda” olanlar, bu sosyolojinin fikrini değiştirecek ne gibi değişimler ortaya koymuşlardır? Ne tür yüzleşmelere -özeleştirel süreçlere- kapı aralamışlardır? Şüphesiz cevap; “Nerdeyse hiç!” olacaktır!
Aksine dejavuyu pekiştirecek zeminler sürekli diri tutulmuştur. Geçmiş resmî ideolojik ve totaliter hafızalardan hiç ödün verilmemiştir.
O halde soru şudur: Bu toplumsal yapı, bir otoriterleşmenin yerine niçin zaten denenmiş bir totaliterleşmeyi çare olarak düşünsün ki?
Aynı İktidar ve Aynı Sosyoloji mi?
Soruyu geliştirelim. 2012’lerden itibaren içinde dış güçlerin de var olduğu siyasi hadiselere şahitlik etmiş, bu gelişmeleri kendi beka sorunuyla birleştirmiş bir sosyoloji neden bu iktidarla olan bağlarını koparsın? Kendi icat etmediği bir kutuplaşmayı körüklediği için niçin bu iktidarı suçlasın? Hangi daha önemli sebepler bu bağın sorgulanmasını beraberinde getirebilir? Yozlaşma, çürüme örnekleri ya da ekonomik sebepler bu bağın çözülmesi için yeter sebep midir?
Kısa yoldan şu cevabı vermeye meyilliyizdir: Sürecin mimarı olarak gördüğü Erdoğan’ın siyasi ömrü devam ettiği müddetçe, bağın erimesine ilişkin yüksek sebepler üretmesine mahal yoktur!
Bildik geleneksel terimlerle ifade edersek “şeyhini hangi vaziyette görürse görsün” müridin şüphe etmeyeceği, teviller üreteceği, hatta şüphe ettiği takdirde kendi imanını sorgulayacağı bir ilişki biçimidir bu!
Modern totaliter siyasi yapıları, führer modellerini destekleyen şuuraltı ve bilinç hali de bundan farklı değildir! Hangi sosyo-politik yaşanmışlıkları öne sürerseniz sürün Mustafa Kemal ile ilgili narative/anlatıya zerre zarar veremeyeceğiniz çok ciddi bir sosyolojinin varlığı da inkâr edilemez.
Aynı durum, Kürt milliyetçi cephesinin kültürel beslenme kaynakları ve Apoculuk’a ilişkin bağlılığında da belirgindir!
Peki bağlılıkları oluşturan yeter sebepler ve yaşanmışlıklar varsa -velev ki bunlara gerçek dışı katkılar da eklenmiş olsun- hangi “daha” yüksek sebepler, niçin bu bağları zedeleyecek olsun? Niçin kitleler bu güvenli limanları terk etme riskini göz alsın? Niçin zaten bildiğini kodladığı “kültürel karşıtlar”a karşı zeminini zayıflatacak gelişmelere olur versin? Adalet ve hukuktan uzaklaşma, rant paylaşım savaşı, siyasi ilkelerin çiğnenmesi olarak gösterilen süreçler “ötekiler” tarafından da yeter derecede bu ülkeye yaşatılmışsa, geçmişte yapılanlar gelecekte yapılacakların garantisi olarak somutlaşmışsa, bunların özeleştirel bağlamda sorgulanması, masaya yatırılması, yeni bir gelecek inşası için yeter derecede bir güven ortamı söz konusu değilse neden kitleler bu sosyo-kültürel bağlamdan ödün versin? Neden varlık sebeplerini ortadan kaldırmaya meyyaliyeti olduğunu varsaydığı “farklı olan”ın üstün gelmesi için fikrini değiştirsin?
Eğer bir şeylerin yanlış gittiğini düşünüyorsa, en fazla, kendinden olanın ülkeyi içine düşürdüğü hale üzülür. Hatta daha ileri gidip buna ağıtlar bile yakabilir. “Dost acı söyler türküleri” çağırabilir. “Düşman”a karşı yüzünü düşürdüğü için sitem edebilir. İçindeki arsız hırsızı temizlemediği için gönül koyabilir; çok ama çok kızgın olabilir. Hatta bütün bu olan bitende suçun o “çok sevdiği” liderinde olduğuna bile kanaat getirebilir. Ama neden safını terk etsin?
Sadece alınan yardımlar vb. pragmatik sebeplerle bu meseleyi açıklamaya yatkın olanların, yazının başından bu yana saydığımız sebepleri görmezden gelmeleri bir yana, önce dönüp aynaya bakmaları gerektiği de izahtan varestedir.
Mesela Stalinizmin kodlarını, Sosyal Darwinizmi ya da Siyonizmi, İsrail’in kuruluş mitlerini masaya yatırmayı sevenler Hanna Arendt’in yüzleşme davetinden neden kaçarlar?
Alman Vülger Materyalizmi ve Fransız Pozitivizmini felsefi olarak deşmekten zevk alanlar, her ikisine de dayanan Kemalizmi eleştirmeyi neden büyük günahlardan sayarlar? Neden sürekli her soruya “o zaman öyle gerekiyordu” mottosuyla cevap verip, siyasi literatürü kısırlaştırmaktan hiç çekinmezler?
Otoriterleşmenin evrensel köklerine bakmayı reddedenlerin, bu düğümü çözebilecek argümanlara yeter düzeyde sahip olmadıklarını görmeleri gerekiyor öncelikle. Mezkur sosyoloji karşısında elleri yeter düzeyde temiz olmayanların aynı sosyolojiyi “suçlama” çabalarının en hafifinden “kolaycılık” olduğunu not edip geçelim.
İkinci sorumuz şu olabilir: On yıl önceki iktidar aynı iktidar mı? On yıl önceki sosyolojide hiç mi daralma, törpülenme, değişim söz konusu değil! On yıl önce yaşanmaya başlayan siyasal depremlere -o dönemde- verilecek cevaplar hiç şüphesiz bugünlerin farklı inşasına sebebiyet verebilirdi!
Mesela “kültürler savaşı”nı bundan sonraki sürecin yegâne belirleyeni olarak kodlayıp, ayakta kalmanın, devrilmemenin avantajı gibi de görüp olması gerekenlerden tavizler verilmeseydi farklı olabilirdi.
Hukukun üstünlüğü ve demokrasi yolunda verilen mücadeleye ilkesel bağlamda bağlı kalınsaydı elbette farklı olacaktı. Bunları, zayıf dönemlerin sacayakları ama yeni dönemin el zayıflatıcı zaafları gibi görüp örselemek söz konusu olmasaydı, başka bir inşai süreç söz konusu olacaktı.
Bu durum “öteki”yi tatmin edecek miydi bilinmez; zira meselemizin “hangi demokrasi?” boyutu hep kadük kalacaktı! “Öteki” entelijansiyanın bugün olan bitene üzülmek yerine içten içe “haklı çıktık” sevinci yaşadığını analizlerinden gözlemlemek mümkündür. Ama en azından bu “öteki” karşısında da ahlaki-siyasi meşruiyet korunmuş olacaktı! Bugün popülarize edilmeye çalışılanın aynı zamanda “dini terminolojinin yetersizliği”, “siyasal İslam’ın iflası” vb retorikler üzerinden bizzat ‘ed-dinin’ kendisi olduğu unutulmamalı. AK Parti tecrübesinin olumsuz siyasal tercihlerinin dine fatura edilmesinin kolaycılığı yanında, modern-seküler tecrübeleri sorgusuz sualsiz kökten onaylayan dini yorumlar haricindekilerin “harici” kategorisine konması da bunun göstergesidir. Bu durumu besleyen bir “karşıt” vasat söz konusudur elbette. O da iktidar yanlısı Sünni baskın söylemin günah galerilerine ilişkin lal kesilip yapıp edilenleri dini terminolojilerle meşrulaştırması yanında, bu tabloyu görüp iç eleştiri yapanların tereddütlü ve cesaretsiz tutumları da etkilidir.
Ama konumuz bundan daha fazlası. “Öteki kültür” karşısında “yeni” bir şey üretememek, hatta eski kodları yardıma çağırmaktan daha öte bir sorunumuz var. O da bir “kültür savaşı”nı tetikleyen taraf olmamakla birlikte, bu “kültür savaşı”nın sunduğu imkanları menfi yönde kullanmaktan başka bir çarenin olmadığına sosyolojiyi de inandırmış olmak!
Son sekiz-dokuz yılın acı hikayesi budur! (Bugünlerin filmini o dönemde izletebilmek mümkün olsaydı, belki de fiziki-maddi kayıplar bugünlere tercih edilebilirdi!)
Oysa aynı sosyoloji, 2000’li yıllarda karşısına dikilmiş şahin elitler haricindeki kesimlerle aynı kızıl elma etrafında toplanabileceğine inanmıştı! Birlikte bir “demos” oluşturulabileceğinin imkanlarını sevmişti. Militarist-Vesayetçi Ergenekon devleti yıkılırsa bu imkanların artacağı bir vasatın oluşacağına inanmıştı.
O sosyoloji o gün “beka” sorununun bütün bir toplumun sorunu olduğuna inanıyor ve daha fazla siyasal özgürlük, hukuk ve demokrasi sayesinde bunun üstesinden gelebileceğine inanıyordu. Ekonomik imkanların genişlemesi de bu güvenci besliyordu.
İktidara bunun için destek verirken, ulusalcı-devletçi odakların ve vesayetçi örgütlerin ülkenin sorunlarını çözme konusundaki iştiyakının karşısında nasıl yer aldığını da gözlemliyordu. “Benim olsun” darlığında bir otoriterleşmeden değil, “bizim olmalı” çıtasındaki bir demokratikleşmeden yanaydı.
O günlerden bu yana, iktidarın bu sosyolojiye yaptırdığı yolculuk, beka meselesinin hukuk ve demokrasiyle değil bir “kültürel savaş” ile çözüleceği(!) politiğine ikna etmek olmuştur. Eline geçen fırsatları bu yönde kullanmıştır. Kendisi de başka bir alternatif çözümün sadra şifa olamayacağına kendisini ikna etmiştir. Bırakın “öteki”yi, kendi içinde dahi paylaşarak ve siyasi ilkelere bağlı kalarak birlikte güçlenmenin değil, 2012’lerden itibaren kendisiyle savaştığını gördüğü güçlerin yöntemleriyle ve bakış açılarıyla soruna yaklaşmıştır. Hatta o güçlerin bu konularda “tecrübeli” olan kanatlarıyla metazori işbirliğine gitmiştir.
Dolayısıyla 2000’lerden bu yana bir eğitim öğrenim (ıslah) sürecinde olan bir sosyolojinin okulunu kapatmış, öğrenim kredisini kesmiş, hocalarını değiştirmiş, bildiklerini de unutacağı yeni bir endoktrinasyon sürecini tetiklemiştir. Nevi şahsına münhasır bir “Yerli-Milli Beka endişesi” karşısında ilkeleri teferruat sayıp tamamen muhayyileden kazıyan, dini literatürle de beslenen bir milliyetçi-devletçi zihniyet inşa edilmiştir.
Artık bu sosyolojinin belleğinin, reflekslerinin, endişelerinin, korkularının aynı olduğunu söyleyebilmek mümkün olmadığı gibi, bu duyguların çıtası da aynı değildir.
Elbette baştan bu yana çizdiğimiz tabloya genel sosyoloji kadar yatkın olmayan bir taban profili de vardır ki, bunlar için “kimlik”ten daha farklı sebepler onları “kararsızlar/arafta olanlar” kategorisine sokmuştur. Bunun yanında yeni yetişen kuşakların içinde bu muhafazakâr-demokrat yürüyüşün hakkını verebilecek kadar bir formasyona sahip olmayan, yani geçmişle değil direkt bugünle yüzleşen ayrı bir kategori de mevcuttur. Marjinal olmakla birlikte adalet duygusu gelişkin, süreci ilke merkezli okumayı dini bir varoluş meselesi olarak gören bir kesim de mevcuttur ki; bu kesimler içinde dahi “kimliksel hafıza” önemlidir. Yani “bunlar gitmeyi hak etmiş olsa bile gelecek olanlar da farklı davranmayacak” şeklinde bir okuma içindedirler.
Görüldüğü üzere, ilke merkezli bakmaya gayret edenler dahi, yozlaşma ve çürüme çıtası nereye yükselirse yükselsin, elde edilmiş olan güç olgusunun kaybının “herkese” kaybettireceği inancını taşımaktadırlar. Sonraki sosyo-politik senaryolara ilişkin bir akıl yürütmeden duygusal olarak kaçmaktadırlar. Güçlü bir “siyasal deprem” kendilerine meşruiyet sağlamadan yılların emeği verili pozisyonları terk etmeyi göze alamamaktadırlar.
Paradoksal gibi görünse de, “öteki”nin bu çürüme karşısındaki muhalefetini kimliksel olarak hazzetmemekle beraber, kendileri de sağlam bir muhalefet çizgisi oluşturmaktan imtina etmektedirler. Bunların içindeki çoğunluktan -kapalı kapıların ardı hariç- hiç ses çıkmadığı gibi, azınlıktakilerde de “eleştireyim ama eleştirdiklerim ele güne karşı zarar görmesin” anlayışı hakimdir. “Kızgınlık ve öfke içeride yankı bulsun, ele güne malzeme olmasın” zihniyetini bugün ayakta tutan aktör AK Parti ve müntesipleri değil, Erdoğan’dır.
O paratoner (Erdoğan) haricindeki hiçbir bağ (parti, teşkilatlar, öne çıkan figürler) ilginçtir ki marjinal entelijansiya açısından da geniş yığınlar mucibince de bir değer görmemektedir.
Bu bize ilginç bir tablo sunmaktadır.
İlki; başarı ya da başarısızlık hikayelerinin kişiler (Tek Adam kültü) üzerinden okunması. (Aynı durum geniş seküler Kemalist kitleler için de geçerlidir)
İkincisi ise; beka ve kaybetme korkusu, (verili kamusal alanların ve avantajların yitirileceği hissi) baskın olmakla ve o bir kişinin mukadderatını da aşmakla birlikte yine de “görünen köyü” o bir kişiye bağlamak!
O “tek kişi”nin başına siyasi hayattan çekileceği bir musibet isabet etse, geride kalanlarla olmayan o bağın rahatlıkla koparılacağı bir vasatın kaybettirecekleri umursanmamaktadır aslında. Anın vacibi gereği “öyle” davranmak, vefa, minnet ve nankörlük etmeme, o “tek kişinin” sürprizler de yapabileceği -yalancı- beklentisi baskın çıkmaktadır!
“Durduğum yerin terkedilmesi için çok büyük sebepler oluşmalı” hissinin karşılığı aslında Erdoğan’ın siyaset sahnesinden çekilmek zorunda kalacağı iklimdir. Öyle bir iklim oluştuğu ve kartlar yeniden karıldığı vakit, onlar için de pozisyonlarını değiştirmeye meşruiyet sağlayan bir zemin oluşmuş olacaktır! Oysa beka ve varoluş korkusu giderilmiş olmayacaktır!
Hepsiyle birlikte, aslında zaten bizatihi O’nun varlığında muşahhaslaşan beka sorunu da görülmek istenmemektedir! İlkelerin her gün çiğnendiği vasatı bizatihi kendi elleriyle inatla korumaya ve kavileştirmeye çalıştığı kabule yanaşılmamaktadır. Velev ki bu tablo da görülse, yine O’nda muşahhaslaşan sebepler, bu tabloya da “sabrı” telkin etmektedir!
Oysa “tek adam”ların sadece “tekil adamlar” olmadıkları, yanlışları inşa etme konusunda da yalnız olmadığı gayet iyi bilinmektedir! Esas sorunlarımızdan biri de budur: O’nun tek başına yönettiğinin zannedilmesi, etrafında kümelenmiş çıkar gruplarının da işine gelmektedir. O’ndan sonrasına hesap yapanların onun sayesinde güçlendiği bilindiği halde, bu oyunun bozulması gayretinde olmaktansa, oyunu destekleme kısır döngüsünden çıkılamamaktadır. “Görünmeyen” zararlı aktörleri desteklemeye varan bu tercihin “beka ve varoluşa” vereceği zarar görülmek istenmemektedir. Bu mukadderat gerçekleşirse toplumun bir bölümünde o “Tek Adam” tek başına sorumlu tutulacakken; bazılarınca da o varken bu grupların başlarını çıkaramadığından bahisle kahraman ilan edileceğinden şüphe edilmemeli! Görüldüğü üzere bu durumun ve bu analizlerin toplumsal kaderimize yapacağı hiçbir katkı yoktur. Yarattığımız yalnızca “tek adam kültü”dür; yönetimi falan değil.
Bu durum, dar entelijansiya ya da geniş kesimler fark etmez, kitlelerin özgüven eksikliğinin bir neticesidir. Siyasal süreçleri tekil şahsiyetler üzerinden okumanın getirdiği ve ilkelere sarılındığı vakit birşeyleri değiştirmeye kitlesel manada güç bulabileceklerine inanmamanın bir tezahürüdür. Burada suçlu sadece “bilmemek” değil, gerçeklerle yüzleşmekten de korkmaktır.
Çözüm; Kişilerin (Aslında Çıkar Gruplarının) Bireysel Hikayelerinden Sıyrılıp İlkelere Yaslanmakta
Çürüme ve yozlaşmaya dair tespit ettiğimiz alanlar muhafazakâr sosyoloji açısından yenidir ama seküler kesimler açısından hiç de tecrübe edilmemiş alanlar değildir.
Küresel hegemonyadan da aldıkları güçle bir gün mutlaka iktidarı da yeniden ele geçireceklerinden şüphe duymayan bir motivasyonla hareket etmeleri de bir yüzleşme hikayesiyle pekişmiş yenilikleri getirmeyecektir bu ülkeye.
Baştan bu yana çizdiğimiz tablodaki bütüncül çerçeveyi görmekten uzak ama iktidara halen destek verecek sebepleri olan kitleler ise çok da derinlemesine hesaplara dayanmayan ekonomik, duygusal vs. nedenlerden ötürü iktidarla olan bağlarını zamanla koparabilirler. Ona dönük eleştiri oklarının çokluğu, bunların gerçekliği, iktidarın yönetememe ve kibrinden kaynaklı durumlar ya da farklı liderlere meyletme gibi gerekçelerle bu kesimler farklı adreslere yönelebilir.
Ama bu durum ülke olarak makus talihimizi yenmemize yeter derecede katkı sağlamayacaktır. Bizlere umut olacak perspektif, hikayelerimizin kişiler (onlarla yürümek ya da onlardan kurtulmak) değil, ihtiyaçlarımızın doğru tespiti üzerinden yazıldığını öncelikle kabul etmemizdedir.
Bu iradi tavrın bu ülkede gerçek değişimlerin öncüsü olduğu/olacağı bir idrak seviyesini yeniden bu topluma kazandırma gayretidir önemli olan.
Amaçlanan, kazan-kazan hedeflerine yürüyen bir “demos” oluşturma yolunda, siyasi ilkeleri öncelemenin her şeyden (kişiler, kültürel öncelikler, kimliksel endişeler, kısa vadeli kamusal kazanımlar) önde geldiğini kavramış bir toplumsal bilinci ve bu bilince yolculuk yaptıran ıslah süreçlerini tetiklemektir.
Bu inançta olan ve elini taşın altına koymuş kadroların (ve siyasi elitlerin), doğru olarak sahneye koydukları siyasetler için liderlere, “tek adamlar”a ihtiyaçları olmadığını unutmamaları; halk desteğini sürdürmek için bu tarz kültlere yaslanmaktan beri kalmaları; siyasi ilkelerden bihaber, onları yeri geldiğinde kendi bireysel (ve grupsal) hedefleri doğrultusunda heder edecek şahsiyetlere ülkenin kaderini teslim etme gibi hatalara tekrar savrulmamaları gerekmektedir.
Hani denir ya “herşeyin başı eğitim” diye. İşte o eğitim, bugün devlet nezdinde topluma sunulan endoktrinasyonların, tevhidi tedrisata bağlı eğitimin olmazsa olmazlığı falan değil; adalet, nefis tezkiyesi (bireyden başlamak üzere toplum ve devlet olarak başkalarına zarar veren zaaflardan kurtulma), hikmet, feraset, tefekkür ve tedebbürle toplumsal sorunlar üzerinde düşünme, hukuk, temel haklar, demokrasi, bir arada yaşam kültürü, çoğulculuk, şeffaflık, denetim, temsilde eşitlik, siyasi ahlak ilkeleri gibi konularda küçük yaşlardan itibaren başlayacak ve “devlet” algısını da tamir edecek bir toplumsal saha eğitimidir.
Otoriterleşme, totaliterleşme; insan tekinin nefsinden başlamak üzere (Nefislerini Rabler edindiler, Furkan 43) kendilerini olumlu yönde değiştirmeyi ve inkılaba uğratmayı terk edip (Rad, 11) kaderlerini ilkeler üzere hareket edenlerden ziyade bireysel ve toplumsal hastalıklarla malul olanlara terk etmelerinden kaynaklıdır. Bunlar pragmatik çıkarlar, ataerkil inançlar, modern sapkınlıklar, siyasal mühendislikler, milliyetçilik ve devletçilik gibi kerameti kendinden menkul, ilkelerin üzerine çıkarılan toplumsal hastalıklar, grupsal menfaatler üzere hareket edenlerdir. Üstünlerin hukuku ile hukukun üstünlüğü arasındaki farkı önemsizleştirenlere ram olan bir sosyoloji kendini kurtarıcılara (kişilerden mürekkep zannettiğimiz çıkar grupları) kurban vermiş olur. Kaderini onlarla birleştirir. Onlar, daha önce mutlak değerinden habersiz oldukları siyasi ilkeleri, sistemsel tecrübeleri, insanlık ailesinin deneyimlerini “yüksek idealler” adına yerle bir ederken, neden kendi durumlarının bir türlü düzelmediğinin cevabını da yanlış yerlerde arar!
Dindar-seküler, o, bu, fark etmeden toplumun geneli üzerinde gerçekleşecek bu “ameliyat”a cesaret edecek doktorlara her zamankinden fazla ihtiyaç var.